16 Ağustos 2019 Cuma

"Saatler ne kadar da bize benziyor"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitabını konuşacağız bugün. 
Zaman içinde kaybolacağız, 'zaman'ı ve 'süre'yi konuşacağız. 'Geçmiş'i ve 'Gelecek'i ve 'Şimdi'yi konuşacağız. Zamanı ölçmenin, yani saatin önemini irdeleyeceğiz.
“Sahip olduğumuz en büyük nimetlerden biri olmasına rağmen, en kolay harcadığımız nimet zamandır.”

Eğer ki bana;
Geleceği mi yoksa geçmişi mi daha çok merak ediyorsun derseniz, geleceği derim. 
Geleceği mi yoksa geçmişi mi bilmek istersin derseniz, geçmişi derim.
Geçmişte yaşanmış bir gerçeklik var, gelecekte ise ihtimaller.
Ve "bugün-şimdi", geçmişin geleceği ve geleceğin geçmişi.
Yürüyenler değişse de izler ve gizlerle dolu sonsuz bir yürüyüş bu.
Ahmet Hamdi Tanpınar Biyografi
A.H.T.'ın kısaca hayatına bakalım önce. 
A.H.T. 1901 yılında İstanbul'da, Şehzadebaşı'da doğar. 3 kardeştirler. Üçü de 1800'lerin sonu ve 1900'lerin başında doğar ve iki kardeşi de 1980'lerde, 80'lerinde vefat eder. Tanpınar'ın ölüm tarihi ise 1962'nin ocak ayının 24'ü. Diğer kardeşlere göre (61 yıl süren) daha kısa bir ömür. Lakin onun yaşadığı 61 yılı anlatmaya günler yetmez. Öylesi dolu dolu bir hayat, kitaplara sığmaz.
Tanpınar'ın çocukluğunun büyük bir kısmı babasının görevi nedeniyle İstanbul dışında geçer. Eğitim hayatı Sinop, Siirt, İstanbul, Kerkük, Antalya ve tekrar İstanbul olmak üzere farklı şehirlerde sürer.
Okuma tutkusu Kerkük'te başlayıp Antalya'da gelişir. Antalya yolunda iken, Musul'da annesi Bahriye Hanım rahatsızlanır ve vefat eder ve Musul'a defnedilir. Aile Antalya'ya devam eder ve A.H.T. burada iki yıl yaşar. A.H.T. annesini kaybettiğinde on beş yaşlarındadır ve bu acıyı şiirine de taşır. Yayımlanmış ilk şiirlerinden biri annesi hakkındadır. 
Tanpınar’ın ilk şiirlerinde Ahmet Haşim’in sembolist şiirlerinin etkisi görülür. Bu şiirlerinde duygusal ve hüzünlü bir atmosfer söz konusudur. (Musul Akşamları ile Annem İçin şiiri)

İstanbul günleri
Babası, Antalya idadisini bitiren Ahmet Hamdi'yi, 1918 yılında yüksek öğrenim görmesi için İstanbul’a gönderir. İstanbul’un savaş sonrası yoksulluk yıllarıdır. Daha sonra Tanpınar, "Formasyonum bu yıllar ve bu hâdiseler oldu”  diyecektir. Önce Halkalı Baytar mektebine kaydolur. Bir yıl boyunca buranın öğrencisidir. 1919'un Ekim ayında Darülfünun’a kaydolur. Önce Felsefe veya Tarih okumaya niyetliyken, Edebiyat Şubesi’nde Yahya Kemal’in ders verdiğini öğrenince oraya devam etmeye karar verir. Söylediğine göre üzerindeki ilk büyük tesiri Yahya Kemal yapmıştır. Onun rehberliğinde divan şiirinin lezzetini tattığını, Galib’i, Nedim’i, Baki’yi öğrendiğini söyler.
Ahmet Hamdi, Şubat 1923’te Hüsrev ü Şirin üzerine hazırladığı teziyle mezun olur ve aynı yıl Erzurum Lisesi’ne öğretmen olarak atanır. 17 Ocak 1925 tarihinde Konya Lisesi edebiyat öğretmenliğine atanır. Burada çalışırken askere alınır. 19 Ağustos 1926’da dokuz aylık askerlik hizmetinden terhis edildikten sonra Konya Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenliğine geri döner.
Bu yıllar, Tanpınar’ın sanatta yönünü aradığı dönemdir. Özellikle şiir üzerinde düşünür ve hayatı boyunca bağlı kalacağı Valéry’yi okur.
1927 yılının Ekim ayında Ankara Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak çalışmaya başlar. Öğrencileri arasında, daha sonra Türk edebiyatının önemli şair ve yazarları arasında yer alacak olan Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Samet Ağaoğlu, Fuat Bayramoğlu, Ahmet Muhip (Ankara Lisesi), Cahit Tanyol  ve Salim Rıza Kırkpınar (Gazi Eğitim) vardır.
1927 yılında Harbiye İhtiyat Zabit Mektebi’nde bir hafta hapis yatar. Ahmet Hamdi, günlüğünde üzüntüyle hatırladığı bu cezanın nedeninden hiç söz etmez.
1 Mayıs 1928’de yedek subaylık için İstanbul Mekteb-i Harbiye’ye sevk edilen Ahmet Hamdi, 20 Ekim’de buradan topçu zabit vekili (asteğmen) olarak mezun olur ve Ankara Lisesi’ndeki öğretmenlik görevine geri döner.
Ankara Lisesi’nin yanı sıra 1929 Ağustos ayından itibaren Gazi Terbiye Enstitüsü’nün bünyesinde bulunan Musiki Muallim Mektebi’nde de hocalık yapar. Batı müziği konusundaki bilgisi ve zevkinin artmasını bu okula borçlu olduğunu söyler. Ömrü boyunca devam edecek olan Beethoven tutkusu bu dönemde başlar. 
Ankara’da öğretmenlik yaptığı okullara  Eylül 1931 tarihinden itibaren Ankara Kız Lisesi de eklenir.
1932 sonbaharında eylül ayından itibaren İstanbul, Kadıköy Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak çalışmaya başlar. Bir süre de Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde  edebiyat dersleri verir.
Ahmet Haşim’in ölümü üzerine, Güzel Sanatlar Akademisi’nde boşalan kadroya atanır.
1936 sonrasında resim, heykel ve müzeler üzerine çeşitli yazılar yazar. Daha sonra Türk resminin önde gelen isimleri arasında yer alacak olan Bedri Rahmi, Nuri İyem, Selim Turan, Zeki Kocamemi, Fuat İzer, Turgut Belge, Avni Arbaş, Akademi’de Tanpınar’ın öğrencisi olurlar. Tanpınar onların sergilerini yakından takip eder ve eleştiri yazılarıyla gelişmelerini destekler.
Tanpınar’ın kitap halinde yayımlanmış ilk çalışması olan "Tevfik Fikret" derlemesi 1937 yılında, “Hayatı, şahsiyeti, şiir ve eserlerinden parçalar” alt başlığıyla Semih Lütfi Kitabevi'nden yayımlanır.
1938’de ciğerlerinden geçirdiği hastalık dolayısıyla uzun müddet prevantoryumda yatar.
1958 Mart ayı içinde, göğüs hastalığı sıkıntısıyla Cerrahpaşa Hastanesi’nde yatar. İki ay süren hastane döneminde,  hastalığın da verdiği korkuyla elindeki yarım işleri tamamlama telaşına kapılır.

27 Mart 1958 tarihinde Hasan Âli Yücel’e yazdığı mektupta, özellikle şiirlerini doğru dürüst yayımlayabilmek isteğini söyler. Bu mektup, Tanpınar’ın özellikle de şiirleri sayesinde ebediyete kavuşma özlemini duyduğunu ortaya koyar: 
“Elimde bir romanla, şiirler var. Vakit daraldı, ellisekizimdeyim. Ölmeden şu şiirlerime bir çeki düzen verirsem çok mesut olacağım. O benim asıl makyajım, tıraşım, tuvaletim olacak. Gülünç bulma sakın bunları. Bir kere bir halt etmişim, angaje olmuşum. Ortaya bir isim atılmış, iddialara girişmişim. Geçen gün Boğaz’dayım. Aşık olduğum, yalnız gezdiğim günleri düşündüm. Ve kendi kendime ‘Yarabbim dedim, acaba genç bir aşık bir gün buralarda tıpkı benim on-on beş sene evvelki halimde dolaşırken benden bir mısra okuyacak mı?’ Ebediyet işte bu! Eğer böyle bir şey olursa vallahi mezarımda dönerim.”

Tanpınar’daki yıkılış duygusu, 1 Kasım 1958’de Yahya Kemal’in ölümüyle daha da derinleşir. 
1959’un mart ve nisan aylarını da anfizem rahatsızlığıyla Cerrahpaşa’da geçirir. 15 Mayıs’ta hastaneden taburcu olur ve Avrupa'ya gider. 28 Mayıs’ta Paris’te iken Türkiye’deki hükümet darbesini öğrenir. 7 Haziran’da Türkiye’ye dönen Tanpınar, ülkeyi büyük bir siyasi kriz içinde bulur.
Ülkenin içinde bulunduğu gergin hava, sağlık sorunları ve parasızlık verimli bir çalışma sürdürmesini engellemektedir. Tanpınar’ın en büyük korkusu, yarım işlerini, bitiremeden ölmektir. 4 Eylül tarihli günlüğüne “Bugünlerde masamı temizlemeğe mecburum! Dikkat! Yoksa şarkılar yarıda kalacak!” cümlesiyle yansıttığı bu endişe, günlüğün bundan sonraki bütün sayfalarına giderek artan bir tempoyla yayılır. 
Tanpınar UNESCO üyeliğine seçilmiştir. Bunun için Ankara'ya gider gelir. Ülke hareketli günler geçirmektedir. O, bu duruma üzülse de yine eserlerine yoğunlaşır.
1961 yılının şubat ayında çok istediği şiir kitabı Şiirler'i çıkartır. 
Tam o günlerde Hasan Âli Yücel’i kaybeder (26 Şubat).  
Hayatının son yıllarında giderek artan bu tür kayıplar Tanpınar’ın psikolojisini derinden etkiler. Günlüğünde “ölen adamın acısı, nesil kaygısı birbirine karıştı” derken, bunu artık bir yaş meselesi olarak da görmektedir. Ölümün artık kendi neslinden olanların etrafında dolaşması onda zamanının tükenmekte olduğu kaygısını yeniden harekete geçirir. Yapıp ettiklerinin değerini sorgulamaya başlar.
Şiirlerden sonra sıra, yıllardır masasının üzerinde yeni şeklini almayı bekleyen Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne gelir. Metin üzerinde önemli değişiklikler yapmayı düşünen Tanpınar sonunda olduğu gibi bırakmayı, değişiklik yapmamayı uygun bulmuştur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Remzi Yayınevi'nden, 1961 yılında yayımlanır.
Bu roman da aradan çıkınca artık bütün mesaisini çok değer verdiği ve belki de o yüzden bir türlü kendisini memnun edecek sonuca ulaştıramadığı “Eşik” şiirine, bitirmeye çalıştığı son romanına (Aydaki Kadın) ve “Hamid devrinin tam bir tefsiri” olacak dediği edebiyat tarihinin ikinci cildine verecektir.
Nisan ayı ortasında ikinci şiir kitabının planlarına başlamıştır. İçinde yer alacak şiirlerin listesini oluşturmaya çalışır. Ne yazık ki ömrü ikisini de tamamlamaya yetmeyecektir. “İstikbalimin ümidi olan, tek ümidi olan romanı bir türlü yazamıyorum. Yazışla  tasavvur arasına giren fasıla vahdeti bozuyor. Çok ilaveler var. Ne yapacağımı bilmiyorum” dediği Aydaki Kadın’ın eldeki bölümleri, yıllar sonra (1987) Dr. Güler Güven tarafından derlenerek yayıma hazırlanır.
1962 Ocak ayında bronşit rahatsızlığı artan Tanpınar, soğukların da etkisiyle hastalanır. Bu defa iyileşemeyeceği bir sürece girmiştir.
23 Ocak 1962 günü, fakültede fenalaşır. Hastaneye yatırılır. Birden gelen bir krizle 24 Ocak sabahı beşi kırk geçe ölür.

Tanpınar'ın Edebi Kişiliğine bakacak olursak
A.H.T. adını ilk kez "Altın Kitap" dergisinde yayınlanan "Musul Akşamları" şiiriyle duyurur.
Tanpınar, 1926’ya kadar yazdığı on bir şiirini Yahya Kemal’in çıkartmakta olduğu Dergah’ta yayımlar. 1927-1928 yıllarında Hayat mecmuasında 6 şiiri çıkar. Bunlar Dergah’takilere göre daha olgundur. Mısra yapısı ve üslûbu sonraki şiirlerine daha yakındır. Milli Mecmua, Görüş, Ülkü, Varlık, Oluş, Kültür Haftası ve Aile dergilerinde şiirleri yayımlanır. Hece vezniyle yazdığı bu ilk şiirler, imge zenginlikleri ve müzikal nitelikleriyle dikkat çeker.

Şiir dışında roman, öykü, deneme, makale, edebiyat tarihi gibi türlerde de eser vermiştir. Şairliğinin yanı sıra usta bir romancı, edebiyat araştırmalarında referans kabul edilen bir araştırmacıdır. Yahya Kemal'i taklit endişesiyle şiire karşı hep mesafeli bir duruş sergilemiştir. Fransız sembolizmini derinlemesine incelemiştir. Rüya, zaman ve bilinçaltı onun şiirlerindeki ana izleklerdir. İlk şiirlerinde hece ölçüsü, daha sonra ise serbest ölçüye yönelmiştir.
Şiirinin bir başka yönü Bergson felsefesinden kaynaklanan zaman kavramıdır. Onun eserlerinde zaman, basit bir süreklilik değil, çok katlı ve karmaşık bir akıştır. "Ne İçindeyim Zamanın" ve "Bursa'da Zaman" şiirleri bu olgunun örnekleridir.
İlk romanı "Mahur Beste" 1944'te Ülkü Dergisi'nde yayımlanır. Osmanlı Devleti'nin son döneminde seçkin bir çevrenin yaşayışını sergileyen bu romanın ardından, kendi yaşamından da izler taşıyan "Huzur" 1949'da basılır. Huzur, hem bir aşk hem de Tanpınar'ın İstanbul'a olan derin sevgisinin romanıdır. Estetik anlayışının, kültür birikiminin ve geçmiş kültürlere yaslanan yaşam felsefesini yansıttığı bu kitabı Tanpınar'ın en yetkin romanı sayılır.
Romanda, Mümtaz ile Nuran'ın aşkı çerçevesinde Doğu ile Batı, eski ile yeni, geçmişin değerleriyle var olan değerler, aşk ile toplumsal sorumluluk arasındaki çatışmayı ve bu çatışmanın doğurduğu bireysel bunalımları irdeler.
1950'de Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanan ancak ölümünden sonra 1973'te basılan "Sahnenin Dışındakiler" ile 1961'de basılan "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nde de iki uygarlık, iki değerler sistemi arasında bocalayan Türk toplumunun ironik tablosu çizilir.
Ölümünden sonra plan ve notlarına dayanılarak bir araya getirilen ve 1987'de yayınlanan "Aydaki Kadın"da da aynı irdeleme vardır.
Şiir, roman ve yazılarının yanı sıra İstanbul, Bursa, Ankara, Erzurum ve Konya kentlerini doğal, tarihsel ve kültürel yapılarıyla anlattığı 1946'da basılan "5 Şehir" önemli eserleri arasındadır.

Tanpınar, Yahya Kemal’in kendi üzerinde derin etkileri olduğunu, Antalyalı bir gence yazdığı meşhur mektubunda şu sözlerle dile getirir: 
“Şiirde ve fikirde ilk ve galiba yüzünü gördüğüm son hocam Yahya Kemal oldu. Haşim’i daha evvel okumuştum ve sevmiştim. Bu iki şair bana kendilerinden evvelkileri unutturdular. Yahya Kemal’in derslerinden -fakültede hocamdı- ayrıca eski şiirin lezzetini tattım. Yahya Kemal’in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir. Dilin kapısını bize o açtı. Bazıları bu tesiri başka türlü görüyorlar. Hakikatte estetiğimiz aynıdır. Yalnız millet ve tarih hakkındaki fikirlerimde bu büyük adamın mutlak denecek tesirleri vardır.”

Edebiyatın birçok dalında eser veren sanatçı, hemen tüm eserlerinde zaman üzerinde durur. Romanlarında Doğu ve Batı kültürlerinin kaynaştığı görülür. Bu kaynaşma hem histe hem fikirde hem de sanatlarda kendini gösterir. Romanlarında hitabete, nutka, telkine yer vermez. Yapmacıksız, uydurmasız, konuşma diline has bir sözcük seçimiyle eser yazar. Teşbih ve istiarelere bol yer vermişse de bunlar gereksizmiş hissini vermez.
Tanpınar'ın düşünce ve hayalle başkalaşan gözlemlerinin dolaştığı İstanbul sokakları, camileri, çarşıları, harabeleri özellikle mütareke yıllarının sıkıntıları, maddi, manevi yıkımları içinde geçmiş olan gençlik çağı, romanını zevkli kılan sebepler arasındadır.

"Saatleri Ayarlama Enstitüsü" romanında Cumhuriyet döneminde değişen insanın iç buhranlarına değinir. Bu bunalımları anlatırken, yazarın o dönemde Avrupa'da yaygın bir akım olan Egsiztansiyalizm akımından etkilendiği görülür.
****
S.A.E. kitabını irdelediğim bu metni hazırlarken, Osmangazi Belediyesi tarafından, A.H.T. anısına 2012 yılında açılan yarışmada dereceye girmiş olan makalelerin yer aldığı Bursa Geçmiş Zaman Nöbetçisi kitabından yararlandım. Ki o yarışmaya ben de katılmıştım ancak, yarışmaya makale yerine düz yazı yollayınca dereceye dahi giremedim tabi. (Benim yazdığım yazı burada: Zamandan mekâna aşk ile yaşayan şehir Bursa )

Kitapta Muvakkit Nuri Efendi'nin dediği gibi: "Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman ve ayarı insandır." "Bu da gösterir ki zaman ve mekân insanla mevcuttur."

"S.A.E.'de birinci bölüm Tanzimat öncesini, ikinci bölüm Tanzimat dönemini, üçüncü ve dördüncü bölümler de Cumhuriyet dönemin başlarını ve devamını ele alır" der Eren Aksu kitapta yer alan "Kendi Saatini Ayarlamak ve Ayarlanmış Saatlerde Yaşamak" makalesinde.

Romandaki karakterler/semboller: 
Romanda Hayri İrdal hafızasını kaybetmiş Türk toplumunu temsil eder. 
Milletin saatini yeniden ayarlamak için kurma kolunun başındaki yenidünya görüşünün temsilicisi Halit Ayarcı'dır.
Geçmişin son bekçisi: Muvakkit Nuri Efendi,
Kesinlikle ayar kabul etmeyen, kafasına göre arada bir çalmalarıyla kendini hatırlatan, geçmişin vicdan azabı: Mübarek,
Geçmişin ölmüş ruhunu diriltme veya ruhsal boşluğu doldurma gayreti: İspirtizma Cemiyeti,
Türk toplumunun hastalığının teşhisi: Doktor Ramiz veya Psikoanalizm,
Eski saatini kaybetmiş ve yeni saatin ayarına bir anlam veremeyen insanların toplandığı mekân: Kahve,
Yapılan yenilikleri temellendirme gayreti, yani zamanı tersten kurma eylemi: Şeyh Ahmet Zamanî'dir.
Kitapta zaman ve mekân insanı içten ve dıştan çepeçevre kuşatır.

Yeni saatin ortasında yaşamaya çalışan kendini ve anlamını kaybetmiş Türk toplumu (Hayri İrdal), Halit Ayarcı'nın elinde oyuncak olmuştur. Ayarcı, önce ayarlayacağı gibi bir saat (S.A.E.) icat eder. Sonra, kurulan bu saati hareket ettirecek insanlar keşfeder. ("Kaldı ki ben sizin kudretinizi bilirim. Siz benim keşfimsiniz!" sözlerini hatırlayın.)
Hayri İrdal, "Bende aldandınız, ben bu işe inanmıyorum!" diyerek isyan eder Ayarcı'ya. Ayarcı'nın cevabı ile oyun daha da derinleşir:
"Daha iyi ya, başkasının otomat gibi hareket edeceği yerde siz canlı insan olarak yaşıyorsunuz ve her harekette muvaffak oluyorsunuz!"

S.A.E. Binası (mekân) da içten ve dıştan saatte (zaman) benzer şekilde kurgulanır. Bina, saat-zaman fikrini verecek şekilde (soyut mimari) tasarlanır. Zaman, mekân üzerinden gösterilir.
Bunların hepsini içine alan S.A.E., bir milleti yeni saate göre ayarlama eylemini gerçekleştiren sembollerdir. Bütün bu kurgulanmış roman dünyası, ayarlanmış saat, Türk toplumunun yaklaşık iki yüz yıllık tarihine benzer.
Değişimi anlatan S.A.E.'de Hayri İrdal, saat Mübarek için, "... bu gece ben Mübarek'i çok değişmiş gördüm. Para, refah, fazla kazanma hırsı hepimiz gibi onu da değiştirdi." der. Söz konusu olan saatin kendisidir ve geçen veya değişen zaman hem saatin şeklini (mekân), hem de "zaman"ı değiştirir. İşte bu da ancak insanla kaimdir.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü
S.A.E. saatleri ayarlamak için kurulmuş bir müessesedir. Halit Ayarcı'nın dediğine göre; "S.A.E., çalışmamızdan, hayatımızdan, asıl ekonomimiz olan 'zamandan kaybın önüne geçmek fikri ile kurulmuştur." Enstitü zamanda birlik ve bütünlüğü sağlayacaktır. Ve bu yolla hayatı düzenleyecektir.
Kitapta der ki;
"Eski hayatımız saat üzerine kurulmuştur. Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi her zaman müslümanlar ve onlar içinde en dindarı olan memleketimiz halkı olmuştur. Günde beş vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi. Saat Allah'ı bulmanın en sağlam çaresi idi. Ve bu sıfatla eskilerin hayatlarını idare ederdi." Ha bir de zenginlik göstergesi Rolex'ler en çok az gelişmiş ülkelerde alıcı bulur.
Bize batıdan gelen saat, adeta insanın/toplumun (ki insana kordonla bağlıdır) 
organik bir parçası olmuştur. 
Nuri Efendi'nin her biri ayrı fabrikadan, ayrı işçiliklerden gelen zemberek, tulumba, çark gibi parçalara bakıp, bu cinsten bir saati eline alıp evirip çevirirken dediği gibi, "Saatler ne kadar da bize benziyor, tıpkı bizim hayatımız!" 

Sonuç: Tanpınar'ın zaman karşısındaki durum ve tutum alışı çok boyutlu, çok buutludur. Onda zaman adeta her şeyi kendi rengine boyar. Tanpınar'ın yaratıcı muhayyilesi hissettiği, gördüğü ve dokunduğu her şeyi zamanın bulamacında yıkayarak sunar.
Ânı mazinin penceresinden görür. Geçmişe hasret çeker, bağlanmaya çalışır ve maziyi estetize ederek verir. Maziyi bugünle birleştirme derdindedir. 

Sembolleri bir yana bırakıp hikâyeye bakarsak:
Okur romanda Abdülselam Bey'le yıkılan ailevi değerleriHayri İrdal'ın baldızı sayesinde bozulan musiki zevkini, Hayri İrdal'ın mahkeme serüveni ile bozulan adalet anlayışını, Mübarek'le değişen geçmişi, yıkılan eski mahallenin yerine yapılan yeni apartmanlarla değişen mimari anlayışı, Hayri İrdal'ın halasının evinde düzenlenen eğlenceler ile toplumun değişen zevk anlayışını, Hayri İrdal'ın karısı Pakize'nin Hollywood filmleri içinde yaşamasıyla özenti kişilikleri izler.
Hayri İrdal düştüğü durumdan kurtulmak ister lakin Halit Ayarcı İrdal'ı geri dönülmez bir yola sokmuştur. "Bütün tenkitlerinize ve küçük görmelerinize rağmen rahat  ve güzel bir karınız var. Ayrıca bir metresiniz var ki çıldırıyorsunuz. Kızınız ve oğlunuz için her an kendinizi fedaya hazırsınız. Üstelik şöhreti seviyorsunuz. Bir ahtapot gibi sayısız kollarla dünyaya yapışmışsınız. Hiçbir şeyden ayrılamazsınız. Nasıl döneceksiniz!" (Şeytanın Avukatı filmini hatırlayın. Elimizde tuttuklarımız ve sahip olduklarımız bizim prangalarımız değil mi?)
Lakin gün gelmiş, romanın sonunda Ayarcı'nın yerine yeni bir "ayarcı" geçmiş ve saatler artık telefon ile öğrenilir olmuştur. Ayarcı'nın oyununu yine daha üstün bir ayarcı bozmuştu.

Tuğba Çakır / Bursa Geçmiş Zaman Nöbetçisi makalesi
Beşir Ayvazoğlu'nun şu cümlesini almış makalesine; "Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün yaptığı iş saatleri ayarlamaktan ziyade, zamanı parçalamaktan ibarettir. Romanın kahramanları yekpare bir zamanı değil, parçalanmış bir zamanı yaşamaktadırlar. Tanpınar’ın zaman konusundaki düşünceleri, Bergson’un “durée (duği) anlayışına bağlı olarak gelişmiştir." 

Bergsoncu Felsefe, Fransız idealisti Henri Bergson (1859-1941)'un öğretisi olarak Bergsonculuk adıyla da anılır. Bergson'a göre sezgi, gerçeği bilme yetisidir. Gerçeği doğrudan doğruya kavratacak sezgiden başka hiç bir yol yoktur. Çünkü gerçek, maddesel doğa değil, ruhsal doğa, eş deyişle ruhsal yaşam ve tek sözle 'yaşam'dır.
Bergson’a göre geçmiş sürekli olarak birbiri üzerine yığılmak suretiyle büyür. Başka bir deyişle geçmiş kendini muhafaza ederek, hayat hamleleriyle geleceğe uzanmaktadır. Sonra, önceye bağlı fakat ondan daima yeni ve farklıdır.
Gördüğümüz üzere, Bergson felsefesinin odak noktasını “süre” kavramı oluşturuyor. Ona göre süre her şeyden önce yaratıcılık olup, evrendeki oluş da realitenin bizzat kendisi.

Bergson’a göre mekânda tasarladığımız zaman, matematik zaman olduğundan, bizim tarafımızdan uydurulmuştur. Onun varlığı mekânın kelimesiyle yapay olarak tasavvur ve kabul edilmiştir. 
Bir yerden kalkıp başka bir yere giderken “üç saat geçti” deriz. Gerçekte eşyada hiçbir şey geçmemiştir. 
Bir sevgilinin kollarındaki zamanla, umutsuz bir bekleyişteki zaman aynı değildir. Eşdeğer bir aralık olsa da, 2 saat mesela, aynı değildir. (Eğlenceli bir ortamda su gibi akan zaman, sıkıcı bir ortamda haddinden ağır ilerler.) Çünkü "zaman", akışın kendisi olarak kabul edildiğinde, olgusal ve zihinsel değişmelerin tümü hesaba katılmış olur. Bu nedenle "zaman"ı "süre"ye indirgemek yalnızca uzlaşımsal kesitte makul kabul edilebilir.
Bizim bilincimizde geçen olaylar arasında bir yaşanma, olgunlaşma ve yığılma, zamanın geçmesi tasavvurunu bizde oluşturmaktadır. Eşyada ancak zaman beraberliği, ruhta ise süre bulunmaktadır.
(Zamanı durdurabiliyor muyuz? Bize verilen süreyi iyi kullanabiliyor muyuz?)

Ahmet H. Tanpınar’ın da dediği gibi, “Hayat kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür.”
Tanpınar Bergson’un görüşlerini Yahya Kemal ile birlikte benimsemiş olarak eserlerinde yansıtmıştır.
Mesela; Bursa’da Zaman şiirinde Yeşil Camii’de çinilere sinmiş Kur’an sesini duyarken şairin geçmişle bütünleşen, bedeni şimdide olan ama ruhu geçmişte yaşayabilen varlığını görürüz.
Tanpınar eserlerinde zaman kavramından bahsederken baktığı yere ait olan geçmişin tümüyle ilgilenmez. Bu geçmiş içinde önemli bulduğu bir zamanı ele alır ve o zamana kendisini yerleştirip ânın bir parçasıymış gibi tasavvur eder. Önce ve sonra, zamanda geçmiş ve gelecek birbiriyle peşi sıra gelen parçalardır. Kopukluk olmadan gelecek, geçmişin birikimiyle kurulur. Geçmiş geleceği oluşturur.
Tanpınar, “Mazi bugün olduğu gibi gelecek zamanlarda da hayatımızın şekillerinden biridir.” cümlesiyle bunu anlatmak istiyordur.

Yine Beşir Ayvazoğlu'ndan alıntı yapacağım;
A.H.T. eski kültürümüzün zaman felsefesini devam ettiren Muvakkit Nuri Efendi’yi şöyle konuşturur: 
“Hâl yoktur. Mazi ve onun emrinde bir istikbal vardır. Biz farkında olmadan istikbalimizi inşa ederiz.” Eserlerinin çoğunda zamanı bu çerçevede ele alarak zengin varyasyonlar halinde işleyen Tanpınar, S.A.E.’nde de aynı görüşten hareket ederek -bir yandan da eleştirmek suretiyle- geçmişle irtibatı kesilmiş bir hâli anlatmaktadır. Kahramanlarının zihinlerinde hâl ile mazi birbirine bağlı değildir. Ne var ki bunu sürekli bir boşluk olarak hissettikleri için yeni bir mazi yaratmak uğruna beyhude uğraşırlar. Yahut mazi ile suni köprüler kurmaya çalışırlar.” 

Berna Moran insanların hep ileriyi hedeflediklerine bakarak; “S.A.E.’nde insanlığın bitmek tükenmek bilmeyen tüketim azgınlığının, ânı iyi yaşamak maksadı değil, ileri zamanı iyi yaşama maksadı olduğu anlatılmak isteniyor." der.

"Ayar, saniyenin peşinden koşmaktır" der Tanpınar. 
Mücevherlerin Sırrı kitabında, “Geçmiş, şahsiyetimizin kendisi, hiç olmazsa kaynağıdır. İnsan onsuz teşekkül edemez. Cemiyet için geçmiş, yani tarih, fert için hafıza gibidir. Asıl şahsiyetin kendisidir. Hafızasını kaybeden insan nasıl artık kendisi değilse, cemiyet de geçmişini unutursa veya bu geçmiş fikrinden mahrum kalırsa öylece kendisi olmaktan çıkar.” der.
Berna Moran'ın sözleriyle; "Bundan dolayı S.A.E.’nde Tanpınar’ın bir saat olan Mübarek’i insan gibi göstermedeki amacı, kaybedilen, ele geçmeyen ve geçtikçe geciken zamanı, zamanın peşinde koşmaktan kendi değerlerinin kültürünün yok oluşuna göz yuman Osmanlı’yı anlatmaktadır. Ayrıca böyle sağlam temellere oturtulmuş bir geçmişe sahip olan insanların Osmanlı kültürünü yitiriş çabasına da yas tutar.” 
Sonuç olarak A.H.T.'ın kendisi, Yahya Kemâl’in de söylediği gibi, “Kökü mazide olan atidir.”

Halil Ünal / Saatler Maziyi Sürüklüyor
A.H.T. eserlerinde "zaman" fikrini derinlemesine, çok boyutlu ve kesif bir biçimde ele almıştır. Hayri İrdal'ın, "Nuri Efendinin hiçbir açık geliştirme yapmadan, insanla saat, saatle cemiyet arasında bulduğu yakınlıkları, onların üzerine kurduğu hayat ve cemiyet felsefesini nereden anlayacaktım?" şeklindeki hayıflanmalarını anlamak için, "Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman ve ayarı insandır." sözünü akılda tutmak gerekir. 
Saatin kendisi mekân: Saat, yeri ve mekânı ifade eder. İğne yurdundan (iğne deliğinden) tutun da, tüm uzayı kuşatan bir tasavvurun karşılığıdır.
Yürüyüşü zaman: Saatin işleyişi olan zaman da küçük bir ânı olduğu gibi, bir asrı, devri veya dönemi ve hatta tarihi ifade eder.
Ayarı insan: Zaman ve mekân ancak insanla kaimdir. 

Her büyük yazar gibi A.H.T. da çağının tanığıdır. Büyük yazarlar ne anlatırlarsa anlatsınlar ancak sadece kendi çağını, kendi devrini ve o devrin insanını, düşüncesini anlatmış olurlar. Dönemin resmî tarih algısı, tarih şuurunda bir kırılmaya, bir kopuşa işaret eder. İşte bu noktada Tanpınar, "Mazi ile hesabını gören bir Türkiye'nin peşinde olduğunu" ifade eder.

Nurettin Topçu'dan alıntılarsak; Tanpınar'ın zaman anlayışı, "Ne İçindeyim Zamanın" şiirinde öne çıkan Bergson'un "süre" fikrine dayandırılır. Hakiki süreye sahip yegane varlık beynimizdir. Gerçek süre bizim içsel hayatımızdır. Mazi ile hâl daima birlikte bulunur. Her ikisi de ilerleyerek kabarır ve istikbali hazırlar. Hakiki süre düşünülemez, o ancak yaşanır. Şuur ve hayatın özünü teşkil eder.

Sezer Özsezen / Zaman İçinde Bursa makalesi
Saat, ortak algılarımızı gözle görünür hale getiren gereçtir. Keyfi doğaları ölçüt almaktan caymış, dolayısıyla doğayla arasındaki bağı esnetmiş olan insanın cihazıdır. İnsan, tüm işleri için birer alet kullandığı gibi, işlerini sıraya koymaya ve yardımlaşmaya duyduğu gereksinim için de zaman ölçer yapmış kendisine. Geniş zaman aralıklarını düzenlemek amacıyla asırlarca "güneş, ay, yıldızlar" kullanılmış, bu yetmemiş; değişmez, tutulma yaşanması olanaksız mekanik bir araç gerekmiş. Önce kum ve güneş saatleri, sonra da günümüze kadar süregelen mekanik saatler çıkmış ortaya. 
İnsanın akılsal niteliğinin maddeleşmesidir saat. Acelesi olan, koşuşturup duran, yaşamın kendisine hafif geldiği tek canlı türünün, insanın, kendisini layıkıyla gerçekleştirebilmesinin ön koşulunu temsil eder, buna olanak sağlar. Zamanı görecelilikten çıkartmak için vardır. 

Korhan Altunyay / Kronotop olarak Bursa
Zaman ve mekân ilişkisi olarak da açıklanabilecek olan kronotop, Bakhtin tarafından zaman ile mekânın birbirini gerektirmesi biçiminde izah edilen bir kavram biçiminde ele alınır. "Chronos zaman, topos mekân demektir. Buna göre bir sanat eserinde zaman ve mekân birbirinden ayrı düşünülemez bir bütündür." Kronotop kavramı, aşkın bilgiyi verir. Fenomenlerin sadece görünen taraflarıyla, katışıksız madde olarak algılanmalarının ötesine geçerek, onu zihinsel bir sürece oturtur. Nesneyi algılamanın onu yalnızca bir madde olarak görmekle mümkün olamayacağı aşikârdır. Kronotop, daha çok psikolojik verilerle açıklanmaya uygun bir kavramdır. Kronotop kavramı, Tanpınar'ı açıklamak için kullanılan Bergsoncu felsefesinin yaklaşımına da uygun bir model sunar. Nurettin Topçu'ya göre süre mekânda tasarlanır ve asıl realitedir. Yaratıcılık ve kainatta oluşun ta kendisidir. Bergsoncu felsefesi buna "Matematik Zaman" adını verir.

Tanpınar zamanın yitip gitmesinden korkar hep. Zamanın yitip gitmesinden duyulan bireysel korku, şairin zamanı mekânda hapsetme, mekân ve eşya üzerinde zamanı yaşatma amacını gözler önüne serer.
Zamanı bir problem olarak gören Tanpınar, Beş Şehir'in Bursa'da Zaman kısmında şunları yazar:
"İnsan, Bursa'da ikinci bir zaman daha var diye düşünebilir. ... takvimle, saatle alakası olmayan, sanatın, ihtirasın, imanın, yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında ebedi bir mevsim gibi ayarladığı velut ve yekpare bir zaman..." 

Hilmi Yavuz'un bellek mekân olarak adlandırdığı mekânlar gibi, Tanpınar'ın Bursa'sı da zihinseldir. Bellek-mekânlar Hilmi Yavuz'un kendi geçmişini taşırken, Tanpınar'ınkiler bütün bir tarihe tanıklık ederler. 

Eren Aksu / Kendi Saatini Ayarlamak ve Ayarlanmış Saatlerde Yaşamak makalesinden
Eren Aksu makalesine sorgulayarak başlamış. "Kendi saatimizi mi ayarlıyoruz, yoksa ayarlanmış saatleri mi yaşıyoruz? Saatlerinize iyi bakın, sizin saatinizin ayarını kim yapıyor?"
Hafızasını/zamanını elinde bulunduran bir insan, hayatındaki bütün ayarlamaları ondan aldığı sinyallere göre düzenler ve bu düzenlemede ne kendini ne de çevresini şaşırtacak bir durum vardır. HAYAT, HAFIZASINI ELİNDE BULUNDURAN İNSAN İÇİN NORMAL AKIŞINDA İLERLER. Aynı insanın hafızasını yitirdiğini düşünelim. O insan yabancı bir dünyanın içinde ne yapacağını bilemez hale gelir. Devletler de böyledir. Hafızasını yitiren bir devlet dostunu düşmanını bilemez, ne yana gideceğini şaşırır ve dışarıdan ayarlanmaya müsait hale gelir.

A.H.T., "Ne İçindeyim Zamanın" şiirinde zamanın içinde kaybolur, zamanı sorgular

Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir ânın parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş, abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık olmuş dünya, sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık, ortasında yüzmekteyim.

Zamanın ne içinde (iç dünya), ne dışında (dış dünya), hem içinde (hakikî zaman), hem de aynı anda dışındadır (mekân). Yani suyun damla damla akışı gibi kısa ve kesik değil, nehrin akışı gibi sürekli, kesintisiz ve parçalanmaz bir akış halindedir. Parçalanmaz, yekpare, bütün bir zaman...

"Bendedir korkusu biten şeylerin,
Çelik gagasında fecri taşıyan Mavi Kartal benim... 
Pençelerimde asılmış bir zümrüt gibidir hayat. 
Sonsuzluk ısırır güzel kavsimde, 
Susamış bir ceylan gibi zaman!"

Midnight in Paris 
Woody Allen'ın bu filiminde de eski zamanlara özlem vardır ve film içinde geçmişe (1920'lere) gidişler yaşanır. 
Geçmişe özlem bizim yaşadığımız döneme özgü bir şey değil. Yani Gil’in 1920’lere olan hayranlığında Gil’e veya o döneme özel bir durum yok. Özel olan şey nostalji kavramının kendisi. Gil nasıl Adriana’nın yaşadığı döneme hayransa, Adriana da Gauguin’in yaşadığı döneme ve Gauguin de Rönesans dönemine hayran. 
Bu durumun sebebini de Adriana açıklıyor: Şimdiki zaman seni tatmin etmez; çünkü zaten hayatın kendisi tatmin edici değil.
Zamanda yolculuğun farklı işlendiği bir film. Diğer zamanda yolculuk temasını işleyen filmler bilim-kurgu gibi gözüküyor ama bu filmde zamanda yolculuk meselesi daha umursamaz ve naif bir tavırla işlenmiş.

Zaman ve başlangıç herkesin merakı. Hayyam da "Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?" diye sormamış mıydı?
"Saatlerinize iyi bakın, sizin saatinizin ayarını kim yapıyor?"
Şimdiki zamanlarda telefonlar ve bilgisayarlar teknoloji marifetiyle saat ayarlarını kendi kendilerine yapıyorlar. Bize de uymak kalıyor.

Neler Öğrendik?
Voltaire saatçiydi.
Diş Kirası ve Zeynep Kâmil Hastanesi. Teşekkürleşme.
Laterjik Uyku
A.H.T. Beethoven tutkunu
Vidolu tavla
En çok saati müslümanlar, onların arasında da ülkemiz alıyor.

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
Kitabın anlatıcısı kendisi. Birinci tekil şahıs. Hayri İrdal. Ezik büzük bir adam. İnancı yok.
Halit Ayarci tam satışcı. Yoktan var ediyor. Başlamak başarmaktır diyor. Önce kendi inanıyor, sonra çevresini inandırıyor. Rahat adam. Hayatla oynuyor.
Cemal herkesin hayatını gasp eden bir vampir. Çocukken akvaryumdaki balıkların gözünü oyup akvaryuma geri atan ve can çekişmelerini izleyen bir adam.
İnsanın karşısına ilk sayfada böyle bir cümle çıkınca kitabı ne kadar seveceğini anlıyor: "İnsan çocukluğunda aldığı terbiyeyi unutmuyor" 
Daha ilk sayfada ders kitapları haricinde kitap okumanın aleyhinde olan baba gözüme çarptı.
10. sayfa"İnsan her şeyi açıkça söylemedikten sonra neden yazı yazsın?" 
14. Sayfa vidolu tavla. (vido İt. vedoOyunda kazanılacak sayıyı veya parayı iki katına çıkarma.)
15. sayfa, "Abdülhamit döneminde cemiyetimiz neşesizdi. Başta padişahın asık yüzünden gelen ve halka halka etrafa yayılan bu neşesizlik eşyaya da sirayet etmişti." "Saatler de sahiplerine benzer ve yürüyüşlerini ister istemez değiştirir."
16-17. Sayfalar, elbise ve değişim. "Ben artık bir başkasıyım!" diyebilmek. Giyilen kıyafete göre değişen karakterler. Birbirine benzemeler. Giyilen kıyafetten geçen alışkanlıklar. Ki İrdal'ın Selma hanım'a olan aşkı Cemal beyin Hayri İrdal'a verdiği kıyafetten geçer.
18. Sayfa, ilerilik-gerilik kavramları. Gerilik cezalandırılıyor, ileri düşünüşün hakkı teslim ediliyor. Çünkü, A.H.T.'ın da dediği gibi, "İnsan yaradılışı tam bir eşitliğe razı olamaz!"
21. Sayfa, İrdal, fakirliğin o kadar da kötü olmadığı ve imtiyazları olduğunu, kendisi için en belli başlı imtiyazı hürriyet olduğunu anlatıyor. Hürriyet nedir ne değildir sorguluyor.
24. Sayfa, Avrupa saatçiliğinde en iyi müşteri müslümanlar ve en çok da memleketimiz. 5 vakit namaz. "Saat Allah'ı bulmanın en sağlam çaresi."
29. Sayfa, radyo yani iletişimi kötülüyor. "Radyo münasebetsiz bir icattır!" diyor.
"Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz ama gün denen şeyi bir an önce harcamak için neler yapmayız!"
Tamir bekleyen, her şeyi olan kullanılamayan saatler için, "Yalnız orta katındaki odasında oturulan evler gibi..." tanımı çok hoş...
Muvakkithane, muvakkitlerin namaz vaktini ve saati tespit ettikleri, küçük çapta astronomi çalışmaları yaptıkları mekandır.
31. Sayfa, Bu kadar saat olduğunu okuduğumda 'Hook' filminde Peter Pan ve Kaptan Kanca arasında saat sesleri konusunu hatırladım. Olmayan ülkenin zamanı da yok ve saatler hiç çalışmıyor, çocuklar hiç büyümüyor.
32. Sayfa, zaman ve mekan cümlesi ve benim yazım. (Zamandan Mekâna Aşk ile Yaşayan Şehir Bursa)
33. Sayfa, saat, hayat, toplama bilgisayar gibi.
35. sayfa, "Ayar, saniyenin peşinde koşmaktır" der Nuri Efendi. "Ayarsız bir saatin hiçbir mazereti yoktur" der.
36. Sayfa, "Ayarı bozuk saatlerde zaman kaybediyoruz." diyor ve bunu "çıldırtıcı" buluyor.
37. Sayfa, İyi bir dinleyici olan İrdal'a bunun meziyet olduğunu söyler ve"Dinlemek insanın boşluğunu örter, karşısındaki ile aynı seviyeye çıkartır." der.
39. Sayfa, "İmparatorluk gibi konak da yavaşça dağıldı" der Abdüsselâm Bey.
48. Sayfa, hatanın hayattaki yeri tarif edilmiş.
49. sayfada, insana alışık, terbiyeli, bir kaplumbağadan bahsedilince aklıma Osman Hamdi'nin Yeşil Cami'nin ikinci katında resmedilmiş olan Kaplumbağa Terbiyecisi tablosu geldi. (O tablo da 1906-1907 yıllarında yapılmış)
52. Sayfa, "Altın imbikle değil, ruhla yapılır"
58. Sayfa, modernleşmenin doğa kanunlarına karşı gelişi "Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder." sözüyle anlatılmış.
59. sayfa, "Mektep, ne olacağım sualini geciktirir."
61. Sayfa, hüddam 
61. sayfa, "Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan daima diğer hadiselerdir." Allah bunu unutturacak dert vermesin deriz.
63. Sayfa, Büyük hala kendi ölümünün beklendiğini biliyor ve "kimsenin ölümünü beklemeyin, en büyük günahtır!" diyor. Hala inadına yaşıyor. Hala kendini ölümü beklenen kişi olarak konumlandırıyor..
65. Sayfa, Ölüm sanılan laterjik uyku halanın dirilişi ile eve dönüşü muhteşem anlatılmış.
69. sayfa, Hala, ihanetine şahit olduğu kendi servetine düşman oluyor ve onu saklamayıp harcamaya başlıyor.
70. Sayfa, "Hayat denen bir şey var." (Yeniden yaşama şansı verildi sanki halaya)
73. Sayfa, "Masallar adla başlar" şahsiyet için isim önemli. "Eşyanıza isim verirseniz ona şahsiyet kazandırmış olursunuz."
74. Sayfa, eski dil çok baskın. Okurken sadeleşmesi gerektiğini söylediğim hukuk dilini düşündüm.
Bir de failatun failatun failun dedim.
75. sayfa, "Hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı."
76. sayfa, "Yalanın sihirli çizgisi içinde olmak."

1. Bölümün sonu 1. Dünya savaşı başlar.
2. Bölümün başı, 1. Dünya savaşı bitmiş.

81. Sayfa, Okullarda okuyacak kimse kalmamış. Ödül teşvikiyle öğrenci aranıyor.
83. sayfa, İrdal, konağa davet edilen üvey annesinin babasıyla mesut olduğunu sandığı evi terk etmeyişini ve konağa gelmeyişini, "Sadece düşünceye ait, zan üzerine kurulmuş saadet hatırasının çok kuvvetli olduğunu", sonunda Abüsselâm Bey'in bile hürmet etmeye mecbur kaldığını söylüyor.
84. Sayfa, Abüsselâm Bey'in evinden ayrılmayı, "muhabbet esirliğinden ayrılmak" olarak tanımlayan Emine'nin cesareti. Fakat ayrılamıyorlar.
86. Sayfa, "Hâl yoktur, mazi ve onun emrinde bir istikbal vardır. Biz farkında olmadan istikbalimizi inşa ederiz." Abdüsselâm beyin çöküşünde Osmanlı'nın çöküşünü gördüm.
89. Sayfa, Ferhat Bey'in evden ayrılıp karısının evine yerleşmesine içerleyen Abüsselâm Bey'in, "Fakir bir sey bulamadı mı?" sorusunun altında yalnızlık korkusu ve insan sevgisinin ötesinde bir zapturapt altına alma arzusu korkutucu.
111. Sayfa, Şerbetçibaşı Elması yalanı, Can Kuseyri'nin Contorium Elementi yalanı. Her dönem yalan var, yalana inanan insanlar var. Yalan ağızdan ağza beslenerek "gerçekten" daha güçlü hale geliyor. (Namuslu filminde kendisine büyük ikramiye çıkmadığına bir türlü inandıramamıştı.)
118. Sayfa, Dr. Ramiz, "Bari bundan sonra biraz gayret etseniz." (Hastalığa uygun rüya görmüyor diye kızıyor gibi)
132. Sayfa, Kahvedeki sınıflar anlatılmış. Nizamıâlemci, Esafil-i Şark, Şiş Taifesi.
135. Sayfa, Kahvede yaşayan insanları "Aralıkta yaşayanlar" olarak tanımlıyor Ayarcı. Kapının dışında kalanlar, mazi ile alakası olmayan, yarı şaka yarı ciddi tembel bir hayat.
"Her iş iş değildir. İş evvela bir zihniyet ve zaman telakkisidir."
138. Sayfa, "Şoför" sözcüğünün söylenişini tasviri muhteşem. "İki dudağın arasında bir öpüş taklidine benzeyen ve ilk hecede havaya bıraktığını ikinci hecede âdeta geriye alan kelime."
144. Sayfa, "Uykunun peteğini masum rüyaların balı ile doldurmak."
• 147. Sayfa, "Kaçmak, her şeyi bırakıp gitmek!" istiyor. Fakat cesareti yok. Sahne mutlulukları kahvedekilere sığınarak buluyor. 
• 153. Sayfa, Karısının firar anahtarı, istemsizce inandığı hayaller vs.
• 181. sayfa, "İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir."
• 182. Sayfa, "Kaçmak için bir içim var mıydı?" diyerek kendini sorguluyor.
• 187. sayfa, Karısı Pakize rüyalarını sıcak sıcağına anlatırken, İrdal da "Gündüz hayatında mahrum olduğu şeyleri uykuda nasıl ele geçirdiğini öğrendim." diyor. Kavgaları ne kadar çetin biterse İrdal ayrı yatacağı için o kadar mesut oluyor.
• 193. sayfa, "Biz fakirler böyleyizdir. Kader sarayında bizim işlere bakan büro hiç şaşmaz, ihmal etmez. Zihnimizden geçen en uzak, en masum ihtimallerin bile ceremesini öderiz."
• 195. sayfa, "Bazı insanlarım ömrü vakit kazanmakla geçer. Ben zamana, kendi zamanıma çelme atmakla yaşıyorum."
• 196. Sayfa, Selma hanımın bedenini keşfedişi. Seksi buluşunu zarafetle anlatışı. Selma hanımın bedenini "Birinci sınıf bir kadın vücudu" olarak tanımlayışı. Bu gemi ile  dünyanın en güzel seyahatlerini yapabileceğini görüşünü. Ve bu hatıranın hazzı ile damat adayının dayak yemesine şahit olma anının hazzını eş tutması.
• 212. sayfa, "Yeni gelen adam bir el işaretiyle bizi yeniden yarattı." Ayarcı'dan daha güçlü bir adamdı bu. Barbunyada ana baba bir kardeş olmuşlardı, gerisine lüzum yoktu. Halit Yarcı hariç herkes durumdan büyülenmişti.
• 213-214, bu sayfaları Twitter'daki çocuklar yazmış gibi bir his bıraktı içimde
• 215. sayfa, "Kudreti benimsemek. Kişinin kudreti ya da kudretin kişi benimsemesi. Hüviyete sinen iktidar."
• 224. Sayfa, Zevk isi, kalabalık, ümitsizlik, "İşler karışınca zevkten ümit kesilir." Bir felaket olduğunda Önce konserleri iptal ediyoruz gibi mi?
• 224. sayfa, "Herkes kendi boşluğunu bir parça duygu ile doldurmak, kendini süslemek istiyor".
• 224. sayfa, "Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur."
• 225-226. Realist olmak ve realizmden istifade edebilmek anlatılmış.
• 229, boşanma güçlüğü
• 231. sayfa, "Bir işim vardı, fakat yapacağım iş yoktu."
• 235. sayfa, Hademenin kimsenin kendisini çalıştırmamasını, azarlamamasını "kendini ölmüş de cennete düşmüş olarak düşünmesi" Hayri İrdal'ın kendisini herkesin cennet hayali ile ilgili sorgulamasına sebep oluyor.
• 239. sayfa, Yusuf Kamil Paşa - Sultan Aziz hadisesi. Zeynep Kamil Hastanesini yaptıranlar Zeynep Kamil - Yusuf Kamil
• 240. sayfa, "Teşekkürleşme adabı". Kabulleniş, tevazu, birazını kendine ayırış, geriye kalanı karşıdakine tekrar geri veriş. "Aman efendim hepsi sizin sayenizde. Yok canım ne demek ben şu kadarcık yaptım, gerisi sizin eseriniz." der gibi.
Diş Kirası ve İade-i teşekkür:
Ramazanda misafir ağırlamanın çeşitli seremonilerinden birisi de, bugün artık unutulmaya yüz tutan bir gelenek olan diş kirasıdır. Diş kirasında, misafirler ayrılırken onlara küçük kadife keseler içinde hediyeler takdim edilir. Ev sahibi bununla; “Misafirim oldunuz, benim sevap kazanmam için siz eziyet çektiniz, dişlerinizi yordunuz, bu da sizin dişinizin kirası olsun." demek isterdi.
Misafirler iftarını yapıp teraviye gitmek üzereyken hane sahibi tarafından kadife keseler içerisinde gümüş tabaklar, kehribar tespihler, oltu taşlı ağızlıklar, gümüş yüzükler, gümüş akçe veya altın paralar bir kadife kese içerisinde diş kirası olarak verilirdi. 
Tarihimizde en yüksek diş kirası, Sadrazam Yusuf Kamil Paşa'nın Sultan Abdülaziz'e takdim ettiği olsa gerekir.
Bir Ramazan gecesi, Vezneciler'deki Zeynep Hanım Konağı'nda verilen mükellef iftardan sonra Yusuf Kâmil Paşa, konağa ait hüccet, temessük, senet ve değerli evrak olarak ne varsa hepsini altın tepsilere doldurarak padişaha arz eder. Sultan Abdülaziz ise, "Bunlar makbûlum oldu, yine sizlere veriyorum. Her hal ve hareketiniz hoşuma gitmektedir" dediğinden bahseder.
• 248. sayfa, İşlerinden başka yapacak işi olmayanların zamanla işi olmaz. Yetişecek yerleri ya da yetiştirecek işleri yoktur.
• 249. sayfa, "Ölülerin zamanla hiç alakası kalmaz." Grafikteki tek siyah çizgidirler.
• 250. sayfa, Grafik tasarıma uydurulan istatistik de oluyormuş demek. İstatistiğin grafiği yapılır biliriz oysa.
• 251. sayfa, Etrafa zaman şuuru vermek. Saat bir vasıta, bir alet.
• 256-257. sayfa. Plak insan, otomasyon, distopya vs...
• 264. sayfa, Korku yılanı. "Korku bir kere içimize yerleşti mi bulandırmayacağı hiçbir şey yoktur."
• 265, Hayatından şikayet etmesi ve herkese benzemesi ile Selma Hanım bir anda Hayri'nin gözünde değer kaybına uğruyor. Ne kadar da şekilci ve kendi istedikleri gibi hayal ediyor erkekler her şeyi.
• 266, "Hayalindeki yerden inen, herkese benzeyen Selma." İnsan talihi bu. Hiç kimse yıldız olarak kalamıyor.
• 271, Hayri İrdal, Ahmet Zamanî'yi yaratmakla "tefrika halinde bir yalan" olduğunu söyler.
• 279, Voltaire saatçi imiş. 1770’lerde İsviçre’nin Ferney kentinde yaşarken Voltaire, bir grup İsviçreli horologla birlikte, kendi evinde bir saatçilik işi başlatmaya karar verdi. Yönetici ve sermayedar olarak yetmişlerindeki Voltaire’le, bu uğraş kısa zamanda köy çapında bir endüstri haline geldi ve Ferney saatleri Avrupa’nın en iyileriyle rakip oldu. Bir defasında Vatikan Büyükelçisi’ne bir mektubunda saatleri ile ilgili “Saatlerimiz çok sağlamdır” diye yazmıştır, “Çok şık, çok iyi ve ucuz”. Voltaire, işletmeyi Ferney ekonomisini desteklemek için bir yol olarak gördü ve kaymak tabaka olan geniş çevresini olası alıcılar bulmak için kullandı. Nihayetinde saatlerini Büyük Catherine ve Fransa Kralı XV. Louis’in beğenisine sunmayı başardı.
• 287, "Tarih günün emrindedir." İstersek tarihleri çarpıtabilir, yaşamamış kişileri yaşamış gösterebiliriz.
• 295, "Ben etrafımı sevmezsem rahat edemiyorum." (Severlerse zarar vermezler ve güvende olursun demek mi bu?)
• 296, Hayri Emine'yi özlüyor. "Birbirine alışmış, birbirini tanıyan ,iki araba atı gibi hayat yükünü hep yan yana, birbirimizi gözeterek taşımak ne iyi olacaktı."
• 304. sayfa, "Yalan veya hakikat diye bir şey yok. Asrına uymak, onun adamı olmak var."
• 305, Hayri değişti. Artık inanıyor.
• 308, Yalanı ortaya çıkınca edinmelerini kaybetmekten delice korkuyor.
• 309, "Yalana ancak yalanla karşı konabilir. Bu işte hakikat üzerinde ısrar sadece sönük bir inat olurdu. Bizi silahımızla vuruyor."
• 312, Para ve menfaat için çalışma. İnanarak çalışma. "Sizdeki korku kendinize imansızlıktan."
• 313, "Cemal bey benim mazideki ıstırabımdı."
• 316, Salim Bey'in karısı Nevzat'a olan sevgisiz aşkında "Sevmek mi elde etmek mi?" diye sorguluyoruz.
• 318, "Biz kabahati üzerine yüklenen insanlarız."
• 320, "Tecrübe sahibi demek yıpratılmış olmak, muayyen hudutta ve muayyen fikirlerde donmuş olmak demektir. Bu cins insanlardan bize hiçbir zaman hayır gelmez."
• 324, Nevzat'ın yüzündeki tebessümün tarifi müthiş.
• 329, Aşktan kaçan Halit beyin aşk üzerine ettiği kelamlar. Yakınlaşma korkusu had safhada.
• 331, "Saat Mübarek bile değişti. Para, refah, fazla kazanma hırsı hepimiz gibi onu da değiştirdi." Saatin içindeki Derviş kılıklı adam saatten dışarı çıkıp da Hoşgeldiniz deyince, büyük hala onun Şeyh Ahmet Zamanî efendi olduğunu izah etti. 
• 332, "Hepimiz Halit Ayarcı'nın elinde kukla gibiydik."
• 345, "Hata denen şey, tashih etmek budalalığında bulunanlar için mevcuttur. Biz onun varlığını kabul ettiğimiz andan itibaren her türlü hatanın üstündeyiz"
• 347, Bilmek ve yapmak. "Bilgi bizi geciktirir. Mesele yapmak ve yaratmaktır."
• 348, Kazanımlar ve vazgeçiş, vazgeçemeyiş...
• 349, "Kazanan hep aynı şeylerin üzerine ve sonuna kadar kaybetmek üzere oynar."
• 359-360, "S.A.E. şimdiye kadar vaat ettiği her şeyi yaptı." Saat sevdası. Jartiyerdeki saat vs. 2. Mahmut, altın saat hediye. Erkek çocuklara sünnette saat hediye edilirdi.
• En meşhur saat markası ve İsviçre saatleri. En pahalı saatler ve en pahalı saatler.
• 363, Oğlu işle olan ilişkisinde işin faziletini görüyor. İş insanı temizler, güzelleştirir, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında münasebet kuruyor. İş aynı zamanda insanı zaptediyor.
• 369, "O kendisi olmak için belki beni unutmaya muhtaç. Fakat ben ancak onun sayesinde kendim olabiliyorum."
• 374, Yeniliği ucu kendine dokunmamak şartıyla seviyorlar. Hayatlarında emniyetli ve sağlam olmayı tercih ediyorlar
• 375, Boks maçı tarifi. Önce bakamayız, sonraysa heyecanlanırız. "Ringe buyrun" deyince iş değişir.
• Son sayfalar enstitünün lağvedilmesi. Biten dostluklar.
• Halit AYARCI'nın gelişi ve yeni haberle hemen düzelen dostluklar.
• Aldandığını anlayan adam Halit Ayarcı
Hem iş yarattılar, hem duayen Ahmet Zamani'yi yarattılar.

Kişisel gelişimin alası bu kitapta var. Kitap okusalar kişisel gelişimlerine katkı olur, kişisel gelişimci peşinde koşmazlar.
Saat önemli. Zamanı bilmek önemli. Güneşe, doğaya bakarak öğrenilen zamanın yerini önce makineler, sonra teknoloji aldı.
Bir eyleme girişecek ekip önce saatlerini ayarlar, hatırlayın.

Bir yılın değerini anlamak için:
Final sınavını geçememiş bir öğrenciye sor.
Bir ayın değerini anlamak için:
Erken doğum yapmış bir anneye sor.
Bir haftanın değerini anlamak için:
Haftalık bir gazetenin editörüne sor.
Bir saatin değerini anlamak için:
Buluşmak için bekleyen aşıklara sor.
Bir dakikanın değerini anlamak için:
Treni, otobüsü ya da uçağı kaçıran birine sor.
Bir saniyenin değerini anlamak için:
Bir kazadan sağ çıkan birine sor.
Bir milisaniyenin değerini anlamak için:
Olimpiyatlarda gümüş madalya kazanmış birine sor.

Zeynep-Kâmil
Zeynep Kamil Hastanesi 1862'de kuruldu ve bulunduğu semte de adını verdi. Ancak bu hastanenin hikayesi biraz farklı. "Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi” adıyla bilinen o yer aslında ölümsüz bir aşka ev sahipliği yapmakta. Mısırda doğan ve İstanbul'da sona eren bir sevginin hikayesini barındırıyor. 18'inci yüzyılın Ferhat ile Şirin'i olarak bilinen Zeynep ve Kamil'in hayatı bir hikaye değil gerçek. İşte 155 yaşındaki hastanenin hikayesi...
Yoksul bir ailenin çocuğu olan Yusuf Kamil, Malatya'nın Arapgir ilçesinde doğdu. Küçük yaşta yetim kalan Yusuf Kamil'i amcası Osman Paşa yanına alarak okuttu. Zeki, becerikli, dürüst ve çalışkan olan Yusuf Kamil, 21 yaşında Divan-ı Hümayun Kalemi'nde katip oldu. Yaklaşık 5 yıl İstanbul'da çalıştıktan sonra Mısır'a Vali Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın sarayına atandı.
Züheyla Zeynep Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın 3 kızından biriydi. Hidiv Sarayı'nın prensesiydi. Kahire'nin yoksullarına yardım eder, elinden geldiğince herkesin dertleriyle ilgilenirdi. Züheyla Zeynep ile evlenmek isteyenler çoktu ancak babası üzerine titriyor, kızına layık birini arıyordu. 
Pek çok blogda ve sosyal medyada da yer bulan hikayeye göre kader Yusuf Kamil ile Züheyla Zeynep'i Kahire'de buluşturdu. Katip Kamil, Hidiv Sarayı'nda işe başladıktan sonra Vali Mehmet Ali Paşa ile tanıştı. Kısa sürede gözüne girerek güvenini kazandı. Konuşması ve yazılarıyla Vali Paşa'yı öylesine etkiledi ki bir süre sonra Mısır Hazinesi'nin katibi oldu. Yeni görevi nedeniyle sık sık valinin yanına çıkıyor, kızı Züleyha Zeynep'i görüyordu. İkisi de birbirinden etkilenmişti.
Bir süre sonra Yusuf Kamil, Vali Mehmet Ali Paşa'nın evladı gibi oldu. Hızla rütbe atlayan Yusuf Kamil, 30'lu yaşlarına geldiğinde Albay olmuştu. Bir gün Vali Mehmet Ali Paşa, Yusuf Kamil'i yanına çağırarak, "Zeynep ile birbirinize yakışıyorsunuz, kızımı sana nikahlıyorum" dedi. Dillere destan bir düğün sonrası Prenses Zeynep, Kamil ile nikahlandı.
Ancak sarayla bu evliliğe karşı çıkanlar çoktu. Kim oluyor da bu Kamil denen sıradan bir halk çocuğu Kavalalı ailesinden kız alıyordu. Evlilik o kadar tepki aldı ki Saray'ın huzuru kaçtı. Mehmet Ali Paşa, ortalık yatışsın diye Kamil'i İstanbul'a gönderdi. 1845 yılıydı, Sultan Abdülmecid kızı Adile Sultan'ı evlendiriyordu. Kamil, Mehmet Ali Paşa'nın tebriklerini ve hediyelerini sunacaktı.
Adile Sultan ile Kamil arasında sıcak bir dostluk oluştu. Abdülmecid, Kamil'i Mirimiranlık rütbesine yükseltti. Kamil Mısır'a geri döndüğünde bütün kayınbiraderleri ile Mısır'ın ileri gelen eşraf ve devletlilerini kendisine cephe almıştı. 
Bir süre sonra Kamil ile Zeynep’in hayatı kabusa dönüştü. Önce Mehmet Ali Paşa, ardından yerine geçen oğlu İbrahim Paşa öldü. Yeni Vali Abbas Paşa, Kamil’e diş bileyenlerin başında geliyordu. Koltuğa oturur oturmaz Kamil’e boşanacaksın dedi. Direnince Asvan’a sürgüne gönderildi. Hastalandı, doktor istedi verilmedi.
“Ya boşanacaksın, ya zindanı boylayacaksın” dediler.. Tam zindanı boylayacak iken, prenses Zeynep’in gönderdiği terliği aldı Kamil. Ve terliğin astarındaki gizli aşk mektubunu okudu. Mektupta, “Hastasın, zindana girme..Seni ömrümün sonuna kadar bekleyeceğim” yazıyordu. Kamil bu satırları okuduktan sonra gönül rahatlığıyla ve hiç tereddüt etmeden kendisine zorla uzatılan boşanma belgesini imzaladı.
Kamil’in sürgündeki üç ayı dolmuştu. Sultan Abdülmecid’i durumundan haberdar etti. Çok sinirlenen sultan Abdülmecid, Mısır Valisi Abbas Paşa’ya sert bir ferman gönderdi. Fermanda “Bizzat kendin Asvan’a gidip, Yusuf Kamil’i sağ salim buraya göndereceksin” yazıyordu. Ferman padişahındı.
Sürgün bitmiş, Kamil İstanbul’a dönmüştü.. Sıra Zeynep’i getirmeye kalmıştı. Yine bir yolunu buldu ve derdini Sultan Abdülmecid'e açtı. Abdülmecid, Abbas Paşa’ya yine bir ferman yolladı, “Tez elden Züheyla Zeynep hanımı İstanbul’a gönder” dedi. Abbas Paşa tez elden gönderdi Prenses Zeynep’i. Yıllar sonra Kamil ile Zeynep nihayet birbirine kavuşmuştu. Zeynep ve Kamil'e ikinci kez nikah kıyıldı. Damadın şahidi Sadrazam Reşit Paşa, gelinin şahidi ise Şeyhülislam Arif Hikmet Bey oldu..
Üsküdar’da bir yalıya yerleştiler. Zeynep, kocasına kavuşmasının mutluluğuna tutunmuş, iyiliklerini de artırmıştı. Tüm bu iyiliklerin ve aşklarının arasında yaş aldılar. Ama çocukları olmadı. Onlar da birçok yetime ana baba oldu. Sonra Üsküdar Nuhkuyusu'nda bir arsa aldılar ve 100 yataklı bir hastane kurdular. Hastalar burada ücretsiz bir şekilde şifalarını buldu.
Geri kalan her şey de en ufacık bir noktasına kadar düşünülmüştü. Göz kamaştıran bahçesi, külliyesi… Hatta külliyeyi bir de camii ile taçlandırdılar. Hatta zamanı geldiğinde yan yana ölümsüz aşklarıyla yatacakları türbeyi bile unutmadılar…
Zeynep Kamil Hastanesi'nin bahçesindeki türbede Prenses Zeynep ile yoksul delikanlı Kamil yan yana yatmaktadır..

1,5 milyona yakın doğum ’un gerçekleştiği Zeynep Kamil Çocuk Doğum Hastanesinde doğan, Barış Manço, Bülent Ersoy, Burcu Esmersoy, Zara, Nadide Sultan ve Murathan Mungan gibi, meşhur olmuş çok sayıda siyasetçi, sanatçı ve sporcu bulunuyor. Üsküdar’ın Zeynep Kâmil semtine adını veren Zeynep Kâmil Çocuk Hastanesinde, yüzyılı aşkın bir süreden buyana dünyaya gelen tüm kız bebeklerin göbek bağları Zeynep, erkek bebeklerin göbek bağları ise Kâmil adıyla kesiliyor…
Ablam da Zeynep Kâmil doğumludur. O yüzden adı Zeynep Candan... :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder