Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. sınıf öğrencisi Enes Kara kendini, eskiden TSK'da sözleşmeli uzman çavuş olan Oktay Dönmez ise eski nişanlısı Avukat Dilara Yıldız'ı aynı gün öldürdü.
14 Ocak tarihinde hemşirelik öğrencisi Melike Ş. ile hemşire Adile K. şüpheli şekilde balkondan düşerek can vermişlerdi.
Dayısı tarafından darp edilerek öldürülen 2 yaşındaki Ayşenur Kazık ile kocası tarafından silahla öldürülen 31 yaşındaki Gözde Korku 15 Ocak'ın kurbanlarıydı.
Raziye Oskay, Funda Koyuncu, Edanur Demir, Safiye G.,Nurcan K., Valeria Nesterska 2022 yılının ilk kadın cinayetlerinin maktulleriydi. Kocaları ya da eski kocaları, nişanlıları ya da eski nişanlıları tarafından, yani "kendilerini sevdiğini söyleyen adamlar" tarafından acımasızca katledilmişlerdi.
2018'den bu yana öldürülen kadın sayısı 400'ün altına düşmüyordu.
Nasıl bir sevgiydi bu böyle?
Ölümüne sevmek buysa eğer, neden seven değil de "sevilen" ölüyordu?
Öldürülenlerin bir anda hayattan kopartılıp alınması ne kadar acıysa, çaresizlik içinde kalıp çıkış yolunu bulamayan bir insanın kurtuluşu ölümde bulması bir o kadar acı.
Gittikçe artan umutsuzluk ve karanlık, gençleri ya yurtlarını ya da bedenlerini terk etmeye zorlar oldu.
Bizim nesiller nasıl olduysa umudunu hiç kaybetmeyen bir nesil olarak tarihe geçti. Belki geçmiş günlerin savaş ve kıtlık anılarıyla büyümüş olmak, yerle yeksan olmuş bir ülkenin baştan yaratıldığı günlere şahitlik etmek bizlere şükretmeyi öğretti. Bir amaç vardı, bir hedef vardı, tünelin ucunda hep bir ışık vardı.
50'li yıllardan sonra ülkeyi adım adım geriye çeken anlayış, küreselleşen dünya üzerinde her şeyden an be an haberdar olan yeni nesillere hitap edemedi.
Bilinçli olarak "dindar ve kindar" yetiştirilen bir güruh, dinden bihaber ama kinle yüklenmiş olarak sokaklara salınıverdi.
Hoşgörü üzerine bina edilmiş olan din, zorbalar elinde zorbalıklar silsilesine dönüşen, tehdit eden, kafa kesen, taciz ve istismar eden bir dine dönüştü.
Din durduğu yerde duruyor ve hâlâ "hoşgörü" diyorsa da, dini uygulayanlar ağızlarından kanlı tükürükler saça saça, vahşi naralar ata ata gelenin geçenin "dinini" sorguluyorlardı.
Yoksa kendilerini Sual Melekleri Münker ve Nekir'in yeryüzünde vücut bulmuş hali mi zannediyorlardı?
Böyle bir dünyada daha fazla yaşamaya razı gelmedi Enes Kara. İçinde yaşamaya zorlandığı dünyaya ait değildi. Kalırsa onlar gibi olmaktan korktuğu kadar, gitmeye kalksa gidecek bir yerinin olmaması korkutuyordu onu besbelli.
Onu dinleyen yoktu, anlayan yoktu, elini omzuna koyup "Tamam evladım, sen nasıl istiyorsan öyle olsun." diyen yoktu.
Her şey onun "iyiliği" için ve onu "çok sevenler" tarafından yönetiliyordu.
Onlar her zaman en iyisini biliyor, onun için en iyisini istiyorlardı.
Enes için iyi neydi, en iyi neydi, kimse ona sormuyor, yakarışlarını duymuyordu.
İnsan sevdiğine böyle zarar veriyordu işte. Anlamaya çalışmıyordu ama "seviyordu".
Çok fazla sevmekten mantığı çalışmıyor, duygularına kapılıp aklını kullanamıyordu.
Hele de etrafta akıl verenler fazlaysa, takma aklın peşine takılmayı marifet biliyordu.
Akıllı uslu yazdığıma bakmayın, içimdeki isyanlar, volkanlar, ateşler birbiri ile yarışıyor, hepsi birbirini daha çok alevlendiriyor, harlayan ateş bütün bedenimi yakıyor.
Hangi tarafa baksam insanımızı dibe çeken, aklımızla alay eden, göz göre göre yalan söyleyen, yılışık gülüşlü, utanmaz, küstah, kibirli, zorba, küstahlığı ve zorbalığına paye verilen kişiler görür oldum.
Azdılar, çok oldular. Çok oldukça azdılar, kaplarına sığamaz oldular.
Her alanda muhtaç oldukları eğitimli insanları birer birer yok etmeyi kendilerine hak gördüler.
Doktora şiddet kadına şiddet ile yarışır oldu.
Kadınsız, doktorsuz, mühendissiz, avukatsız, öğretmensiz bir dünyaydı istedikleri besbelli.
Gittikçe artan bu şiddet fırtınası nesli tükenen efendi insanları korkuttu, sessizleştirdi, içine kaçırdı.
Yeni nesil ise çareyi kendini dışarı atmakta gördü.
Yukarıda da dediğim gibi, ya ülkesinden kaçtı ya da bedeninden ayrıldı.
Tek istediği insanca yaşamaktı oysa.
Gençliğinin enerjisi ile spor yapmak, eğitim almak, sosyalleşmek, kültür sanat faaliyetlerine katılmak, okumak, izlemek, gülmek, eğlenmek ve geleceğe böyle hazırlanmaktı.
Eski nesiller çok zorluk çekmişlerdi evet. Tüm o zorluklara gelecek nesilleri rahat etsin diye katlanmışlardı.
O zaman dert neydi? Çocuklar rahat bir ortamda da geleceğe hazırlanamaz mıydı? İlla ki onlar da acı mı çekmeliydi?
"Ben yaşamadım o yaşasın!" mantığı ne kadar hastalıklıysa, "Ben yaşadım o da yaşasın!" mantığı aynı derecede hastalıklıydı kısacası.
Bir türlü ortayı bulamıyor, dengeyi sağlayamıyorduk.
Nefret soslu sevgiler, dayatma soslu ilişkiler, gülen yüze düşman asık suratlı dindarlar, trafikte, çarşıda pazarda birbirinin üzerine zıplamaya hazır sıradan insanlar...
İlmek ilmek işleyerek getirdiniz bizi buraya, biliyoruz.
Yine de biz Cumhuriyet Çocukları, biz Atatürk Gençleri, bizler umudumuzu yitirmedik. Tünelin ucundaki ışığa doğru yürüyoruz usulca.
Biliyoruz ki karanlığın en koyu olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu zamandır.
Biliyoruz ki hiçbir adaletsiz düzen sonsuza kadar var olmaz. İlahi denge yanlışı her zaman düzeltir, yolunu şaşıran yolcuyu olması gereken yola sokar.
Yolunu değiştirseniz de, su akar yolunu bulur. Yolunu bulana kadar taşkın yaşatır, sel olur önüne çıkan ne varsa sürükler, getirir çamurun içine bırakır.
Çiçekleri Koparmayın!
Başka ülkelerin bahçelerinde de yazar mı bilmem ama "Çiçekleri Koparmayın" yazar bizim bahçelerimizdeki tabelalarda. Bilinir ki kopartarak çiçek sever bizim insanımız. Dalında kalsın istemez. Kendi istediği yerde, kendi istediği biçimde dursun ister.
Suyunu eksik etmese de üç güne kurur o çiçek konduğu yerde. Onu atıp yenisini kopartmak kolaydır nasılsa.
Lakin, insanın ölenini atıp yerine yenisini koyamazsınız bir çırpıda.
Bizler insanız. Vazodaki çiçek, bilgisayar oyunundaki "can" değiliz.
Gidersek dönmeyiz...
16 Ocak 2022 / C.E.Y.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder