Tarihe kayıt düşmek için söylüyorum;
Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan hakları için mücadele eden, görevlerini yaparken şiddete uğrayan hatta öldürülen, güvensiz ve onursuz bir ortamda çalışmak istemedikleri ve devlet büyükleri de arkalarında durup güvenliklerini sağlamadığı için ülkeden ayrılan doktorlara/sağlıkçılara "Gidiyorlarsa gitsinler!" dedi.
Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan hakları için mücadele eden, görevlerini yaparken şiddete uğrayan hatta öldürülen, güvensiz ve onursuz bir ortamda çalışmak istemedikleri ve devlet büyükleri de arkalarında durup güvenliklerini sağlamadığı için ülkeden ayrılan doktorlara/sağlıkçılara "Gidiyorlarsa gitsinler!" dedi.
"Biz de üniversiteyi bitiren yeni doktorlarımızı buralarda istihdam ederiz, yola bunlarla devam ederiz!" dedi. (Yeterliler mi dersiniz?)
"Yurt dışından ülkeye dönmek isteyenleri davet eder, onları da istihdam ederiz!" dedi. (Gelirler mi dersiniz?)
"Buralar boş kalmaz, merak etmeyin!" dedi. (Yerleri dolar mı dersiniz?)
"Doktorluk gibi aziz bir mesleği sadece paraya bina ettiniz!" dedi. (Hangi para doktorluk için yeterli dersiniz?)
(O bunları söylerken Sağlık Bakanlığı, 65-72 yaş arasında olup daha önce bakanlık veya bağlı kuruluşlarında çalışmış olan doktorların yeniden istihdamına yönelik yerleştirme işlemleri için başvuru ilanı yayınladı.)
Sayın Cumhurbaşkanımız bu cümleleri Prompter'dan okurken, okuduğunun ne manaya geldiğini anlıyordur herhalde değil mi diye düşündüm. Yarın bir gün ben masumum, dış güçler yazmışlar, Prompter'ı hacklemişler, aldatıldım, Rabbim affetsin demesin de...
Gerçi bu "kovalama" onun eski huyudur. Derdini anlatmaya çalışan çiftçiye "Ananı da al git!" demişliği vardı, doktorlara da adeta "Stetoskopunu da al git!" dedi.
Doktorları tamahkârlıkla, tembellikle, insanlığa sığmamalarıyla suçladı.
Son dönemlerde neden sağlıkta şiddet arttı derseniz, işte "bu dil", "bu anlayış" derim.
Sesini duyurmak için sokağa çıkan kadını koruyacağına sopalayan, haklarını isteyen sağlıkçılara haklarını vermek için çalışacağına "Gidersen git, çok da fifi!" diyen bir anlayışın eseri hepsi.
Nedense, okumuş insanların okumamışları ezdiği algısı yerleşmiş beynine.
Akademisyenler ropdöşambrlı ,diplomatlar monşer.
Sanki okuyanlar bir eli yağda bir eli balda okudular. Sanki o (artık giyen de yok ama) ropdöşambrlı hayata kolay ulaştılar.
Hele de doktorluk gibi ucu bucağı olmayan bir mesleği, masa başına geçip, emekliliğine kadar o masa başında çalışıp, köhneyip, bir an önce emekli olup maaşa geçmeyi bekleyen bir meslek sanmak akla zarar.
Doktorluk öyle herkesin harcı bir iş değil.
Üniversite sınavında tıp fakültesine girecek puanı almaktan tut, altı yıllık fakülteyi lisans derecesi ile bitirmeye, pratisyen hekim olarak mezun olduktan sonra devlete hizmet yükümlülüklerini tamamlayıp diploma almaktan tut uzmanlık için TUS sınavını kazanmaya, sonrasında da tıptaki gelişmeleri takip etmeye, kendini sürekli güncel tutmaya kadar sonsuza kadar süren, ucu açık bir meslek bu.
Konusu da "insan bedeni"...
Kalp doktoru De Bakey’in klasikleşmiş, şehir efsanesine dönüşmüş bir diyaloğu vardır.
De Bakey'in, arabasını götürdüğü tamirci;
“İkimiz aynı işleri yapıyoruz. Şimdi sorunu bulacağım, kapakları ve kabloları değiştireceğim, gerekirse motoru yenileyeceğim. Siz milyon kazanırken ben sürünüyorum.” der.
De Bakey:
“Tüm bunları motor çalışırken yapmayı denesene..” diye cevaplar tamirciyi.
Bedeni yarmış, kalbi ya da ciğeri eline almış, damarlar arasında (bomba uzmanlarının mavi kabloyu mu yoksa kırmızı kabloyu mu keseceğini bildiği gibi) dolanıp hangisini kesip hangisini tamir edeceğinin kararını vermiş, ameliyat sonrasında her şeyi eski haline getirmiş birilerinden bahsediyoruz.
Hastanın kalp atışından, nefes alışından, göz bebeğinin büyüklüğü ya da küçüklüğünden, hastanın ciğerinden gelen sesinden teşhis koyabilen, tıbbi raporları okuyabilen ve doğru değerlendirebilen birilerinden bahsediyoruz.
Yatan hastaların tüm bakımını yapabilen, gecesi gündüzü olmayan, bir sağlık kurumunun en kılcal damarlarına kadar görevli birilerinden bahsediyoruz.
Covid salgını boyunca evlerinden, ailelerinden, çocuklarından, sosyal hayatlarından uzak kalmış, üzerlerine yüklenen iş gücü ile ezildikçe ezilmiş, yorgunluktan eriyip bitmiş birilerinden bahsediyoruz.
Onların görevi bu, bunun için eğitim aldılar. Yaptıkları işten yüksünmüyorlar.
Ancak; yukarıda saydığımız sadece birkaç maddeye karşı, hasta yakınlarının saldırabildiği, darp edebildiği, silah çekebildiği, bıçakla yarayabildiği, öldürebildiği birilerinden bahsediyoruz. Üstelik bunca özveriye rağmen kendilerine vaat edilen haklar da görmezden geliniyor.
Şimdi sen diyorsun ki dertleri zorları para.
"Mesele para değil, anlamıyorsun!"
Onurlu ve güvenli yaşamayı, bin bir zorlukla gelinen noktada (zaten kendisi yeterince stresli olan) mesleğini sağlıkla ve huzurla ifa edebilmeyi, devletin ve ailelerinin kendilerine yaptığı yatırımın karşılığını verebilmeyi istemek ne zaman suç oldu?
Eskiden aristokratlara mahsustu eğitim ve sanat gibi işler. Atatürk sayesinde tüm o haklar halka da sağlandı. Anadolu'nun bağrından kopup gelen idealist insanlar inşa etti ülkeyi.
Hatta öyle bir inşa ettiler ki, yıkmak için ne yaptılarsa yıkamadılar.
Şimdi de "gitsinler de meydan bize kalsın" diye bakıyorlar.
Galiba son kalanları da böylece temizleyelim diyorlar.
Ekilecek topraklar bina ile, koskoca şehir hastaneleri yetersiz doktorlar ile dolunca sistem işleyecek zannediyorsunuz da, işlemez.
Anasını alıp giden çiftçi ekip dikemeyince açlık gelir. Steteskopunu alıp giden doktor hasta bakamayınca insanlar sokaklarda ölür.
Elindeki değerlere sahip çıkamayıp elinden kaçırmakla, dışarıdan gelen güçle değirmen döndürmeye çalışmakla olmaz.
Bak ısınmandan beslenmene her konuda dışarıya mahkumsun zaten.
Bu gidişle sağlıkta da mahkum olacaksın.
Benim keyfim yerimde, yediğim önümde yemediğim arkamda, sarayım ışıl ışıl aydınlık ve sımsıcak, doktorlar emrime amade diyorsanız;
Siz oralara kendi şahsi refahınız için çıkmışsınız demek ki.
Acıyan Allah bize acısın o zaman...
9 Mart 2022 / CE.Y.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder