22 Mart 2020 Pazar

Eşeğini Kaybedenler Kulübü

Ömrümüz boyu her an istemsizce yaptığımız binlerce şey arasında en basitlerinden birisi yutkunmak ya da gözünü kırpmaktır herhalde.
Ağız içinde biriken tükürüğü farkında olmadan yutar, gözlerimizi farkında olmadan kırparız.
Ta ki dişçi koltuğuna oturup da dakikalarca ağzımız açık kaldığında üretilen tükürüğün fazlalığına şaşırırız. Eğer ki ağzımızın içinde tükürüğü emen hortumcuk olmasa belki de kendi tükürüğümüzde boğuluruz.
Ya da bademciklerimiz hasar görüp de patlayacak kadar şiştiğinde, sayısız kere yaptığımız yutkunma hareketinin nasıl bir ızdırap haline geldiğini anlarız. Tükürüğü mümkün olduğu kadar ağzında biriktir, topluca yut. Ya da onu dışarıya, bir kaba tükür.
Olur da, şu odağa gözünü kırpmadan bakacaksın dediklerinde hiç farkında olmadığımız göz kırpmanın ne kadar önemli olduğunu anlarız. 
İngiliz aktör Michael Caine kameraya gözünü kırpmadan uzun süre bakabilmesiyle bilinir.
Bir röportajında gazetecinin, "Sizin için 'Buz gibi bakışları ile gerilim filmlerinin vazgeçilmez aktörü oldu' diyorlar soru-yorumuna, "Gözlerimin ayrıcalığını bir tiyatro yönetmeni keşfetmiş ve bana, 'Bu donuk göz ifadesinden faydalan. Bu özelliğin kimsede yok' demişti. Bunu ben de fark ettim. Aynanın karşısına geçip aylarca gözümü kırpmama çalışmaları yaptım. Sonuçta insanı tedirgin edebilecek, rahatsızlık verebilecek bir bakışı yakalayıp beynime monte ettim. Kısacası Clark Gable ve Hugh Grant bakışlarının tam tersi benimkisi." sözleriyle cevap verir.

Nefes almak ona keza.
Kaç nefes alacağımız sayılıdır derdi anneannem. Nefesimi tutarsam ömrüm uzar mı acaba diye sorardım kendime hep. İnsan aldığı nefesin bile farkında değil çok zaman. O yüzden meditasyonda önce nefes çalıştırılıyordur belki de. Bak nefes alıyorsun, farkına var deniyordur.
Solunum yollarında bir problem yaşadığında, bir ameliyat sonrası nefes alma güçlüğü çektiğinde ya da oksijenin azalıp hava kirliliğinin çoğaldığı zamanlarda nefesinin farkına varır insan.
1952 yılının sonlarında İngiltere'de ortaya çıkan ve 12 bin kişinin hayatını kaybettiği Londra Sis Felaketi'nde olduğu gibi solunum yetmezliğinden ölür insanlar. Öldüren Sis olayı, dünyanın hava kirliliğine bakış açısını da değiştirir. İnsanların sanayi devriminin yan etkilerini daha net ve korkunç bir biçimde görmeye başlarlar.
Dünyaya gelir gelmez başlayan "nefes" yolculuğu, bazen sıra dışı gelişen olaylar sebebiyle "alamamak" ile sonlanır böyle.

Sağlıklı insanlar olarak hiçbir şeyi düşünmeyiz. Dünya sağlıklı insanlara göre kurgulanmıştır nasılsa.
Merdivenleri koşa koşa ineriz, bir çırpıda çıkarız. 
Bir sakatlanma sonrasında, bırakın merdivenleri, banyo girişindeki o minik eşiğin bile yaşamımızda ne kadar büyük bir engel olduğunu anlarız.

Gözümüz görüyorken iğneye iplik geçirmekten kolayı yoktur. Gözler bozulup da eller titremeye başladığında gel de ipi ve iğnenin deliğini aynı düzeyde tuttur!

Aklî ve bedenî melekelerimiz yerinde olup da araba kullanıyorken, ya yaşlılık ya da sakatlanma sebebiyle artık araç kullanamayacak hale gelip "taşınmaya muhtaç" olunca, arabanın sağladığı o deli özgürlük ve o müthiş konforun kıymetini anlarız.
Araç kullanmayı bırakın, toplu taşımanın nimetlerinden faydalanabilmek de aynı değerdedir.

Arkadaşlarımızla buluşur, neşe içinde sarılışır, çay kahve eşliğinde sohbetler ederiz.
Yaşımız ilerleyip de çevremizde kendi dilimizde konuşacak akranımız kalmayınca ya da evden çıkamayacak derecede hastalanınca ya da bir başka vesile ile eve çakılınca o sohbetlerin değerini anlarız.

Bahçelerde dolaşmak, yürüyüşe çıkmak, spor salonuna, alış verişe, fırına, bakkala, manava, kasaba gitmek, evden işe işten eve belli bir rutinde gidip gelmek, iş yerinde verilen kahve molalarında, öğlen yemeği aralarında bazen keyifli bazen kızgın sohbetler etmek, yağmur bastırınca ıslanmamak için bir saçak altına sığınmak, sağa sola kaçışmak, kar yağınca kendini kütür kütür karların üzerine bırakmak, deniz kıyısında bir bankta oturup engin maviliğe dalmak, kadınların komşu gezmeleri, erkeklerin kahvehane ziyaretleri, kulüp-dernek toplantıları, konserler, geziler, sergiler ve dahası ve dahası.
Doğduğumuzdan beri sorgusuz sualsiz dur durak bilmeden, günlük hayat içerisinde koşturur dururuz.
Koşturabilmenin değerini bilmeyiz.
****
Allah fukarayı sevindirmek isterse önce eşeğini kaybettirir, sonra buldururmuş.
Ki kaybettiği zaman kendine gelsin ve eşeğinin kıymetini bilsin diye.
İnsan evladı ancak kaybettikten sonra fark eder elindeki hazinenin kıymetini.
Bir nefes, bir tükürük, bir bacak, bir göz, bir fincan kahve, bir bardak demli çaydadır kıymet.

Şimdi esas sorulara gelelim:
Bize eşeğimizi kim kaybettirdi?
Kaybettiğimiz eşeğimizi bulduğumuzda eşek yine aynı eşek olacak mıdır, yoksa yerine yeni bir eşek mi konulacaktır?
Eski eşeğini arayanlara, "Geçti Bor'un pazarı sür eşeğini Niğde'ye!" mi denilecektir?
Yeni eşeğe binmeyi bilmeyenleri eşek sırtından atacak mıdır?

Gidişattan anladığımız kadarıyla karşımıza yeni bir eşek çıkartılacak ve artık yola bu eşekle devam edilecektir.
Haydi bakalım o zaman, 
Deh!

22 Mart 2020 / C.E.Y.

Corona Günleri Yazılarım:
Delirdim Bi Güzel! / 15 Mart 2020
Dünya İçin Terbiye Vakti / 19 Mart 2020
Eşeğini Kaybedenler Kulübü / 22 Mart 2020
Yaşlı Adayları, Sözüm Size / 24 Mart 2020
Falında Virüs Çıktı Dünya / 29 Mart 2020
Dünyadır Döner, Virüstür Geçer / 8 Nisan 2020
Tamahkâr / 9 Nisan 2020

Aç Olsan Çarıklarımı Yersin / 11 Nisan 2020
Yok Sayma, Var Say / 16 Nisan 2020 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder