1 Mayıs 2025 Perşembe

Yukarı Fırat'ın Gakgoşları

İnsan okuduğu bir kitabın her satırını, izlediği bir filmin her sahnesini, gezdiği bir şehrin her sokağını hatırlayamaz. O her şeyi hatırlamasa da her şey beyninin kıvrımlarına yerleşir satır satır, sahne sahne, sokak sokak. Kitabın son sayfasını okuyup kitabı kapattığında, filmin sonunda jenerik akmaya başladığında, gezi bitip kendi şehrine döndüğünde dilinde bir tat kalır. Bazen kekremsi, bazen acı, bazen tatlı, bazen sası bir tattır bu. Tattan öte bir anlayış, bir farkındalık, bir bakış açısı kazanır insan. Kendi penceresinden gördüğü şeylerin diğer pencerelerden nasıl göründüğüne şahit olur. Başka insanlarla, başka coğrafyalarla, başka anlayışlarla, başka anlatışlarla tanışır, onlarla zenginleşir, onlarla derinleşir.
Pablo Neruda'nın "Yavaş yavaş ölürler seyahat etmeyenler" dediği gibidir hayat. Konfor alanlarının dışına çıkmayıp alışkanlıklarını değiştirmeyenler için dümdüzdür. Heyecansız, sevinçsiz, neşesiz ve meraksız. Makinelere bağlı yaşayan bir hastanın hayatı gibi, "stabil".
Bizde de "Çok yaşayan mı bilir çok gezen mi?" sorusu vardır. Köyünden çıkmadan bilgeliğe ulaşanlar ile dünyayı gezip hiçbir gelişme göstermemiş olanlar bu sorunun "çok gezen" cevabını yerle bir etse de, hem yaşamak hem okumak hem de gezmek lâzımdır. 
Ozanın "Hem okudum hem de yazdım, yalan dünya senden bezdim" dediği gibidir bazen de hayat. Ne kadar bilirsen o kadar mutsuzsundur.
Sonuç itibarıyla, gezmek, görmek, öğrenmek, anlamak, hazmetmek lâzımdır. 
Gezerken de sadece yurt dışını değil, kendi yurdunu da keşfetmek lâzımdır. Ki ülkemiz tarihiyle olsun, coğrafyasıyla olsun müthiş zenginliklere sahip. Bununla ilintili olarak aynı zenginlikte kültürler barındırıyor. 

Doğu Anadolu - Dolu Anadolu
Türk Ekspres ve Özge Ersu iş birliği ile düzenlenen ve Özge Ersu'nun "Dolu Anadolu" ismini verdiği gezi tanıtımını gördüğümde yukarıda yazdığım duygularla "katılıyorum" dedim.
22–27 Nisan arasında beş gün boyunca Elazığ'dan Erzincan'a uzanan bir rota üzerine adım adım gezecek, yöreye özel lezzetler tadacak, yurdumuzun doğusunu dolu dolu yaşayacaktık. Kısacası, kaçmazdı...
Özge Bey'in her zamanki özeniyle her dakikasını yazdığı program yerel rehberimiz Ali Velioğlu'nun katkılarıyla hiç aksamadan işledi ve biz gezi konuklarına da bu programın keyfini sürmek kaldı.
İlk durağımız olan Elazığ'a inip otelimize yerleştikten ve biraz dinlendikten sonra kendimizi Elazığ sokaklarına attık. Elazığ Kent Müzesi ziyareti, envai çeşit ürünün satıldığı Kapalı Çarşı, Çarşı Fırını'nda ayaküstü şekerli pide atıştırmacası, çay molası, "sekiz köşeli şapka" imalatçısı "Özeniş Gakgoşlar Şapka Atölyesi"ne uğramaca ve sahibi Nevzat Yentur ile sohbet derken Doğu Anadolu'daki ilk günümüzü tamamladık. 
Yarın büyük gün. Çünkü, "Çok büyük bayram bu bayram herkese kutlu olsun"...

23 Nisan Mutlu Olsun
"Bugün 23 Nisan, hep neşeyle doluyor insan" diyerek Atatürk Anıtı'na "Dolu Anadolu Konukları" çelengini bırakıp İstiklâl Marşımızı söylüyor, ardından otobüsümüz ile yola revan oluyoruz.
İstikamet, kuzey batımızda kalan Keban...
Rehberimiz Özge Ersu yolculukta sözü bir ara Ali Velioğlu'na bıraktı. Malatyalı bir elektrik-elektronik ve endüstri mühendisi olan ancak hayat akışının kendisini profesyonel rehber haline getirdiği Ali Bey sözlerine Elazığ-Malatya arasındaki çekişmelerin hikâyesini esprili bir dille anlatmakla başladı. 1941 yılında kurulan ama şimdilerde kapalı olan Elazığ Cüzzam Hastanesi ve Türkan Saylan'a, ardından Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi'ne değindikten sonra sözü Elazığ'ın coğrafi konumunu getirdi.
Elazığ'ın tüm etrafı sularla kaplıydı. Türkiye'nin ilk barajı olan Keban Barajı, Elazığ'ı Diyarbakır ile sınır yapan Karakaya Barajı, Dicle'nin doğduğu Hazar Gölü ve pek çok çay, dere, nehir hep Elazığ sınırları içindeydi... (Gezimiz boyunca kâh sağımızda kâh solumuzda, kâh sakin kâh coşkun akarak bize eşlik eden Munzur çayına, dağdan taştan fışkıran sulara, suya yansıyan ve birbirinden güzel tablolar yaratan bulutlara, ağaçlara, karlı dağlara hayranlıkla şahit olduk.)
Otobüsten dışarıyı izlerken dağlara taşlara "Ne mutlu Türk'üm diyene!" yazıldığı, Türk Bayrakları ve Türkiye haritaları resmedildiğini görüyoruz. (Gezi boyunca geçtiğimiz her yerde gördüğümüz yalçın kayalıkların zirvelerindeki Türk bayrakları bize Türk askerinin her daim tetikte olduğunu gösteriyor.)
Ve işte karşımızda Keban Barajı
Sonraki günlerde baraj duvarlarının arkasında kalan baraj gölünü arabalı vapur ile geçeceğiz.
Fırat nehri üzerindeki köprüden karşıya otobüsümüz ile 
"Köprüden Geçti Gelin" türküsü eşliğinde ağır ağır geçerken, gelinin suyun/köprünün üzerinden geçmesinin uğur sayılacağı söylencesini dinliyoruz. Nehir yaşasın diye Keban'dan bırakılan bu sular aşağılarda Karakaya Barajı'nı oluşturuyor.

Keban Barajı ve Keban Baraj Gölü
Otel'den çıkıp Keban'a gelene dek yaptığımız yolculukta Özge Ersu bizlere Keban Barajı'nın inşa evrelerini ve özelliklerini anlatıyor. Orta Doğu'nun ve Türkiye'nin ilk barajı olan Keban, enerji açısından Türkiye'nin ilk büyük yatırımlarından biri ve 210 metre ile Türkiye'nin en yüksek barajı. 1965-1975 yılları arasında Fırat nehri üzerinde, elektrik enerjisi üretimi ve sulama amacıyla inşa edilen baraj, GAP Projesinin en büyük yatırımlarından biri. (1200 km'si Türkiye sınırları içinde olup toplam 2800 km uzunluğundaki Fırat nehri üzerine kurulan ve Fırat'ın kuzeyindeki ilk baraj olan Keban, yapıldığı dönemde Türkiye elektrik ihtiyacının %20'sini karşılıyordu.)
Baraj, beton ağırlıklı ve kaya dolgu tipi olarak yapılmış. Baraj yapılırken toprakları kamulaştırılan 25 bin kişi yerinden olmuş. Buna mukabil elektrik ve suyun gücü ile bölgede farklı alanlar açılmış. Karasal iklim de yumuşamış.
Barajın yaklaşık 675 km² rezervuar alanı mevcut. Sulak bir bölge olan bölgedeki verimli tarım arazilerinin büyük bölümü Keban barajının yapımı ile sular altında kalmış.

Barajlar Kralı Demirel
Türk mühendisliğinin ortaya koyduğu ilk dev baraj olan Keban Barajı, 50 yılda 50 eser projesi içerisinde de yer alıyor.
Keban Barajı'nın temeli Süleyman Demirel döneminde atılır. Kendisine ‘Barajlar Kralı’ denir. Demirel ve Keban'la ilgili “Fırat bir Süleyman’ı boğdu, bir Süleyman geldi Fırat’ı boğdu” sloganı üretilir. 
Barajın resmi açılışı 9 Eylül 1974 tarihinde dönemin Başbakanı Bülent Ecevit tarafından yapılır.
Süleyman Demirel’in kısa adı ‘GAP’ olan Güneydoğu Anadolu Projesi kapsamında ‘7 Küpeli Gelin’ olarak nitelendirdiği; Elazığ’da Fırat Nehri üzerinde Keban Barajı, Malatya ve Elazığ’da Karakaya Barajı, Adıyaman ve Şanlıurfa’da Atatürk Barajı, Şanlıurfa’nın Birecik İlçesi’nde Birecik Barajı ve Gaziantep’te Karkamış Barajı yapılır, nehrin sularını taşıyan birbirine paralel toplam 52 kilometre uzunluğundaki 2 Şanlıurfa tüneli ile su Harran Ovası’na ulaştırılır. Demirel'in "GAP'ı gaptırmam" sözü hâlâ hafızalardadır. Binaenaleyh GAP gaptırılmış olabilir.
Süleyman Demirel, Suriye ile Türkiye arasındaki savaş-silah dengesi sorusunu, "Siz silahı boş verin, barajların kapağını açarım" diye yanıtlar. Suriye susup kalır.

Onar
Keban'ı ardımızda bırakıp yukarılara tırmanıyoruz. 
Bu kez bize rüzgâr enerji santralleri, rüzgâr koruma perdeleri ve güneş panelleri eşlik ediyor. Özge Bey bu kez mühendislik ile iklim üzerine konuşuyor. Onar'a varana dek inançlar, ritüeller, dinler ve mezhepleri anlatıyor. Yaklaşık 40 dakikalık bir yolculuktan sonra Onar köyüne varıyoruz. 
Burada Tarihi Büyükocak Cem Evi'ni ziyaret edip, ardından köye adını veren Hasan Öner Türbesi'ne geçeceğiz. Onar köyündeki rehberimiz Hümmet Kaygusuz 
bizi Onar'ın dar sokaklarından geçirerek Cem Evi'ne getiriyor. Alevilik üzerine bilgileniyor, dinî ritüelleri öğreniyor, köyün kuruluş öyküsünü dinliyoruz. 
Tüm dinlediklerimden anladığım kadarıyla, ritüeller farklı olsa da bütün dinlerin ve mezheplerin özünde ne varsa Alevilik'te de o var. Bütün mesele uygulamakta. 
Cem Evi içinde çektiğim bu fotoğrafta kütüklerden oluşan çatıda üçgen şeklinde bir pencerecik görüyorsunuz. Bu pencerenin aydınlatma dışında başka bir işlevi daha var. Hani sağ elin verdiğini sol el görmesin deriz ya; bu da onun benzeri. Bazı kişiler yardımlarını yaparken kendilerinin görülmesini istemedikleri zaman yardımlarını bu pencereden uzatırlarmış. Ne alan vereni ne de veren alanı görürmüş. Değil ki "selfie" çekmek...
Geri geri çıktığımız Cem Evi bahçesinde bizi saz eşliğinde türküler ve türkülere eşlik eden semah gösterisi karşılıyor. Bu arada; “Semah, Alevi-Bektaşi Ritüeli”, 2010 yılından itibaren UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsili Listesine kayıtlı.
Şeyh Hasan Onar Türbesi
Onar'dan çıkıp Arapir'e giderken Ağın leblebisi gibi yerel ürünler de satan bir akaryakıt istasyonuna uğrayıp , çiftçiye zahire yardımı yapan Figen Baykara ile tanışıyoruz. Figen Hanım bize dut meyvesini korkmadan yiyebileceğimizi, dutun ilaçlanmayan ve gübrelenmeyen tek gıda olduğunu söylüyor.

Arapgir
Onar'dan ayrılıp Arapgir'e doğru giderken bizi eşsiz manzaralar karşılıyor. Başı karlı dağlar tüm heybetleriyle adeta Doktor T. J. Eckleburg'un gözleri gibi bizi sürekli izliyor. 
Öğle yemeğimiz bu küçük ilçedeki Millet Han'da
Butik otele dönüştürülmüş olan bu ahşap yapı Kartalkaya yangınından sonra otel olarak hizmet vermemeye başlamış. Mutfağı Şengül Fadıllıoğlu'na teslim edilmiş bu mekân Arapgir Belediyesi'ne ait. Yemekleri lezzetli, avlusu ferah. Burada Arapgir Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile karşılaşıp kısa bir sohbet de ediyoruz. Cömertoğlu bizlere Haziran ve sonrasında buraların daha bir şenleneceğini, o günlerde muhakkak tekrar gelmemiz gerektiğini söyleyerek bizleri iki günlüğüne dahi olsa Arapgir'e davet ediyor.
Kısmet diyelim...
Yemeğimizin ardından Asım Külah Sergi Evi'ne doğru yürümeye başlıyoruz. Asım Külah'ın 50 yılı aşkın zamanda aklınıza gelebilecek her türlü eşya ile oluşturduğu ve tamamı Arapgir halkına ait olan koleksiyonun bulunduğu evde bir aynalı karyola ile İsmet İnönü’nün Arapgir’i ziyaretinde bir vatandaşa armağan ettiği fötr şapkası da bulunuyor.
Arapgir 1071 Tarih Parkı projesi kapsamında tadilatta olan Hacı Emiroğulları Konağı'nı, bahçesi ve Zaman Tüneli ile görüyoruz. 
Arapgir'den ayrılıp Elazığ'a geri dönerken Keban Baraj Gölü uzaklardan böyle görünüyor
Elazığ'a dönmeden yolumuzun üzerindeki Çır Çır Şelâlesi'ne uğrayıp bir nefesleniyoruz. Köpürerek kaynayan suları izlerken buna bir de yağmur ekleniyor. 
Çok ıslanmadan otobüsümüze koşturuyoruz.
Bu arada üzücü bir haber geliyor. Biz dağlarda tepelerde gezinirken Silivri açıklarında 6.2'lik büyük bir deprem olmuş. İnternet çekmeye başlayıp da yağan mesajları görünce Bursa ve İstanbul'un bu depremden epey etkilendiğini anlıyoruz. Oralarda bıraktığımız canlarımız için endişeleniyoruz. Tadımız kaçıyor. Dışarıda yağan yağmur kalplerimizi üşütüyor...
Dağlardan düze indikçe apartmanlaşma da başlıyor. Elazığ'da mıyız, Tunceli'de miyiz, Bursa'da mıyız, İzmir'de miyiz, anlaşılmıyor...
Bu akşamki yemeğimiz Elazığ'ın üzerindeki rüzgârlı bir tepede yer alan bir otelde. Kürsübaşı Meşk Ekibi ve Harput Musiki Cemiyeti Başkanı Hüseyin Karlıdağ eşliğinde Harput türkülerine doyuyoruz. (Kürsübaşı gecelerinde ayaklar yorganın altına sokuluyor, memleket meseleleri konuşulup sonra da müzik yapılıyor. Elazığ kültürüne ait olan kürsübaşı geleneği Geleneksel Sohbet Toplantıları kapsamında, 2010 yılında UNESCO'nun Somut Olmayan Dünya Kültür Miras Listesi'ne eklenmiş.) 
Elazığ'ın gece manzarası ışıl ışıl. Gecenin karanlığı büyülü bir tül misali olumsuz görünen her şeyin üzerini örtüyor...

Hazar Gölü 
Elazığ'daki günlerimizi sonlandırıp Eskibağlar'a geçtiğimiz bugüne tektonik bir göl olan Hazar Gölü'nde mini bir tekne gezisi ile başlayacağız. Göle doğru giderken coğrafya bize yine güzelliklerle eşlik ediyor. Fotoğraf çekmeye doyamıyoruz.
Bir yandan da zaman zaman tren yolu ile buluşup ayrılıyoruz.
Yarım saatlik bir yolculuktan sonra Hazar Gölü'ne ulaşıyoruz.
Hazar Denizi başka Hazar Gölü başka
Elazığ'a ikinci kez 1937 yılında gelen Atatürk, adı Gölcük olan bu gölün adının göle yakışmadığını, yolda gördüğü Hazar Baba Dağı'ndan esinle gölün adının Hazar ile değiştirilmesini istemiş. Bir şekilde de on altı büyük Türk Devleti'nden biri olan Hazar Devleti'ne de öykünmüş.
Son derece sakin olan gölde martıların konuşlandığı adacıktaki martıların canhıraş çığlıkları (adada sanki martılar değil de foklar yaşıyor gibi, öyle bir bağrışma) ve uçuşları eşliğinde güzel mi güzel bir gezi yapıyoruz. 
Binlerce martının konuşlandığı adacık
Ne tarafa dönsem ayrı bir yansıma, ne tarafa dönsem ayrı bir manzara, karşıda hafif sis içinde degrade gözlük camı misali görüntü yaratan dağlar, hangi birini çekeceğimi şaşırıyorum. Ben de hepsini çekiyorum ve arşivime birbirinden muhteşem fotoğraflar ekliyorum...
Sivrice'deki bu evler fazla mı samimi?
Evleri bilmem ama çocuklar çok samimi
Eskibağlar 
Doğanın içinde kaybolmuş, üzüm bağlarının üzerinde bir otele, Eskibağlar Butik Otel ve Şarap Üretim Tesisleri'ne geldik. 
Eskibağlar Butik Otel göründü
Eskibağlar Şaraphane
Eskibağlar'ın Öküzgözü ve Boğazkere Şarapları
Odalarımıza yerleşmeden önce şaraphane yetkilisi olan Gıda Mühendisi Nilüfer Hanım bize Öküzgözü ve Boğazkere şaraplarının üretim aşamalarını anlattı, dağın içine gömülen mağara mahzenini (Kav-Cave) gezdirdi, ardından da şarap tadımına geçtik. 
Topraktan, havadan, sudan, fidandan, üzümden, hasattan, işlenmeden, saklanmadan geçip sofralarımıza gelen şarabın bu uzun yolculuğunun hakkını bir içen olarak vermek lazımdı elbet. O yüzden de öğrenmek lazımdı. Sonuç itibarıyla var -mış gibi yapılsa da çok azımızın derin bir şarap kültürü var. 
Ki eskiden ülkemizde ne kaliteli şaraplar üretilirdi. Ama bu dünyada şarap içmek "günah"... Anlaşılan o hakkımızı derelerinden şarap akan cennette kullanacağız.
Şöyle de bir şey yapmasam olmazdı
Temiz suya ulaşımın çok zor olduğu dönemlerde suya katılan alkolün meyveler ile tatlandırılmasıyla ortaya çıkan şarap, aslında sadece fermente üzüm suyu. Yani içmenin bir günahı yok. Yeter ki doz aşılmasın. 
Paracelsus ne demişti? "Her şey zehirdir, mühim olan dozdur!" demişti. Dozu aşmayınız...
Sabahın ilk ışıklarında bağlar ve uzaklarda Hazar Gölü
Harput'a Doğru
Eskibağlar'dan ayrılıp Harput'a gitmek için yola çıkıyor, kahvaltımızı Elazığ tepelerinde, TOKİ evleri arasındaki Harput Tandırbaşı'nda, kavurmalı tandır ile ediyoruz. Hani, yok böyle bir lezzet denir ya, tam da öyle. Ama hepsini bitirmek kabil değil. Yazıyı yazdığım şu anda karşıma çıkan tandır fotoğrafı bana, "Ah şimdi olsaydın da afiyetle yeseydim!" dedirtiyor.
Buradan görünen manzarayı TOKİ evleri bozuyor ancak 2020 Elazığ depreminde yerle bir olan evlerin yerine yapılmış olmaları insana söz bırakmıyor. Hani, en azından başlarında çatıları var ama ülkenin genelinde de olduğu gibi maalesef ki tüm yapılar estetikten çok uzak.
Tepeden Elazığ
TOKİ'lerin olduğu fotoğrafı koymadım, çünkü TOKİ'ler hep bildiğiniz TOKİ'ler.

Harput
Kahvaltımızı ettikten sonra eski Elazığ'a, yani Harput'a doğru yaklaşık 20 dakikalık kısa bir yolculuk yapıyoruz. Önce 'Şefik Gül Kültür Evi'ni ziyaret ederek, eski Harput evlerini görüyoruz.
Orta kat pencerelerinin cam içleri oda daha fazla ışık alsın diye eğimli yapılmış.
                           
İçinde yaşaması belki zor ama merdiveninden trabzanına, kapı tokmağından bahçesine, sedirinden penceresine, duvar halısından sobasına, ocağına, tüplü radyosundan bebek beşiğine, nakışlı ot minder örtüsünden dantel uçlu perdesine kadar pek çoğu tanıdık eşyalarla dolu, üç katlı sımsıcak bir evdi. 

Şefik Gül Evi ziyaretinin ardından minaresi Pisa Kulesi gibi eğri olan Ulu Cami'ye geçiyoruz. 
Artukoğulları devrinde yapılan bu cami Anadolu'daki en eski camilerden biri. 1156-1157 yılları arasında Harput Hükümdarı Fahrettin Karaaslan tarafından inşa ettirilmiş.
Eğri minaresi ve avlu ravaklarıyla ünlü bu caminin içinde kitabesi de yer alıyor. Kitabenin Türkçesi de cami içinde bir panoda mevcut. Caminin yazlık kışlık bölümü var. Caminin altından çıkan su camide klima etkisi yaratıyor.
Harput Kalesi
Caminin ardından kümbet şeklindeki Seyyid Mansur Baba Türbesi'ni ve uçurum kıyısında bulunan Arap Baba Türbesi'ni ziyaret ettik. 
Rivayete göre Arap Baba'nın naaşı çürümemiş halde burada yatıyor
Harput'tan Elazığ ve Keban manzarası
Fincan Müzesi 
İnsanın aklına bir fincan müzesi açmak nereden gelir değil mi? Benim arkadaşlarım arasında da fincan bağımlısı olup fincan biriktirenler çok var. Belki bir gün onlar da müzeye dönerler, kim bilir...
Harput Fincan Müzesi
Elazığ Turizm Kültür ve Tanıtma Derneği (ETUDER) tarafından Harput Mahallesi'ne kazandırılan müze, 29 Ekim 2023'te açılmış. Harput'taki Fincan Müzesi'ne ben de evimdeki en  kıymetli fincan takımımdan bir fincan armağan ettim. 
Fincan sayısı her gün artan müzede (bugün eklenenler hariç) 7650 fincan varmış.
Tabii sadece sayı değil önemli olan. İçinde Gazi Mustafa Kemâl Atatürk'ün kahve içtiği fincan dahil pek çok özel ismin fincanı mevcut.
Bizler gibi sıradan insanların getirdikleri fincanlarda da fincan sahibinin ismi bakır plaket üzerine yazılarak sergileniyor.
(Harput’ta 1876'da bir Amerikan Koleji olduğu söyleniyor ama yeri bilinmiyor.)

Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi
Harput'tan ayrılıp iki gece kalacağımız Tunceli'ye geçmeden önce söz hazır eski Elazığ'a gelmişken Elazığ tarihine şöyle bir göz atalım. Yol boyu Özge Ersu'nun anlattıklarından özetle; Elazığ'ın tarihi 4 bin seneye ulaşıyor. Harput'ta kurulan il, taş devri öncesinden beri yerleşim yeri. Harput iken tepede olup daha sonra düze inen Elazığ, Harput'un devamı.
Hitit tabletlerindeki bilgilere göre yöre daha önce İşuva adıyla anılıyor. Arkeolojik kazılarla birlikte bölgede Hitit varlığı olduğu anlaşılıyor. MÖ 12. ve MÖ 7. yüzyıllar arasında bölgeye (kökenleri Hurrilere dayanan) Urartu Devleti hâkim oluyor. MÖ 7. yüzyıl ile birlikte Asur ve İskit akınları ile Urartu Devleti zayıflıyor. Harput ve bölgesi Med egemenliği altına giriyor. Kısa süren Med hakimiyetinin ardından Pers hakimiyetine giriyor. Pers İmparatorluğu'nun tarihe karışmasının ardından Elazığ yöresi Sofen Krallığı olarak adlandırılıyor. Daha sonra Romalılar hakimiyetinde kalan Elazığ bölgesi, MS 6. yüzyıla kadar sık sık Bizans ile Sasani hakimiyetinde el değiştiriyor. 7. yüzyıldan itibaren ikinci Bizans hakimiyetine kadar Bizans-Arap mücadelelerine sahne oluyor ve 10. yüzyıl itibarıyla tam anlamıyla Bizans hakimiyetine giriyor. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ile birlikte Türklerin hakimiyetine geçiyor. 1085 yılında Oğuz beylerinden Çubuk Bey önderliğinde Çubukoğulları Beyliği kuruluyor. Beylik'in hakimiyeti uzun sürmüyor ve bölge 1110 yılında Belek Gazi (Nürü'd-Devle Belek bin Behram bin Artuk) önderliğindeki Artuklular'ın eline geçiyor. Belek Gazi Haçlı seferlerine karşı zaferler kazanıyor. 
Bölge, Belek Gazi'nin ardından Davud'un, sonra da Davud'un kardeşi Melik İmadeddin Ebu Bekir'in eline geçiyor. Burada Harput Artukluları diye adlandırılan bağımsız bir beylik kuruluyor. Anadolu Selçukluları 1234 yılında bu beyliğe son veriyor. Sonraki dönemlerde hakimiyet Dulkadiroğulları, Kadı Burhaneddin, Timur ve Akkoyunlu'ya geçiyor. 16. yüzyıl başlarında bir süre Safevi hakimiyetinde kalan topraklar, 1514 yılında Osmanlı egemenliğine giriyor. 
Bu uzun yolculuk Hititler, Urartular, Persler, Romalılar, Bizans, Araplar, Artuklular, Selçuklular ve Osmanlılar derken, Türkiye Cumhuriyeti ile bugünlere ulaşıyor...

Ma'mûretü'l-Azîz / Elaziz / El-Azık / Elazığ 
Elazığ bugünkü yerine 1834 yılında kuruluyor ve ismi de Ma‘mûretü'l-Azîz oluyor. Bu isim "Aziz'in mamur ettiği yer" veya "Aziz'in imar ettiği şehir" anlamına geliyor ve dönemin valisi İzzet Paşa'nın önerisiyle Sultan Abdülaziz'e atfen veriliyor.
Bu isim daha sonra halk arasında Elaziz olarak kısaltılıyor. Şehre 1937 yılında gelen Atatürk şehrin bolluğunu görünce şehrin adını El-azık'a (yiyecek olan yer anlamında) çeviriyor. Şehir il olunca adı resmi olarak Elazığ oluyor.

Farklılıkların Zenginliği
Forbes'e göre Elazığ 2021 yılında Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin en yaşanılabilir ili, Türkiye'nin ise en yaşanabilir 19. ili seçilmiş. Halk arasında Elazığlı olanlara, Elazığ ağzında kardeş ve ağabey anlamlarına gelen Gakgoş hitabı kullanılıyor. ("Gakgoş” teriminin atası da Belek Gazi.) Şehirdeki mekânların çoğunun adı Gakgoş, Munzur ya da Fırat ile başlıyor. Buralarda doğan erkek çocuklarının çoğunun adı da Fırat.
Elazığ tarih boyu Anadolu'yu Mezopotamya'ya bağlayan kervan yollarının geçiş güzergâhı içinde önemli bir yerleşim yeri olmuş, birçok kültüre ev sahipliği yapmış bir şehir. Müslüman, Rum, Ermeni ve Süryani halklarının uzun yıllar birlikte yaşadığı bu bölgede farklı kültür ve medeniyetlerin kalıntıları hâlâ görülüyor.

Hoşçakal Elazığ, Merhaba Tunceli
Elazığ'ı arkamızda bırakıp Tunceli'ye gitmek üzere Keban Baraj Gölü üzerinden arabalı vapur ile Pertek'e geçiyoruz. Bu geçiş sırasında baraj gölünün suları altında kalmış olan, baraj inşa edilmeden önce Murat Nehri'nin kıyısında sivri bir kayanın ucunda yer alan Pertek Kalesi görülmeye değer bir manzara oluşturuyor. 
Pertek Kalesi
Osmanlılar zamanında onarım gören kalenin yapım tarihi kesin olarak bilinmiyor. Kale hakkında okuduklarım üzere; iç içe iki surdan oluşan kalede, surlar arasında yapı kalıntıları bulunuyor. Kalenin güney cephesindeki yontma taşların arasına kondurulmuş kırmızı sert tuğlalar ve serpiştirilmiş mavi çiniler var. 
Kalenin içinde bir sarnıç mevcut. Çevresinde çinili odalardan, 1071 yılından sonra yöreye hakim olan Mengüçoğulları tarafından yapıldığı anlaşılıyor. Kale Osmanlı döneminde Halid Bin Velid tarafından onarılmış. Pertek adının Selçuklular zamanında Oğuz Boyları tarafından kaleye dikilen siyah renkli tunçtan yapılmış bir kuş heykelinden alındığı anlatılır. Bolluk ve bereket sembolü olarak kaleye dikilen bu kuşu "Pertek'' veya "Pirtek'' adları ile bilindiğinden (bir başka anlatıma göre Moğolcoda Portok) yerleşim birimi, rengine izafeten ' Karakuş'' adıyla da anılır. Daha önce kalede bulunan bu heykel kaldırılarak yerine Arapça bir kitabe konulur. 
Kalenin bulunduğu yer aynı zamanda eski Pertek kentinin olduğu yer. Selçuklular zamanında yapılan kale, han, hamam, camiler, medreseler ve aşevlerinden oluşan bir külliyeye sahip olan Pertek aynı zamanda bir eğitim merkezi olarak da tarihteki yerini alır. Mengüç Bey ve sülalesi tarafından yönetilen Pertek'te bu döneme ait çeşitli yapılar mevcuttur. Külliyeden geriye kalan yapılardan biri olan tarihi cami, Pertek ilçe merkezine taşınmış. 1972 yılında Keban Baraj Gölü sular altında kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalan tarihi Sungur Bey ve Çelebi Ağa Camileri de Pertek'e taşınmış.
Biz Geliyoruz Munzur
Buraların efendisi Munzur Çayı ve Munzur Dağları. Munzur Çayı kıvrımlar çizip, bazen coşup bazen durgunlaşarak Pülümür Çayı'na, oradan da Keban'a doğru koştururken, Munzur Dağları en vakur halleriyle bu akışı ve ovaları izliyor. 
Yaklaşık 1 buçuk saatlik bir yolculuktan sonra
Munzur (Ovacık) Gözeleri'ne varıyoruz. 
Belki çocukken siz de benim gibi bir nehrin nereden doğduğunu merak etmişsinizdir. Ben hep harita üzerinde, Google Earth icat olduktan sonra da bilgisayar ekranı üzerinde nehrin doğum yerini bulmaya çalışırdım. Munzur Gözeleri'ne gelince Munzur'un doğduğu yeri gördüm ve yüz yıllık merakım bir nebze de olsa böylece giderildi. 
Munzur Dağlarının eteklerinden yaklaşık 200-300 metrelik alandaki karstik kaynaktan irili ufaklı 40 göz halinde fışkıran beyaz köpüklü buz gibi sular, yamaçlardan aşağılara doğru küçük şelaleler oluşturarak akıyor ve Munzur Suyunu oluşturuyor. Bembeyaz köpükler halinde çıkan bu suya doğa ananın memelerinden fışkıran sütmüşçesine "süt" deniyor. Kayaların arasından, toprağın içinden, her yerden su çıkıyor. Rehberimiz Ali Velioğlu "Siz buraları bir de önümüzdeki ay görün!" diyor. 
Çünkü havalar ısındıkça dağlardaki karlar erimeye başlayacak, gözeler çoğalacak, suyun akışı hızlanacak ve hacmi yükselecek.
Munzur çayı Tunceli'ye doğru aka aka Tunceli merkezde Pülümür ile birleşecek ve oradan da Keban Barajı'nın göletine akacak.
Kaynağından bardağa Munzur Suyu
Sırlanma Mekânı
Burada ayrıca Çerağı Uyandırma alanı da var. Sultan Munzur Ocağı'nda yakılan çerağ, Munzur Baba'dan yardım istenmesini temsil etmekteymiş. Çerağ alanında (Sırlanma Mekânı'nda) yazmakta ki: "Bütün tutkulardan, aşırı isteklerden, hırsa bağlı geçici dileklerden, eğilmelerden kurtulmayı, özüne dönmeyi benimseyip ikrar alma (ölmeden önce ölmek) demektir."
Gözelerden ayrılıp, komünist başkanıyla meşhur Ovacık'a varıyoruz. 
Tam karşıdaki kayak pistine dikkat. Ovacık'ta kışın kayak da yapılıyormuş.
Ovacık'ta, Küba Cafe'de, Bursa markalı süt ile yapılmış bir Caffè Macchiato içmek geziye uluslararası bir boyut katıyor.
Kente gelen misafirlere çok sevinen dört ayaklı arkadaşlar otobüsümüzün önüne yatmış, sanki 'biraz daha kalsanız' der gibi bakıyorlar.
'Kalksanız da gitsek' diyorum, anlıyorlar ve yolumuzdan çekiliyorlar. Munzur çayını kâh sağımıza kâh solumuza alarak ve yolumuza çıkan keçileri atlatarak Tunceli'ye doğru yol alıyoruz. Çay üzerinde asma köprüler, taş köprüler, çayın kenarında yükselen ve türlü çeşit şekil oluşturan kayalar, suyun sesi, hafif eğik bir akşam güneşi ve tablo gibi bir ortam.
En büyük ressam, en büyük heykeltraş, en büyük müzisyen doğa değildir de nedir?
Ovacık'tan çıktıktan yaklaşık bir buçuk saat sonra Tunceli'ye giriyoruz. Munzur çayının Pülümür çayına kavuşmasına az kaldı. 
Arkada görünen Mercan dağlarının önüne, sırtını tepeye yaslamış, önüne Munzur'u almış, içinden Munzur geçen bir şehir Tunceli.
Gündüzü ayrı güzel, gecesi ayrı…
Kaldığımız Grand Şaroğlu Otel Munzur'u tepeden gören, şehre hakim bir noktada. 
Otelin OT kafesi de gayet güzel bir kafaya sahip. 
Ayrıca Tunceli Kent Müzesi de otelin hemen yanında. Müze öncesi Tunceli Cem Evi'ne gidiyoruz. Burada Diyap Yıldırım'ı ve Pir Sultan Abdal'ı tanıyacağız, modern bir Cem Evi'nin içini göreceğiz.
Cem Evi bahçesinde elinde sazıyla heykeli olan Pir Sultan Abdal'ı Özge Ersu'dan dinliyoruz. Alevi Bektaşilik inancının en önde gelen isimlerinden olan Pir Sultan Abdal, haksızlıklara karşı duruşunu sazıyla ve sanatıyla dile getiren toplum önderlerinden biri. Ancak sonu idamla bitiyor. (Pîr Sultan Abdal bir sözlü kültür tiplemesi midir, tarihî gerçek bir kişi olmaktan ziyade edebî bir kahraman mıdır bilmiyoruz.)
Bu fotoğraf Meclis'teki konuşması sonrası Diyap Ağa'nın arabasında çekilmiş.
Diyap Yıldırım'ı yine Özge Ersu'dan dinliyoruz. 1 Nisan 1852 tarihinde Tunceli'nin Çemişgezek ilçesinde doğan, Birinci Dünya Savaşı'nda Siirt ve Bitlis'in Rus işgalinden kurtarılması savaşlarına katılan, Kurtuluş Savaşı başladığında Erzurum ve Sivas Kongrelerini destekleyen, ilk Meclis'in Dersim Mebusu olarak görev yapan, Sakarya Meydan Muharebesi'nde Yunan Ordusu'nun Ankara'ya yaklaşması üzerine başlayan Meclis'in Kayseri'ye taşınması tartışmalarına karşı Meclis'te kürsüye çıkıp şöyle bir konuşma yapan, aşiret liderlerinden biri:
"EFENDİLER, BİZ BURAYA KAÇMAYA MI GELDİK, YOKSA KAVGA EDİP ÖLMEYE Mi? EĞER MECLİSİ TAŞIMAK İSTİYORSANIZ BUYURUN GİDİN AMA BEN GİDEMEM.
TEK BAŞIMA BİLE OLSAM, BAYRAĞIM, DİNİM VE VATANIM İÇİN SON KURŞUNUMA KADAR SAVAŞIRIM. SON KURŞUNU DA KAFAMA SIKARIM. BU BÖYLE BİLİNE..."

Şimdi ayakkabılarımızı çıkartarak Cem Evi'ne giriyoruz. Başımızı örtmeye gerek yok. Mekânda sessizlik hakim. 
Burada bizi Ali Velioğlu Dersim Aleviliği üzerine bilgilendiriyor.
Duvarlara birinin yüzü olmayan 12 imam resmedilmiş. (Yüzü olmayanın mehdi olduğuna inanılıyor.)

Cem Evi'nden dönüp Mameki Kışlası olarak bilinen Tunceli Müzesi'ni ziyaret ediyoruz. (Bu arada Mameki Tunceli'nin Zazaca ismi.) 
Müze avlusunda kışla esintisi
Tunceli Müzesi 2023 yılında European Museum Academy Luigi Micheletti Ödüllerinde Avrupa’nın en iyi üç müzesi arasına girmiş. O tarihte 3 yıllık bir geçmişi olan kent müzesi, ikincilik ödülüne layık görülmüş. 
OT Kafe'de yenen hamburger menünün ardından ben hariç bir grup arkadaşımız Düzgün Baba Türbesi ziyareti için minibüsle otelden ayrılıyor. Gelen fotoğraflardan epey yükseklerde olduklarını anlıyoruz.

Tunceli'de Son Akşam Yemeği
Son akşam yemeğimizde konuğumuz var. Özge Ersu'nun bizler için temin ettiği "Halkbilim Yazıları" kitabının yazarı, Dersim'in kültürel hafızası, eğitimci ve müzisyen Doç.Dr. Daimi Cengiz. Cengiz hem Dersim üzerine kısa bir konuşma yapıyor hem de kitaplarını imzalıyor.

Bursa'dan Dersim'e Bir Hekimin Anıları
Ben de sizlere arkadaşlarım Dr. Ceyhun İrgil ve Deniz Dalkılınç'ın birlikte hazırladıkları "Bursa'dan Dersim'e Bir Hekimin Anıları" kitabını önermek isterim. Kitapta 1911 doğumlu Dr. Avni Domaniç'in Osmanlı'dan günümüze uzanan yaşam öyküsü içinde, Dersim harekatı esnasında Elazığ ve Tunceli'de geçirdiği günleri de anlatılıyor.

Tunceli'ye Veda
Sabahın ilk ışıkları ile uyanıp Munzur'un son birkaç fotoğrafını çekiyor ve kahvaltıya çıkıyorum.
Siz benim "birkaç" fotoğraf dediğime bakmayın, gezi boyunca 4 bin küsur fotoğraf/video çekmişim. Bu yazı da böyle bol fotoğraflı oldu. Çünkü buraların en öne çıkan özelliği coğrafi güzelliği.
Askerimiz her tepede, her daim bizimle
Tunceli'den Erzincan'a
Bu coğrafyadaki son gecemizi de geçirdikten sonra Erzincan'a doğru yola çıkıyoruz. Erzincan'da konaklamayıp, Erzincan Havaalanı'ndan kalkacak uçağımız ile İstanbul'a döneceğiz. Lakin Erzincan'a kadar yolumuzun üzerinde bakalım neler var...
Bu kez bize Pülümür Çayı eşlik ediyor. 
Su Ayrım Çizgisi
Munzur'dan Pülümür'e dönüşen suyu geçerken Özge Ersu, "Su ayrım çizgisi" üzerine kısa bir bilgilendirme yapıyor. Su Ayrım Çizgisi/The Continental Divide iki komşu akarsu havzasını birbirinden ayıran doğal sınır olarak tanımlanıyor. Bu sınır genellikle sıradağların sırtlarından geçiyor. O çizgi o coğrafyada nereden geçiyorsa o çizginin öbür tarafında doğmuş olan bütün nehirler o taraftaki denize akıyor. Aynı şekilde diğer tarafta doğan nehir de diğer taraftaki denize akıyor. Mesela Kızılırmak yukarıdan doğar, Anadolu'nun ortalarına kadar iner, sonra tekrar yukarı tırmanarak Karadeniz'e dökülür. Su her zaman kaynağının olduğu bölümdeki denize ya da göle akar. (Bazen bu kurala uymayan asi nehirler olur. Hatay'daki Asi nehri de ters akan bir çaydır.)
Pülümür Çayı üzerindeki bir kaya üzerine kondurulan Kara Haydar'ın Yeri
Pülümür Çayı üzerinde bir taş köprü
Grand Canyon değil
Tunceli - Pülümür yolunda pek çok (21 dolayında) tünel var. Tünelleri isimlendirmemişler, numaralandırmışlar. Bu tünel bir çay içimlik durduğumuz Zağge restoranın bulunduğu yerde olan 14. Tünel. Bu tünellere Kaya ve Çığ Tünelleri deniyor.

Kaya ve Çığ Tünelleri
Tunceli-Erzincan kara yolunda, kar kalınlığının özellikle yüksek kesimlerde yer yer 1 metreyi aştığı vadide, sıklıkla yaşanan çığ ve kaya düşmelerini engellemek için yapılan 7 kaya ve 14 çığ tüneli var. Kentte 1960 yılında yapımına başlanan ve her geçen gün sayısı arttırılan tüneller, özellikle yoğun kar yağışı sonrası yaşanan çığ düşmelerine karşı sürücülere adeta güvenli bir liman oluyor.

Gelin Odaları
Tunceli-Pülümür Karayolu üzerinde yolun üst kısımlarında yer alan ve Gelin Odaları olarak adlandırılan mağaraların, Urartular döneminde burada yaşayan insanlar tarafından kayaların oyularak oda haline getirildiği ve bu odalarda yaşadıkları sanılmaktadır. 
Ağlayan Kayalar
Salördek Kayası
Harika bir yere konuşlanmış mini bir mezarlık
Pülümür Geçidi zirvesi, 1950 metredeyiz
İnsanlar ve hayvanlar için Ekolojik Üst Geçit
Girlevik Şelalesi
Birlikte son yemeğimiz
Kaya üzerinde oturan kankalar
Tertemiz bir mezarlık
Erzincan Garı
Erzincan 13 Şubat Şehir Stadyumu
 And, The End
Özge Ersu ve Türk Ekspres iş birliğinde hazırlanan ve gördüğünüz üzere dolu dolu geçen "Dolu Anadolu" gezimiz burada sona eriyor. Bu yazıya vesile oldukları için başta Özge Ersu olmak üzere, Türk Ekspres'e, yerel rehberimiz Ali Velioğlu'na ve gezi boyunca bizi bir kez bile sarsmadan taşıyan kaptan şoförümüz Fırat'a sonsuz teşekkürler.
İstanbul ve Üç Köprü
Özge Bey'in dediği gibi; "Geceleme Evimizde" 

Kısa Notlar
* Özge Bey'in verdiği bilgilere göre, Elazığ Havaalanı'ndan Erzincan Havaalanı'na kara yoluyla 831 km yol yaptık.
* Dersim'in acı bir öyküsü var ancak bunu yorumlayabilecek bilgi ve birikime sahip olmadığımdan bu kısma değinmiyorum. Her şeyi yaşandığı dönem ile değerlendirmek, kabul etmek, takılıp kalmamak ve ilerlemek gerek. 
* Bölgede nüfusun yaklaşık %90’ı Alevi-Bektaşi inancına mensup.
* Bir insanın nasıl ibadet ettiğiyle ya da edip etmediğiyle değerlendirilmesi oldum olası saçma gelmiştir. Kimsenin kimseye bir şeyi zorla kabul ettirmeye hakkı yok. Görüntü olarak dayatılan yapılsa da insanın kalbine kimse hükmedemez. Kalbinden neler geçer kimse bilmez.
* Ağın'ın leblebisi meşhur. Mideye, özellikle de reflüye iyi geldiği söyleniyor. (Leblebinin mide asidini aldığını bilirdik.)
* Ağınlı isimlerden biri de Mehmet Ağar.
* Onar'a giderken görülen karlı (toktağan karları) dağlar Nurhak dağları.
* Yaşanan bahar donu sebebiyle Tunceli'de de pek çok meyve ağacı ve bademler donmuş.
* Onar köyündeki Onar Nur Büfe'nin sahibi girişimci bir genç hanım olan Simge Kuru, sattığı Reyhan şerbetini kendisi yapıyor.
* Hazin bir hayat hikâyesi olan şair Cemal Süreya'nın memleketi Pülümür'den geçtik.
* Pülümür'ün balı meşhur.
* Gittiğimiz her yerde köpekler, kediler ve kuşlar insanlarla birlikte serbestçe, huzur içinde yaşıyor. Kimse kedi köpek kovalamıyor. Onlar da insan kovalamıyor.
* Yollarda Geyik Çıkabilir, Domuz Çıkabilir, İnek Çıkabilir uyarı levhaları var. Harput'ta da "Kedi Köpek Çıkabilir" levhası gördüm.
* Tunceli, Elazığ ve Erzincan şehirleri mimari yönden karakteristik değil.
* Tuvaletler alaturkalıkta ısrar ediyor. Alafranga tuvaletin yanında muhakkak ki bir de alaturka tuvalet var. Ama pis değil, gayet temiz.
* Tunceli Belediye binası depremde hasar gördüğü için başka yere taşınmış. Belediyenin başkanı da yok. Çünkü başkanı yerinden almışlar, yerine kayyum koymuşlar. Kayyum da yabancı değil, Tunceli Valisi. Vali Bey Belediye Başkan Vekili olarak görevlendirilmiş.
* Girintili çıkıntılı yüzeyler, yalçın kayalar, ulu ulu sıra dağlar bu coğrafyanın nasıl bu hale geldiğini sorgulatıyor insana. Kaç milyon yılda ve nasıl sarsılmalarla? Ve daha nereye gidiyor?
* Sarsılma demişken, biz uçakla İstanbul'a dönüyorken bu kez de Elazığ 4,9 ile sallanmış.
* Tunceli'de gördüğümüz Mercan Dağları adını mercan resiflerine olan benzerliğinden almış olmalı.
* Zaman zaman kontrol noktalarından geçtik. Bir keresinde aracımıza binen Jandarma, "Siz rahat rahat gezin biz buradayız" dedi. Çok duygulandık. Hatta dağıldık...
* Çok güzel yemekler yedik, çok medeni ağırlandık. Kimseden korkmadık, ürkmedik.
* Geçtiğimiz karayolları gayet iyiydi. 
* Sokaklardaki gençler Batı'daki şehirlerin sokaklarındaki gençlerden farklı değil. İnternet dünyayı düzleştirdi.
* Çepeçevre dağlar insana "İsviçre olsa beğenirsiniz ama!" dedirtiyor. Durmaksızın fotoğraflamak istiyorsun.
* "Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu'yu" demiş şair M. Faruk Gürtunca. Bu şiiri Muammer Sun bestelemiş. Modern Folk Üçlüsü de seslendirmiş. Dolu Anadolu Korosu olarak biz de söyledik kendimizce.
* "Dolu Anadolu gezisinden aklında ne kaldı, hemen söyle" deseler dağlar ve sular derim. Mardin için cevabım merdiven, Antakya için ise mozaiktir. 
* Dağlar seni delik delik delerim / Muhlis Akarsu
* Benim meskenim dağlardır dağlar / Sabahattin Ali
* Ferhat Şirin'in aşkı için dağları deldi mi? Yoksa gücünü damlaların sürekliliğinden alan Fırat nehri miydi dağları delen?  Aklımda deli sorular...
* Gezinin sonunda Özge Ersu Gezi Dostları olarak biz de Yukarı Fırat'ın Gakgoşları arasına katıldık.

Yazının başında söz ettiğim Pablo Neruda'nın şiiriyle nihayetlensin bu yazı...

Yavaş yavaş ölürler seyahat etmeyenler
Yavaş yavaş ölürler okumayanlar, müzik dinlemeyenler, 
vicdanlarında hoş görmeyi barındırmayanlar. 

Yavaş yavaş ölürler 
Alışkanlıklara esir olanlar, 
her gün aynı yolları yürüyenler, 
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler, 
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyen, 
veya bir yabancı ile konuşmayanlar. 

Yavaş yavaş ölürler 
Aşkta veya işte bedbaht olup istikamet değiştirmeyenler, 
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar, 
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar. 
Yavaş yavaş ölürler.. 

* Gezenler de yavaş yavaş ölürler ancak yaşayarak ölürler...

2 Mayıs 2025 / C.E.Y.

Türkan Saylan ve Elazığ Cüzzam Hastanesi - Lider Erşan / 27 Temmuz 2024

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder