Film başlama saati gelene kadar Kuş Tahnit Sergi Salonu'nu gezmek istedim ve müze bahçesinde yarım ay şeklinde yapılmış duvara dizelenmiş, kuşların göç yolundaki ülkeleri gösteren panoların önünden geçerek salona girdim.
Kuş Tahnit Sergi Salonu'nun girişinde 36 kuş türünün resmedildiğini gördüm. Salonun girişinde, burada sergilenen hayvanların doğada ölü olarak bulunmuş hayvanlar olduğunu belirten yazıyı okudum. Duvardaki kuşların eşlik ettiği bir koridordan geçerek, ortadaki camekan etrafına dairesel şekilde yerleştirilmiş camekanların ardındaki kuşlar ile karşılaştım. Müze sadece 1 odadan ibaretti. Lakin içinde epey uzunca bir zaman geçirilebilecek kadar zengindi.
Doğal hayata ve kuşlara selam ederek ve saygıyla önlerinde eğilerek müze gezimi tamamlayıp dışarı çıktığımda film gösteriminin vakti de gelmişti artık.
Kalabalıklaşan izleyiciler arasında kendime bir yer bulup oturduğumda önce perdeye gitti, sonra da perdedeki kahramanın nerede olduğunu görmek için izleyiciler arasında dolaştı gözlerim. Aradığımı bulmam uzun sürmedi. Adem Amca ön sırada oturuyordu. Yanına gidip "Perdedeki kişi siz olabilir misiniz?" acaba diye sorduğumda "Benim, ben." dedi.
Ve muhabbet böyle başladı...
Yaklaşık 6 ay süren çekimlerde hiç zorlanmadığını, aile arasındaymış gibi oynadığını, kendi çekimlerinin 8 gün sürdüğünü, seslendirmeyi stüdyoda yaptıklarını, Yaren leyleğin kendisinin dördüncü çocuğu olduğunu, Yaren için her yıl "Acaba bu yıl da dönecek?" mi diye endişelendiğini ve Yaren göç ettiği zaman onun nerelere gittiğini merak ettiğini anlatırken, onun Yaren'e ne kadar bağlandığını ve Yaren'i ne kadar özlediğini gördüm.
Sandalyesinin ucuna ilişmiş halde ve zaman zaman da perdedeki Yaren ile konuşarak izledi filmi. "Bak, geldiğinde zayıftı, geleli beri kilo aldı." dedi bana bir ara.
Film boyu o filmi izledi, ben de onu…
Adem Yılmaz 8 yıl önce emekli olarak dönmüş köyüne Bursa'dan. Döndüğünün ikinci günü Yaren leylek konmuş kayığına. Adem Amca tüm sevecenliği ile ağındaki balıklardan vermiş leyleğe, leylek bir daha ayrılmamış yanından. Her yıl mart ayında gelmiş, Adem Amca'nın kayığına konarak "Ben geldim" demiş, eylül geldi mi de toparlanıp gitmiş. Hattâ Yaren bu sene köye ilk gelen leylekmiş. Şubat ayında gelmiş, filmin galasına kalmadan da gitmiş.
Daha önce getirmiyormuş ama Yaren bu yıl eşini de getirmiş kayığa. "Eşi biraz daha çekingendi." diyor Adem Amca. Hep beyine öncelik veriyormuş.
Yavrular yumurtadan çıkıp balık ihtiyacı daha artınca Yaren ve eşi kursaklarını balıklarla doldurup yuvalarına gidiyor, kursaklarındaki balıkları kusarak yavrularını besliyorlar, sonra tekrar kayığa geliyorlarmış. (Bir belgeselde suyu da yavrularına aynı şekilde, kursaklarında taşıdıklarını gördüm.)
"Her yıl gelen leyleğin Yaren leylek olduğunu nereden biliyorsunuz?" diye soruyorum Adem Bey'e, "Bu bir his." diye cevap veriyor bana. Aynı sorunun cevabını Alper Tüydeş ben sormadan veriyor, leyleği Drone ile izlediklerini ve leyleğin her yıl aynı yuvaya konduğunu tespit ettiklerini söylüyor.
"Adem Amca hislerinde yanılmıyormuş demek." diyorum Alper'i dinlerken.
Biliyorum ki insan hisseder. Biliyorum ki hayvan da hisseder...
Adem Amca tuttuğu balıkları satmaktan ziyade eşiyle dostuyla, leylekleriyle ve kedileriyle paylaşmayı daha çok seviyor. Film boyunca sahilde kendisini bekleyen, hattâ camiden çıkışta peşine takılan kedileri görünce onun doğayla ne kadar iç içe yaşadığına ve bu hayattan ne kadar büyük haz aldığına hepimiz şahit olduk.
****
Bu hikâyeyi ve bu hikâyenin film olmasının arkasındaki kişi ise, Karacabey Belediyesi çalışanı ve doğa fotoğrafçısı Alper Tüydeş. Bir kuş aşığı olan Alper aynı zamanda Karacabey Longoz Ormanları'nın tanınması için en büyük emeği sarf eden bir isim. Alper çektiği kuş fotoğraflarından sergiler açar, yörede doğayla ilgili gelişmeleri haberleştirerek basına servis eder. Kendisi aynı zamanda İHA muhabiridir. Daha önceki yıllarda dizilerde rol almıştır, medyayla ve sanat camiası ile epey yakındır. Bu yakınlıklarını da Karacebey'in Güzelliklerini tanıtmak için gayet iyi kullanır.
Bu arada; Türkiye’nin dört bir yanından üniversite öğrencilerine ilan edilen afiş tasarım yarışması sonucunda gelen yüzlerce afiş arasından Ömer Köse’nin tasarımı birinci seçilmiş ve filmin ulusal ve global tanıtımında kullanılmış.
Yapımcılığını Akın Esgin'in, yönetmenliğini de belgeselci Burak Doğansoysal'ın yaptığı bu film, Doğansoysal'ın içinde insan olan bir hikâyeyi perdeye taşıdığı film olma özelliğini de taşıyor. Film 4K video kalitesinde ve sinema kameraları ile çekilmiş. Drone çekimleri ile gölün ve köyün güzelliği kuş bakışı olarak yansıtılmış. Filmde gerçekte olmayan hiçbir şey yok. Film tamamen doğal ortamında çekilmiş ve tüm oyuncular köyün insanlarından seçilmiş. Filmde Adem Yılmaz'ın eşi Nuray Yılmaz da kendisini oynamış. Adem Amca'nın da dediği gibi, "Aile arasında..." çekilmiş sahneler.
Filmin ardından yapılan röportajda film ekibi adına konuşan Burak Doğansoysal, köy halkının kendilerine kucak açmasına duydukları şükranı ve şubat ayında başlayan çekimlerde köyün buz gibi soğuk havasını dile getirmeden geçmedi. Ha bir de Yaren gelecek mi endişesi ile başlayan çekimleri. Neyse ki çekimlerin ikinci gününde gelmiş Yaren.
Ya gelmeseymiş...
Burak Doğansoysal |
Bizi doğayla ve insanla buluşturan bu filmi izlemek bana iyi geldi. Eminim ki izleyen herkese de iyi geldi.
Günümüz karmaşasından unuttuğumuz ya da artık görmediğimiz detayları gördük, her canlının arasında bazı canlıların daha başka bir ruh taşıdığını gördük.
Kaç bin yıldır bu köyde konaklayan leylekler ve yaşayan insanlar arasında bir Adem Amca ve bir Yaren Leylek daha oldu mu diye soruyor insan kendine. Kim bilir...
Olduysa da zaman içinde unutuldu gitti.
O yüzden,
İyi ki Alper Tüydeş bu hikâyeyi fark etti ve bunun ölümsüzleşmesi için çabaladı ve ortaya böyle kalıcı bir yapım çıktı...
Hava biraz serin (soğuk) olsa da açık havada film izlemek çok güzeldi…
Film böyleyken böyle.
Benim için ise leylek demek çocukluğum demek.
Karacabeyli olunca leylek hayatın bir parçası oluyor haliyle. Baharın geldiğini leyleği görünce anlar, filmdeki çocuklar gibi neşeye kapılır ve bir elimiz saçımızda o meşhur tekerlemeyi söylerdik:
"Leylek gördüm saçım uzasın!"
Sırtüstü uzanıp, bacaklarını havaya kaldırıp, beni de ayaklarının üzerine alıp, "Leylek leylek havada, yumurtası tavada." tekerlemesiyle leylek gibi uçururdu beni babam. Sonra ben de kendi çocuklarımı uçurdum böyle.
İçinden leylek geçen şehirlerin leylek kültürü vardır aslında.
Leyleği havada görmek bütün seneyi gezerek geçireceğine delalettir mesela.
Leylekler bacasına yuva yaptıkları eve uğur getirirler. İnsanlar leylek yuvalarını bozmazlar.
Karacabey halinde her zaman yaralandığı için ya da yetişemediği için sürüden kopmuş leylekler olurdu eskiden. Hal esnafı o leylekleri besler ve korurdu. Hayatı hayvanlarla paylaşmayı ta o zamanlardan öğrendim belki de ben.
Leylekler elektrik direkleri üzerine ya da evlerin bacalarına yuva yaparlardı ama şimdilerde yuva yapılacak baca kalmadı.
Leylek yuvaları birer apartman gibi. Yuvanın en üstünde leylekler, alt katlarında ise envai çeşit küçük kuş barınır.
Ha bir de; bebekleri hep leylekler(!) getirir.
19. yüzyılda başta leylekler olmak üzere göçmen kuşların bakımlarının yapılması amacıyla kurulan, Türkiye’nin ilk hayvan hastanesi Gurabahane-i Laklakan (Düşkün Leylekler Evi) şimdi ne durumda diye internette arama yaptığımda, bu binanın 2010 yılında restorasyon çalışmalarının bitirildiğini ve hizmete açıldığını gördüm. Umarım hâlâ hizmet veriyordur..
Konuşmaktan işini yapmayanlara "Lak lak etme!" deriz mesela. "Laklak" kelimesi Arapçadan geçme ve leylek anlamına geliyormuş. Fakat Türkçeye leylek adı, Farsça "legleg" kelimesinden geçmiş.
(* Legleg'i İngilizce'deki leg-bacak ile yan yana getirebilir miyiz acaba? Malum, leylek demek bacak demek. Uzun bacaklı kişilere de leylek gibi demez miyiz? Bakın neler neleri çağrıştırıyor.)
Leylek Tarihi
Her yıl dönüp dolaşıp aynı bacaya gelip yuva yapan ve tek eşli yaşayan leyleklerin ortalama 30 yıllık bir ömürleri varmış. Daha genç olanları yaşlı ya da sakat olanlarla ilgileniyor; onları besliyor ve kanatlarıyla destekliyormuş. Bu yüzden Yunan ve Roma mitolojisi, leylekleri "ebeveynlere sadakat modeli" olarak gösteriyormuş. Leyleklerin yaşlanınca ölmediğine, adalara uçup insan şekline büründüklerine inanılıyormuş. Antik Yunanca leylek anlamına gelen "pelargos" kelimesinden türeyen ve "Pelargonia" adı verilen yasaya göre, yurttaşlar yaşlanmış ebeveynlerine bakmakla yükümlülermiş. Antik Yunan’da leylek öldürmek ölümle cezalandırılabiliyormuş. Ayrıca Yunanca "güçlü doğal sevgi" anlamındaki "storge" terimi, leylek anlamına gelen İngilizce "stork" kelimesinin de kökeni imiş. Romalılar da aynı biçimde çocukların ebeveynlerine bakmakla yükümlü olduğu "Leylek Kanunu" anlamındaki "Lex Ciconaria" yasasını geçirmişler. (Dahası burada.)
Göç Yolları
Listelist.com'dan alıntılarsak: "Çoğunlukla Sahra Çölü’nün altında kalan tropikal Orta Afrika’dan Güney Afrika’nın güneyine ve hatta Hindistan’ın güneyine kadar olan geniş bir coğrafyada kışı geçiren leylekler, Avrupa ve Anadolu’dan Afrika’daki kışlaklarına göç ederken doğrudan Akdeniz üzerinden geçmezler. Denizin dar olduğu Çanakkale ve İstanbul boğazlarını kullanarak, doğuda İskenderun Körfezi, Amanos Dağları, Rift Vadisi uzantısını geçerek Süveyş Kanalı üzerinden Nil Nehri boyunca yollarına devam ederlerken, batıda da Cebelitarık Boğazı’nı kullanırlar. Yıllık olarak yaklaşık 530 bin leyleğin kullandığı doğu göç yolu, batı göç yolundan iki kat daha uzun olmasına karşın daha önemlidir. Ayrıca leylekler kışlaklarına her iki yoldan da aynı sürede varabiliyorlar.
Avrupa’ya ortalama 49 günlük bir yolculuktan sonra mart ayı sonunda ulaşırlarken, Afrika kıt'asına doğru yaptıkları sonbahar yolculuklarının yaklaşık 26 günde tamamlandığı görülür. Arkadan gelen rüzgar ve göç yolu üzerindeki besin azlığı, leyleklerin av bulamadıkları bölgelerin üzerinden daha hızlı uçmalarını sağlar. Hayatlarının büyük bir kısmını göç yollarında geçiren leylekler, yılda 10 bin km’ye varan bir mesafe katederler. Süzülerek uçmalarını sağlayan sıcak hava akımları sayesinde hiç kanat çırpmadan günde ortalama 400 km uçabilirler."
Leyleklerin Türkiye'deki Rotaları
Kuş Uzmanı Kerem Ali Boyla'nın Magma Dergisi'ndeki röportajında leyleklerin, Marmara Denizi’ni İstanbul veya Bursa üzerinden geçtikten sonra Eskişehir, Kütahya, Afyon ve tam Konya şehrinin üzerinden, Toroslar’ın eteklerinden Karaman’a doğru, Karaman’dan da güneye Mersin’e ya da Pozantı’dan Çukurova’ya ve Çukurova’dan sonra Antakya üzerinden Suriye’ye geçtiklerini gözlediklerini söylüyor. İstanbul'un leylekler için tehlikeli bir geçiş olduğunu, her tarafı beton olan bu şehirde dinlenebilecekleri güvenli sulak alan ve tarlalar bulamadıklarını, onun için birçoğunun akşam saat 3-4-5 olduğunda İstanbul’un doğu ucuna ulaşamayacağını hissederek yarı yoldan geri dönmek zorunda kaldıklarını ve leylekler için İstanbul ve Marmara Denizi geçişinin yüksek ölüm oranı getirdiğini, bu geçişin ciddi bir vakit ve enerji kaybı olduğunu söylüyor.
(Dahası burada.)
İpler ve Naylonlar
Doç. Dr. Ortaç Onmuş, "Bugüne kadar yaptığımız çalışmalarda halkaladığımız 100 leylekten 6'sının ayaklarına ip ya da poşet dolanması sonucu öldüğünü tespit ettik." demiş. Leylekler balya iplerini, doğaya atılan çöp ve poşetleri, yuvaları yumuşak olsun diye yuvalarına getiriyorlarmış. Bu ipler leyleklerin ayağına dolaşınca onların ayaklarını kopartıyormuş. Onmuş, "Çiftçilerimize ve köylülerimize balya ve saman iplerini doğaya atmamasını tavsiye ediyoruz." diyor.
Yavru leylekler üredikleri yere dönüyor mu?
Doç. Dr. Ortaç Onmuş'un açıklamalarına göre; leyleklerde sadece erişkin bireyler üredikleri yere geri dönme eğilimine sahiplermiş. Yavru leyleklerin yarısından fazlası doğduğu, yumurtadan çıktığı bölgenin dışına gidiyorlarmış.
(Dahası burada.)
Leylekler ve elektrik direkleri
Prof. Dr. İsmet Arıca ve eşi Ziraat Mühendisi Franziska Arıca'nın bölgedeki leyleklerin gittikçe azaldıklarını görmeleri üzerine yaptıkları çalışmalar ile bölgede leylek bilinci uluslararası düzeye yükselmiş. Tüm alçak gerilim hatları izole edilerek leyleklerin elektrik kaynaklı ölümleri en aza indirilmiş. Son 11 sene içinde toplam 130 elektrik direği üzerine leyleklerin barınabileceği yuvalar yapılmış. Buralar 1994 yılında Uluslararası Ramsar sözleşmesi ile koruma altına alınmış.
(Dahası burada.)
Günün fotoğraf albümü burada:
Eskikarağaç köyünden ve müzeden birkaç görüntü burada:
Anlaşılan leylekleri anlatmakla bitiremeyeceğim ben.
Yazının sonunda La Fontaine'in Leylek ile Tilki fablını size bırakıyorum, ben yazımı Bekir Coşkun'un 28 Ağustos 2002 tarihli yazısından bir alıntı ile tamamlıyorum:
"Havalar soğumaya başlayınca, leylekler düz tarlalarda büyük kurultaylarını toplarlar.
Tak tak tak...
İnanılmaz büyük tartışmalar olur, bazen müzakereler günlerce sürer ve her zaman aynı karar çıkar:
Gitmek...
Buradan kalkıp, Toros Dağları'nın güney eteklerinde son molayı verdikten sonra, Basra Körfezi ile Nil Deltası'na uçarlar. Kışın soğuk günlerini oralarda geçirip, ilkbaharda alay alay, ağızlarında gözükmeyen kundaklarla dönerler.
Gidişleri hüzün, dönüşleri sevinçtir.
*
Tıpkı bizim umutlarımız gibi.
Umutlarımız bir gider, bir döner.
Her dönüşte bir kundak umarız.
Kimi zaman bir iş, kimi zaman bir yatırım, kimi zaman bir yuva, kimi zaman bir diploma, kimi zaman bir yüzük, kimi zaman bir sözcük.
Her birimizin yaşamında leylekler uçuşur.
Hep leyleğin ağzındaki kundağı bekleriz.
Gider leylek...
Döner leylek..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder