Sabahın erkeninde uyanıp telefonun ekranından saate baktım. 06:22'yi gösteriyordu saat. Biraz daha uyur, 7 buçukta kalkarım dedim. Hafif bir kahvaltı, ardından hazırlık ve gün başlardı yine.
Bugün programda neler vardı acaba? Bugün nereleri görecektik bakalım...
Uyur uyanıklık arasında Mardin'deydim ben. Uyanmak istemediğim bir rüyadaydım.
Oysa dönmüştüm ve evimdeydim. Evimde olduğumu idrak etmek biraz zaman aldı. İçimde hep bir kalk gidelim hali ile kalktım yataktan.
Kahvaltının ardından çalışma masamın başına oturup da fotoğrafların içine dalınca yine uçuverdim Mardin'e.
Gezimizin adı da UçurtMardin değil miydi hem?
Uçmak farz olmuştu demek yine...
Gidip görmeden önce coğrafya kitaplarında, atlas üzerinde, 'orda bir köy var uzakta' anlamında bir yerdi Mardin benim için.
Fotoğraflardan ibaret bir tabloydu. Üzerinden geçen medeniyetlerini anlatan bilgilerden ibaret bir kitaptı.
Murathan Mungan'dı, Aziz Sancar'dı, terördü, sınırdı.
Özge Ersu'nun Mardin gezisi hazırladığı haberini alıp, içeriğini de inceleyince, işte sana Mardin'i anlatacak gezi bu dedim kendime.
Kalk ve git.
Okumakla, izlemekle, dinlemekle olmaz. Git, gör, duy, dinle, yaşa, hisset, anla, 'Mardin'e kaybolmaya git' sözündeki gibi, git ve Mardin'de kaybol...
Kayboldum da...
19 yol arkadaşı, rehberimiz Özge Ersu ve kendisi de Mardinli olan Mardin sevdalısı Aysel Tumba ile 21 kişi olarak indik Mardin'e.
Sabahın erken saatlerinde indiğimiz Mardin Kızıltepe Havaalanı'ndan çıkıp Deyrulzafaran Manastırı'na gittik önce.
Deyrulzafaran Manastırı
Sarı taş bina tüm azametiyle karşılamıştı bizi. Deyrulzafaran'ın kapısından girdiğim anda bildiğim dünyayı ardımda bırakıp bilmediğim bir dünyaya daldım. Ettiğim kahvaltı bile değişmişti sanki.
Deyrulzafaran'ın kendi bahçesinde yetiştirdiği ürünlerle hazırlanmıştı kahvaltı. Manastır büyük bir bahçe (ya da arazi) içerisindeydi ve Mardin'de yerel zeytin çeşitliliğinin yaşatılması için Ekim 2017'de "Deyrulzafaran Zeytin Gen Bahçesi" projesi başlatılmıştı.
Yeşil ve siyah zeytinlerin yanında mis gibi tereyağ, reçel, süt kaymağından yapılmış ve gül şurubu ile tatlandırılmış krep misali bir kahvaltılık, peynir çeşitleri, ekmek çeşitleri, Deyrulzafaran çayı, hurmalı kurabiye ve Süryani kahvesi ile kahvaltı faslı tamamlandığında Manastır'ı ziyaret etmek için toparlandık.
Bundan yaklaşık 4 bin yıl önce Güneş'e tapanlar kendilerine bir tapınak aramışlar. Öyle bir tapınak yapmak istemişler ki hem bütün Mezopotamya Ovası önlerinde uzansın, hem de tapınak dağların arasında kaybolsun. Bunun için de Mardin'den 4 km. uzağa kurmuşlar tapınaklarını. Güneş tapınağı ile başlayan yapılanma, pagan inanışından sonra Hristiyanlık Ortodoks Süryani tapınağına dönüşmüş. İlk kurulduğunda manastır bu kadar büyük bir yapı değil, sadece küçük bir yeraltı tapınağı imiş.
Manastırın altında yer alan ve aslında ilk kurulmuş olan tapınağa girdiğimizde küçük bir odayla karşılaşıyoruz. Tamamen taşla örülü tavanda yüksekliği 2 metreyi bulan ve diş gibi yukarı çıkan her bir taşın ağırlığı yaklaşık 1.5 - 1.750 ton arasında imiş. Verev olarak döşenen taşların arasında herhangi bir yapıştırma malzemesi yokmuş ve hepsi kilit taşı imiş. Hepsi V şeklinde sıkıştırılarak oturtulmuş. Geçme sistemi ile bir arada duruyorlar ve tüm manastırı üzerlerinde yıllardır bu şekilde taşıyorlar.
Üniversitenin yaptığı araştırma sonucunda manastırın 3830 yıllık bir yapı olduğu ortaya çıkmış.
Bugün programda neler vardı acaba? Bugün nereleri görecektik bakalım...
Uyur uyanıklık arasında Mardin'deydim ben. Uyanmak istemediğim bir rüyadaydım.
Oysa dönmüştüm ve evimdeydim. Evimde olduğumu idrak etmek biraz zaman aldı. İçimde hep bir kalk gidelim hali ile kalktım yataktan.
Kahvaltının ardından çalışma masamın başına oturup da fotoğrafların içine dalınca yine uçuverdim Mardin'e.
Gezimizin adı da UçurtMardin değil miydi hem?
Uçmak farz olmuştu demek yine...
Gidip görmeden önce coğrafya kitaplarında, atlas üzerinde, 'orda bir köy var uzakta' anlamında bir yerdi Mardin benim için.
Fotoğraflardan ibaret bir tabloydu. Üzerinden geçen medeniyetlerini anlatan bilgilerden ibaret bir kitaptı.
Murathan Mungan'dı, Aziz Sancar'dı, terördü, sınırdı.
Özge Ersu'nun Mardin gezisi hazırladığı haberini alıp, içeriğini de inceleyince, işte sana Mardin'i anlatacak gezi bu dedim kendime.
Kalk ve git.
Okumakla, izlemekle, dinlemekle olmaz. Git, gör, duy, dinle, yaşa, hisset, anla, 'Mardin'e kaybolmaya git' sözündeki gibi, git ve Mardin'de kaybol...
Kayboldum da...
19 yol arkadaşı, rehberimiz Özge Ersu ve kendisi de Mardinli olan Mardin sevdalısı Aysel Tumba ile 21 kişi olarak indik Mardin'e.
Sabahın erken saatlerinde indiğimiz Mardin Kızıltepe Havaalanı'ndan çıkıp Deyrulzafaran Manastırı'na gittik önce.
Deyrulzafaran Manastırı
Sarı taş bina tüm azametiyle karşılamıştı bizi. Deyrulzafaran'ın kapısından girdiğim anda bildiğim dünyayı ardımda bırakıp bilmediğim bir dünyaya daldım. Ettiğim kahvaltı bile değişmişti sanki.
Deyrulzafaran'ın kendi bahçesinde yetiştirdiği ürünlerle hazırlanmıştı kahvaltı. Manastır büyük bir bahçe (ya da arazi) içerisindeydi ve Mardin'de yerel zeytin çeşitliliğinin yaşatılması için Ekim 2017'de "Deyrulzafaran Zeytin Gen Bahçesi" projesi başlatılmıştı.
Yeşil ve siyah zeytinlerin yanında mis gibi tereyağ, reçel, süt kaymağından yapılmış ve gül şurubu ile tatlandırılmış krep misali bir kahvaltılık, peynir çeşitleri, ekmek çeşitleri, Deyrulzafaran çayı, hurmalı kurabiye ve Süryani kahvesi ile kahvaltı faslı tamamlandığında Manastır'ı ziyaret etmek için toparlandık.
Manastırın altında yer alan ve aslında ilk kurulmuş olan tapınağa girdiğimizde küçük bir odayla karşılaşıyoruz. Tamamen taşla örülü tavanda yüksekliği 2 metreyi bulan ve diş gibi yukarı çıkan her bir taşın ağırlığı yaklaşık 1.5 - 1.750 ton arasında imiş. Verev olarak döşenen taşların arasında herhangi bir yapıştırma malzemesi yokmuş ve hepsi kilit taşı imiş. Hepsi V şeklinde sıkıştırılarak oturtulmuş. Geçme sistemi ile bir arada duruyorlar ve tüm manastırı üzerlerinde yıllardır bu şekilde taşıyorlar.
Üniversitenin yaptığı araştırma sonucunda manastırın 3830 yıllık bir yapı olduğu ortaya çıkmış.
Manastır 15. yüzyıldan itibaren sarı ve yeşil çiçekleri olan safran bitkisiyle anılmaya başlanarak Deyrulzafaran (Safran Manastırı) adını almış. Rivayete göre yapının harcında safran (zafaran) bitkisi kullanılmış ve yapı sarı rengini bu bitkiden almış. Bir başka rivayete göre ise yapının etrafında (şimdi yetişmediğinden gramı dolarla ölçülen) safran bitkisi çok yaygın olduğu için manastır bu adla anılıyormuş.
Hayata Atılan İlmekler
Mardin'e Deyrülzafaran ile yaptığımız giriş, Mardin Valiliği / Halk Eğitim Merkezi, Etiler Soroptimist Halı Kursu ile devam ediyor ve halı dokuyan kızlarımızı ziyarete gidiyoruz. Kendisi de bir soroptimist olan Aysel Tumba, yörenin ve insanının, özellikle de çocuk ve kadınların kendilerini geliştirebilmeleri adına bir halı kursu açılmasına önayak olmuş. Genç kızlar burada halı dokuyarak para kazanıyorlar. Halılar ya yüzde yüz yün ya da ipek-yün karışımı olarak dokunuyor. İplikler kök boya ile renklendiriliyor. Buradaki kızlar hayata atılan ilmekler gibi tek tek ilmek atarak dokuyorlar halıları. Halılar sipariş üzerine dokunabiliyor. Dokunmuş halı satılmadan ya da sipariş alınmadan yeni halıya başlanamıyor. Halı dokuması (büyüklüğüne göre) 6 ay ya da 1.5 yıl sürüyor. Halılar özel istek olarak da, (desenin akademik olarak çizilmiş olması kaydıyla), istenen boyutta dokunabiliyor.
Halılar eski geleneksel düğüm ile dokunuyor halılar. Bu düğümü yapan ender atölyelerden birisi burası. Dernek olarak üretim yapıldığı için halının üzerine kâr konulmuyor. O yüzden piyasaya göre rakam daha düşük, el emeği ise piyasaya göre daha yüksek.
Halı dokuyan kızların bazılarının utangaç, bazılarının daha cesur gülüşlerini görmek, onlarla göz göze gelmek, halı dokuyan ellerinin iplikler arasında raks edişlerini izlemek "Ellerinize Sağlık" dedirtiyor bize dolu dolu.
Kadim Şehir Mardin
Kızları arkamızda bırakıp Mardin şehrine doğru yola çıkıyoruz. Daha önce gelenler hariç, biz yeni gelenler neyle karşılaşacağımızı pek bilmiyoruz açıkçası. Otelimize yerleşip biraz nefeslendikten sonra atıyoruz kendimizi Mardin sokaklarına. Teras teras yukarıya doğru tırmanan ve kimsenin diğerinin terasını görmediği bir şekilde yapılan evlerin arasındaki dar sokaklar doğal bir klima görevi görüyor ve Mardin'i kızgın yaz sıcağından koruyor. Mezopotamya Ovasının sırtında 1083 metre yüksekliğe ulaşan şehrin neredeyse tüm sokakları merdivenden oluşuyor. Lojistik bu yüzden eşek ya da atlarla sağlanıyor. Çocuklara oynayacak sokak olmadığından çocuklar geniş teraslarda oynuyorlar. Yüksek taş duvarlarla çevrili evlerin ortasında muhakkak bir avlu var. Sokakları birbirine bağlayan geçitlere "abbara" deniyor.
Yöreye özel çıkan sarı taşlardan yapılan evler mi güneş ışıklarını sarartıyor, yoksa güneş ışıkları mı sarı bilemiyor insan ama Mardin sarı bir şehir. Sarı şehrin altında ise yemyeşil Mezopotamya ovası bir okyanusmuşcasına uzanıyor. Göz alabildiğine uzanan ova ve şehrin üzerinde tüm haşmetiyle oturan Mardin Kalesi'nin ışıkları "Gündüzü seyranlık, gecesi gerdanlık" sözüne can veriyor.
Bu kadim şehir beni derinden etkiliyor...
Bu kadim şehir beni derinden etkiliyor...
Mardius Tarihi Konak
Mardin şehri gezimize kısa bir ara vererek, (otel misafiri olmamamıza rağmen, Aysel Tumba ile Özge Ersu'nun hatrına mukabil) Mardius Otel'de misafir ediliyoruz. Otelin terasında yerel lezzetleri tatmak, esen rüzgârı saçlarımda hissetmek, Mardin'i tanımaya başlamak bana iyi geliyor.
Gezi grubumuz tahtlarda kurulup yorgunluk atarken Özge Ersu canlı yayın ile otelin içini dışını gezdiriyor kendisini izleyenlere. Komik oluyor ama o izleyicilerden birisi de ânın içindeki kişi olarak ben oluyorum.
Buradaki tüm butik oteller gibi Mardius Oteli de eskiden konakmış. Mardin’in en eski yapılarından biri olduğu ve yapılışının 1500’lü yıllara dayandığı rivayet edilen konak 2014 yılında otel olarak hizmet vermeye başlamış. Birbirinden özel döşenmiş ve farklı isimlerle isimlendirilmiş odaların olduğu otelden ayrılarak yine Mardin sokaklarına karışıyoruz.
Mardin ve UNESCO Dünya Miras Listesi
Başımı çevirdiğim her yerde yüzyıllar öncesinden gelen binalarla karşılaşmak yüzyıllar öncesine götürüyor ruhumu. Arada karşıma çıkan "yeni desen yeni değil, eski desen eski değil" yapılar ise tüm büyüyü bozuyor. Ve Mardin işte tam da bu yüzden UNESCO Dünya Miras Listesi'ne (şimdilik) giremiyor. (Aysel Tumba bu konu üzerine çalışmalar yapıldığını söylüyor)
Kasımiye Medresesi
Sokaklarda yürümeyi daha sonraya bırakarak Kasımiye Medresesi'ne düşürüyoruz yolumuzu. Akşam olmaya başladı ve gün ışığı daha da sarılaştı. Kasımiye Medresesi Mardin yapılarının en büyüklerinden ve güneyde ovaya açık bir cepheye sahip. Öyle ki buradan ovaya bakınca "Dünya düz müdür?" diye sorsalar, "Düzdür" diyebilir insan.
Medrese tek bir avlu etrafında düzenlenmiş. İki katlı ve tek eyvanlı olan bina kesme taş ve tuğlalardan yapılmış.
Rivayetlere göre Kasım Paşa burada katledilmiş. Rivayete göre Kasım Paşa’nın kız kardeşi, Kasım Paşa öldüğünde kanlı gömleğini yaktığı ağıtlar eşliğinde eyvanın duvarlarına çarpmış ve hâlâ o duvarlara su döküldüğünde koyulaşan izlerin kan izleri olduğu söylenir.
Yine rivayetlere göre medresenin avlusundaki havuzda akan su tasavvufi bir betimlemeyi saklar. Suyun akışı ile doğumdan ölüme kadar insan hayatı ve sonrası simgelenir. Çeşmeden çıkan su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluk olgunluğu ve suların bir havuzda toplanması da ölümü temsil eder. Daha sonra bu su kanallarla toprağa aktarılır ve burada topraktan tekrar can bulur.
Kasımiye Medresesi'nin yarattığı hüznün etkisi üzerimden dağılmamış iken akşam yemeği için davetli olduğumuz Mardin Bağ Evi'ne geçiyoruz. Bahçenin yeşili ve güller beni günümüze geri getiriyor biraz. Akşam güneşini burada batırıyor ve bize özel hazırlanan Sıra Gecesi'nin coşkusu ve grup arkadaşlarımızın neşesi ile neşeleniyorum.
Aşkın Gücü
İkinci güne otelimizi yanındaki eski postane binası ile başlıyoruz. Eski PTT Binası (Şahtana Ailesi Evi) 1890 yılında Şahtana ailesi tarafından Ermeni mimar Lole’ye yaptırılmış. Rivayete göre Şahtana Ailesi’nden bir genç Ömerli’de yaşayan bir kızı sever ve onunla evlenmek ister. Ancak kız, kendisi için Mardin’deki en büyük evin yapılması şartıyla bu teklifi kabul eder. Böylece, Mardin’deki en büyük U planlı evlerden biri olan Şahtanalar’ın konağı inşa edilir. Aşkın gücü bazen dağı deldirir, bazen de konak inşa ettirir demek ki.
Bina 1950 yılından itibaren PTT binası olarak kullanılmış. Bugün ise bina Artuklu Üniversitesine devredilmiş ve Turizm Uygulama Oteli olarak kullanılıyor.
Mardin sokaklarında kayboluyoruz yine. Mavi boyalı kapıların akrebe karşı bir savunma olduğunu, kapı üzerindeki Arapça yazıların ya da Kâbe tasvirinin o evde yaşayan kişinin hacı olduğunu ima ettiğini öğreniyoruz.
Merdivenlerden ine çıka, dar aralardan dolana dolana Birinci Cadde'ye iniyor ve Uçurtma Festivali'nin yapılacağı Cumhuriyet Meydanı'na doğru yürüyoruz. Sağlı sollu gümüşçüler, şarap evleri, hayalet badem şekerciler, ekmekçiler, pideciler, hediyelik ürün satan dükkânlar, yemeniciler gibi pek çok dükkân sıralanmış yol boyuna. Hemen hepsinin tabelası da aynı tarzda yazılmış. Tabela kirliliği olmaması ve cadde boyunda ahşap saksılarda yetiştirilen bitkilerin olması hoşuma gidiyor.
Olgunlaşma Enstitüsü
Cumhuriyet Meydanı'na gelmeden sağa doğru geniş merdivenler görüyoruz. Rotamızın üzerindeki Olgunlaşma Enstitüsü'ne giden bu merdivenleri tırmanıp enstitüye ulaşıyoruz.
Enstitüsü binası evkaf idaresinin onayı ile Muzafferiye Medresesi'nin üzerine 11 Mayıs 1892'de Mekteb-i Rüştiye (lise) olarak inşa edilmiş. İki bloktan oluşan bina Osmanlı döneminden bugüne Mardin'de eğitim öğretim amaçlı kullanılan ilk bina imiş.
Enstitüde üretilen ürünlere göz atıp, terasında biraz vakit geçirdikten sonra Mardin sokakları bizi bekler deyip ayrılıyoruz binadan. Sokak aralarında bizi bir sürpriz bekliyor.
Sinekli Bakkal
Adını Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal romanından alan küçük bir dükkân görüyoruz. Dükkân sadece dükkân değil, aynı zamanda bir kütüphane vazifesi görüyor mahallede. 40-45 yıldır var olan dükkân okuması için mahalleliye kitap veriyor ve bir kitap bitmeden yenisini vermiyor. Ayrıca kimin ne okuduğunu da listeliyor. Kendisiyle yaptığımız küçük sohbette yeni kitaplara ihtiyacı olduğunu belirtince ben de kendisinden adres istiyorum. Hemen söylüyor. Belki siz de kitap yollamak istersiniz diye adresi buraya da yazıyorum:
Sinekli Bakkal Murat Basut / Şar mah. 239. Badem sokak No: 68 Artuklu / MARDİN
Sinekli Bakkal Murat Basut / Şar mah. 239. Badem sokak No: 68 Artuklu / MARDİN
Sinekli Bakkal'ı olmayan sinekleri ile baş başa bırakıp sokak aralarında yürümeye devam ediyoruz.
Kırklar Kilisesi
Rotamız Kırklar Kilisesi. İtalyan bir grubun arasına karışarak kilisenin tarihçesini anlatan din görevlisinin sözlerine biz de kulak kabartıyoruz. Mor (Aziz) Behnam ile kız kardeşi Saro adına yapılan ve şu anda Kırklar Kilisesi olarak tanınan kilise iki ismini de erken dönem Hıristiyan efsanelerinden almış, 6. yüzyılın ortalarına ait bir yapı imiş.
İtalyan grubu kilisede bırakarak yolumuza devam ediyoruz. Mardin Müzesi ziyaretimiz havada uçuşan uçurtmalarla süsleniyor. Abdüllatif Camii'ne ve avlusuna bir göz atarak Mardin'deki tek Cumbalı Evi'n önünden geçiyoruz.
Kırklar Kilisesi
Rotamız Kırklar Kilisesi. İtalyan bir grubun arasına karışarak kilisenin tarihçesini anlatan din görevlisinin sözlerine biz de kulak kabartıyoruz. Mor (Aziz) Behnam ile kız kardeşi Saro adına yapılan ve şu anda Kırklar Kilisesi olarak tanınan kilise iki ismini de erken dönem Hıristiyan efsanelerinden almış, 6. yüzyılın ortalarına ait bir yapı imiş.
İtalyan grubu kilisede bırakarak yolumuza devam ediyoruz. Mardin Müzesi ziyaretimiz havada uçuşan uçurtmalarla süsleniyor. Abdüllatif Camii'ne ve avlusuna bir göz atarak Mardin'deki tek Cumbalı Evi'n önünden geçiyoruz.
Mardin Ulu Camii'nin bahçesinden sessizce geçerek Kapalı Çarşı'ya ulaşıyoruz. Cuma saati olduğu için camiler dolu, çarşı ise boş. Çarşı boş ama kapalı değil açık. Pek çok esnaf tezgâhının üzerine şöyle bir örtü örtüp gitmiş. Bazıları örtü bile örtmemiş, demir bir çubuğu iki tezgâh arasına sıkıştırıvermiş. Bu davranışın yorumunu siz okuyuculara bırakıyorum yazının burasında..
Kapalı Çarşı'dan merdivenlerle yukarıya, Birinci Cadde'ye ulaşıp öğlen yemeğimizi yiyeceğimiz Bağdadi Restaurant'a ulaşıyoruz. Karşımızda bizi iyice acıktıracak sayıda bir merdiven çıkıyor. Onu da tırmanıyor ve bizim için hazırlanan sofraya kuruluyoruz.
(Farkındasınız değil mi, sabahtan beri ne kadar çok yer gezdik ve saat henüz 13:00)
Yemeğimizi yiyip bizi ağırlayan arkadaşlara vedamızı ettikten sonra bu kez Zinciriye Medresesi'ne yöneliyoruz. Zinciriye de tepelerin en tepesinde olduğu için merdivenler çıkmakla bitecek gibi görünmüyor. Ama çıkınca bitiyor.
Zinciriye Medresesi
Mardin’de hüküm süren son Artuklu Sultanı olan Melik Necmettin İsa bin Muzaffer Davud bin El Melik Salih tarafından 1385 yılında yaptırılmış medrese halk arasında Zinciriye Medresesi diye anılıyor. İlk defa Mardin’de görülen Timur ve ordusu ile savaşmış olan Melik Necmeddin İsa bir süre bu medreseye hapsedilmiş. Zinciriye denmesi de bu yüzde olmalı. Zinciriye Medresesi'nde bizi Selman Çaktır'dan ney dinletisi bekliyor. Özge Ersu vesilesiyle o mistik anlar dostlarımıza canlı yayında yansıyor.
(Farkındasınız değil mi, sabahtan beri ne kadar çok yer gezdik ve saat henüz 13:00)
Yemeğimizi yiyip bizi ağırlayan arkadaşlara vedamızı ettikten sonra bu kez Zinciriye Medresesi'ne yöneliyoruz. Zinciriye de tepelerin en tepesinde olduğu için merdivenler çıkmakla bitecek gibi görünmüyor. Ama çıkınca bitiyor.
Zinciriye Medresesi
Mardin’de hüküm süren son Artuklu Sultanı olan Melik Necmettin İsa bin Muzaffer Davud bin El Melik Salih tarafından 1385 yılında yaptırılmış medrese halk arasında Zinciriye Medresesi diye anılıyor. İlk defa Mardin’de görülen Timur ve ordusu ile savaşmış olan Melik Necmeddin İsa bir süre bu medreseye hapsedilmiş. Zinciriye denmesi de bu yüzde olmalı. Zinciriye Medresesi'nde bizi Selman Çaktır'dan ney dinletisi bekliyor. Özge Ersu vesilesiyle o mistik anlar dostlarımıza canlı yayında yansıyor.
Korteje Yetiş, Uçurtmanı Uçur
Merdivenleri inmek üzerimize inen mistik havayı söküp atıyor. Şimdi korteje katılmak için bir an önce otele gitmeli, saçlarımıza taçlarımızı takmalı, uçurtmalarımızı ve dilek fenerlerimizi yanımıza almalı, uçurtma şenliği için Cumhuriyet Meydanı'na doğru yola çıkmalı. Korteji kaçırsak da kendi kortejimizi oluşturarak meydana doğru yürüyoruz. Uçurtma vakti geldiğinde de büyük uğraşlar vererek uçurtmalarımızı uçurmaya çalışıyoruz. Lakin pist kısa, rüzgâr da essem mi esmesem diye nazlanıp duruyor. Sonuç uçurtmaları "uçurt-a-ma-dık"...
"Uçurtmayı uçuramadık, şansımızı dilek fenerinde deneyeceğiz artık" diyerek meydanı gören Kehribar Cafe'ye doğru yürüyoruz. Meydandan geçerken çocuklar ellerimizdeki fenerleri nereden aldığımızı soruyorlar. (Demek ki herkese yetecek kadar fener yok. Bir dahaki festivalde daha fazla fener bulundurmalı.)
Dibek kahvelerimizi içerken hava iyice kararıyor. Lakin dilek fenerlerinin akıbeti de uçurtmalardan pek farklı olmuyor. Üstelik fener işi bana biraz tehlikeli geliyor. Ateş ve kâğıt ve rüzgâr bir araya gelince o fener kimin tepesine konar diye düşünmeden edemiyorum.
****
Akşam yemeği ve güzel bir uykunun ardından üçüncü güne açıyoruz gözlerimizi. Aracımız ve kaptan şoförümüz Beşir bizi bekliyor. Bugün Mardin'den ayrılıp Midyat'a geçeceğiz.
Dibek kahvelerimizi içerken hava iyice kararıyor. Lakin dilek fenerlerinin akıbeti de uçurtmalardan pek farklı olmuyor. Üstelik fener işi bana biraz tehlikeli geliyor. Ateş ve kâğıt ve rüzgâr bir araya gelince o fener kimin tepesine konar diye düşünmeden edemiyorum.
****
Akşam yemeği ve güzel bir uykunun ardından üçüncü güne açıyoruz gözlerimizi. Aracımız ve kaptan şoförümüz Beşir bizi bekliyor. Bugün Mardin'den ayrılıp Midyat'a geçeceğiz.
Kıllıt = Kıtlık
Midyat'a çabucak gitmiyoruz elbet. Yolumuzun üzerinde terk edilmiş köyler var. Dereiçi (Kıllıt) köyünü görüyoruz. Kıllıt'ın anlamı Süryanice azalan demekmiş. Kıtlık anlamında azalmak diyelim biz buna. Öyle sessiz, öyle karanlık, öyle yalnız ki Kıllıt, atlar, kuşlar ve keçiler olmasa hiçbir yaşam belirtisi olmayacak.
Midyat'a çabucak gitmiyoruz elbet. Yolumuzun üzerinde terk edilmiş köyler var. Dereiçi (Kıllıt) köyünü görüyoruz. Kıllıt'ın anlamı Süryanice azalan demekmiş. Kıtlık anlamında azalmak diyelim biz buna. Öyle sessiz, öyle karanlık, öyle yalnız ki Kıllıt, atlar, kuşlar ve keçiler olmasa hiçbir yaşam belirtisi olmayacak.
İkinci Dünya Savaşı'ndan önce köyde 8 bin kişi yaşarmış. 1940'lı yıllardan sonra Süryanilerin bir kısmı Avrupa, Amerika ve Kanada'ya çalışmaya gitmişler. 1970'li yıllarda herkes son moda giysileriyle, caddede piyasaya çıkarmış. 1976'dan sonra büyük göç başlayınca Kıllıt'ın parlayan tüm ışıkları tümden sönmüş. 2004 yılında geride kalan sadece 10 kişi imiş. Bunların bir kısmı çok yaşlı, bir ikisi de zeka özürlüymüş. Anlaşılan şimdi onlar da yok...
Yaşlılardan bazıları geri gelmişler ve yeni evler yaptırıp oralara yerleşmişler. Ama eski neşe yok. Bahçelerde çamaşır seren kadınlar, arkadaşlarıyla koşturan çocuklar, tarlasından evine dönen adamlar yok.
Mor Yuhanun Süryani Kadim Kilisesi Kıllıt içinde ve hâlâ yaşıyor. Kilise M.S. 303 yılında inşa edilmeye başlanmış ama para tükenince yapıya paydos denilmiş. İkinci ve büyük bölüm ancak 100 yıl sonra bitmiş. Kilise'nin girişinde muazzam süslü bir mezar karşılıyor gelenleri. 23 yaşındaki Musa Tekin bu dünyadan göçüp gidince, "Tanrı baki, aslım topraktır, yaşadım, tekrar toprağa verdiler ecel gelince" yazmışlar mezar taşına.
Neden o kadar erken gittin Musa?
Savur ve Konak
Savur'a geldik. Savur da Mardin gibi tepe üzerinde bir şehir. Aysel Tumba Hanım'ın büyük ailesine ait olan Hacı Abdullah Bey Konağı'nı gezmek için (şu anda Savur içinde olan) hane sahibi hanımdan anahtarı alıyoruz önce. Sonra da o devasa konağı geziyoruz.
Konak 700 metrekareden oluşuyor. Konakta fırın var ve fırın yandığı zaman tüm ev ısınsın diye alttan borular geçiyor. (Ne yazık ki şu anda o sistem çalışmıyormuş) Odalardaki üst pencereler doğal iklimlendirmeyi sağlıyor. Konak yazın serin, kışın sıcak oluyor. Tavan orijinal kök boya ile boyanmış ve ahşap. Tavan yenilenemiyor, çünkü ustası yok. Dokunulduğu an tavan süslemesi parçalanabilir. Zamanında tavanın aynı modelinden yerde halı da varmış. (Tavanın aynısını tablo olarak Mardin'de kaldığımız otelde gördüm ve fotoğrafladım)
Aysel Tumba ve ailesinin hikâyesini dinliyoruz. Soy ağacı çalışmasını hayretle izliyoruz.
Konak gezisi bitince anahtarı gersin geri yerine teslim edip ayrılıyoruz Savur'dan. Lakin bu uzun gezi bizi epey acıktırdı. Perili Bahçe bizi ağırlamak için epey bir hazırlık yapmış ve biz de Perili Bahçe'ye gidiyoruz. Kapıdan girer girmez saç üzerinde sembusek pişiren hanımın etrafını çevirip pişenlerden birkaç sembuseğin hatırını hemen oracıkta soruveriyoruz. Sofrada yine yöreye özel yemekler ve tatlılar var. Sofradan tam doymuş olarak kalkıp, yolda araçtan iniyor ve gelirken gördüğümüz üzeri ağaçlarla örtülmüş yolda yürüyoruz.
Adı tarih boyunca hiç değişmeyen şehir Midyat
Midyat'a ulaştığımızda hava yağmaya başlıyor.
Bir süryani konağı iken Turizm Bakanlığı, Mardin Valiliği, Midyat Kaymakamlığı ve ÇEKÜL Vakfı işbirliği ile restore edilerek 2000 yılında hizmete açılmış olan Midyat Çevre Kültürevi ya da Midyat Devlet Konukevi'ne vardığımızda yağış kesiliyor.
Zamanında Sıla dizisinin de çekildiği söylenen konak epey yüksek bir konak. (Dizinin yanlışları ve dizinin çekildiği konağın eski sahibi hakkında pek çok yorum okudum bir yerlerde.) Dar merdivenlerle kat kat çıkılan konağın ziyaretçilerinin çoğu "selfie" çekme yarışında. Midyat'ta eski yapılardan çok yeni yapılar var. Taş işçiliği ve gümüş işçiliği ile meşhur Midyat'ta belli bir bölge tarihi dokuyu korumuş. Geri kalan Midyat'ın ise diğer yerleşim yerlerinden pek bir farkı yok. Bazı tarihi eserler üzerine sprey boya ile yazılar yazılmış. Teknoloji çağında birbirine atarlanmanın daha iyi yolları vardı oysa.
Midyat'ı Mardin kadar özenli bulmadım ne acı ki. Umarım ki ilerleyen zamanlarda onlar da aynı özeni yakalarlar.
Midyat Mağaraları
Otelimize yerleştikten sonra yine nefis bir akşam yemeği yiyiyor ve ardından Midyat sokaklarına iniyoruz.
Gümüş takılar baktığımız dükkânın yanında Midyat Mağaraları olduğunu söylüyor Özge Ersu ve hemen o mağaralara iniyoruz. Bu coğrafya bizi ne kadar da şaşırtıyor.
1500 yıl önce bu mağaralarda yaşam varmış. Bu mağaraları Veli Güneş kendi imkânları ile restore ederek turizme kazandırmış. O dönemde buralar ahırmış. Veli Güneş buralardan 300 traktör hayvan gübresi ve derisi çıkardıklarını, sonra temizleyip restore ettiklerini söylemiş.
Bilinç olunca iş zor da olsa yapılıyor demek.
UçurtMardin'de Son Gün
Mardin gezimizin son günü Midyat'tan ayrılarak Bacinê (Güvenköy)'deki Ezidi Mezarlığı'na gidiyoruz. Yurt dışında yaşayan Ezidiler vefat ettiklerinde buraya gömülmek istiyorlar. Cenazeleri yurt dışından getirilerek buraya defnediliyor. Biz mezarlık içindeyken yeni bir mezar kazılıyordu. Yolcusu uçaktaymış, geliyormuş...
Mezarlık yolunda ve mezarlık içinde Özge Ersu bizlere Ezidilik üzerine bir konferans veriyor ve Ezildiler hakkında yanlış bilinen detayları anlatıyor. Melek-i Tavus'a inandıklarını, cennete cehenneme inanmadıklarını, günde iki kez namaz kıldıklarını, lacivert giymediklerini, kırmızı giydiklerini, 40 gün oruç tuttuklarını ama oruçlu iken edilen ikramı geri çevirmediklerini, sonradan Ezidi olunmadığını, Ezidilikten çıkılmadığını, çıkanın kendi cehennemini yarattığını, tavus kuşunun etinin çürümediğini ve ölümsüzlüğün simgesi olduğunu, ölmek için köylerine geldiklerini öğreniyoruz bu konferansta.
Bilinç olunca iş zor da olsa yapılıyor demek.
UçurtMardin'de Son Gün
Mardin gezimizin son günü Midyat'tan ayrılarak Bacinê (Güvenköy)'deki Ezidi Mezarlığı'na gidiyoruz. Yurt dışında yaşayan Ezidiler vefat ettiklerinde buraya gömülmek istiyorlar. Cenazeleri yurt dışından getirilerek buraya defnediliyor. Biz mezarlık içindeyken yeni bir mezar kazılıyordu. Yolcusu uçaktaymış, geliyormuş...
Mezarlık yolunda ve mezarlık içinde Özge Ersu bizlere Ezidilik üzerine bir konferans veriyor ve Ezildiler hakkında yanlış bilinen detayları anlatıyor. Melek-i Tavus'a inandıklarını, cennete cehenneme inanmadıklarını, günde iki kez namaz kıldıklarını, lacivert giymediklerini, kırmızı giydiklerini, 40 gün oruç tuttuklarını ama oruçlu iken edilen ikramı geri çevirmediklerini, sonradan Ezidi olunmadığını, Ezidilikten çıkılmadığını, çıkanın kendi cehennemini yarattığını, tavus kuşunun etinin çürümediğini ve ölümsüzlüğün simgesi olduğunu, ölmek için köylerine geldiklerini öğreniyoruz bu konferansta.
Mezarlıktan ayrılırken yol üzerindeki bir yerleşim yerinde bir Ezidi cenazesine rastlıyoruz. Kadınların başlarındaki örtülerin beyaz olduğuna dikkat ediyoruz. Bazı inanışlarda 'yas'ın rengi değişken olabiliyor.
Kafro ve Pizza
Mezarlık ziyaretimizi tamamlayınca terk edilmiş bir köy içinde dolaşıp oradan da Kafro'ya geçiyoruz. Kafro dönenlerin şehri. Buranın yerlileri yıllar önce göçerek gittikleri ve vatan belledikleri ülkelerden dönerek doğdukları topraklara yerleşmişler.
Kafro ve Pizza
Mezarlık ziyaretimizi tamamlayınca terk edilmiş bir köy içinde dolaşıp oradan da Kafro'ya geçiyoruz. Kafro dönenlerin şehri. Buranın yerlileri yıllar önce göçerek gittikleri ve vatan belledikleri ülkelerden dönerek doğdukları topraklara yerleşmişler.
Bazen kalan ömürlerini, bazen de yazlarını geçirmek için yapmışlar bu evleri böyle. Buraya yerleşenlerden birisi burada pizzacı açmış. Mekân müsait olmadığı için pizzasından yiyemedik ama en azından yöreyi gördük.
Sivrice Dream Turkey
Sivrice Dream Turkey
Sivrice (Dalin) köyü okulu çocukları ile buluşmak için Sivrice'ye geçiyoruz. Sivrice Köyü’ndeki ilköğretim öğrencileri, FLL (First Lego League) European Open Championship’te Yükselen Yıldız Birincilik Ödülü’nü kazanmışlar. Turkcell, Sivrice’deki okulu üç boyutlu yazıcıdan dizüstü bilgisayarlara, elektronik devrelerden robotik malzemelerine dek donatarak, bir Maker laboratuvarı kurmuş. Turkcell’in uzman eğitimcileri çocuklara robotik, kodlama ve mobil uygulama geliştirme alanlarında eğitimler vermiş.
Sivrice Dream Turkey, yola çıktığı günden bu yana çok sayıda başarı elde etmiş:
● Yükselen Yıldız Birincilik Ödülü - Pamplona, İspanya (2014)
● Aslan Koç Ödülü - FLL Ankara Bölgesel Turnuva (2015)
● Yenilikçi Çözüm Ödülü - FLL İstanbul Bölgesel Turnuva (2017)
● Sunum Ödülü - FLL İstanbul Bölgesel Turnuva (2018)
● Yükselen Yıldız Birincilik Ödülü - Pamplona, İspanya (2014)
● Aslan Koç Ödülü - FLL Ankara Bölgesel Turnuva (2015)
● Yenilikçi Çözüm Ödülü - FLL İstanbul Bölgesel Turnuva (2017)
● Sunum Ödülü - FLL İstanbul Bölgesel Turnuva (2018)
(Dalin ürünlerinin sahibi olan Kemal Karaağaç bu köyden imiş.)
Çocukları kutlayıp başarılarının devamını diledikten sonra yolumuza devam ediyoruz. Son topluca yemek için Beyazsu'da mola veriyoruz. Dere kenarına kurulmuş tahta alanlarda yiyeceğiz yemeğimizi. İstersek ayaklarımızı suya sokacağız. Suda durup bizden yemek isteyen ördeklerin tacizkâr bakışlarına aldırmadan alabalık yiyeceğiz.
Terk edilmiş değil, boşaltılmış
Son yemeğin ardından Nusaybin'e inip sınıra paralel yol alıyoruz.
Yol üzerinde terk edilmiş değil, boşaltılmış bir köy olan Kalecik'e rastlıyoruz. 2014 yılında Kalecik Köyü Turizme Kazandırılmayı Bekliyor diye bir haber yayınlanmış medyada. Bugün ise Kalecik köyü terör sebebiyle boşaltılmış durumda.
İstikamet Dara
Mardin’e 30 kilometre uzaklıktaki Dara Mahallesi’nde yer alan, tarihte Yukarı Mezopotamya'nın en önemli yerleşim yerlerinden olan Dara Antik Kenti'ndeki mezarların bulunduğu Nekropol'ü ziyaret ediyoruz. 1400 yıllık galeri mezarlık Mayıs 2017'de ziyarete açılmış.
Kutsal kitaplarda “ruhlara nefes verilmesi ve yeniden dirilişin” canlandırıldığı “Ezekiel” (Ölüleri dirilten Peygamber) sahnesinin işlendiği bu galeri mezar, 573’te Sasaniler tarafından savaşta öldürülen Doğu Roma halkına ithafen, 591’de sürgünden dönen Doğu Romalılarca yapılmış. 2009’da yapılan kazılarda, yapının alt katında yüzlerce insana ait kemikle birlikte kandiller ve su kapları açığa çıkarılmış, bu insanların Ezekiel’in mucizesindeki gibi yeniden dirilecekleri gün için bu mezarda toplandıkları belirlenmiş.
Büyük Galeri üç kattan oluşuyor ve en alt katında ortalama 3 bin kişinin kemikleri bulunuyor. Üzeri camla kaplı yapıda alttaki kemikleri görerek yürüdük.
Zindan mı, Sarnıç mı?
Nekropol'ün şaşkınlığını henüz üzerimizden atamamışken daha büyük bir şaşkınlıkla karşılaştık. Zindan'a gidiyoruz deniyor ve sokaklardan bir eve doğru yürüyoruz. Sıradan bir ev bu. Alt katı antik döneme, üst katı da hane sahibi tarafından ekleme olduğu belli olan yeni döneme ait bir ev.
Ancak evin altındaki bodrum gibi yere girip merdivenlerden aşağıya inerken, merdiven duvarı bitip de sağ yanımda koskocaman boşluğu ve o boşluktaki boyu belki 25-30 metre olan sütunları gördüğümde küçük dilimi yutacaktım. Sanki Hollywood yapımı bir film sahnesiydi burası.
Nekropol gibi Zindan da mayıs 2017'de ziyarete açılmış. Nasıl olmuş da üzerindeki evde yaşayanlar ve onlardan öncekiler burayı hiç fark etmemişlerdi.
Su Kanalları
Dara Antik Kentinin en özgün yapılarından birisi de su kanalları olmalı. Suyun akışını, oranını ya da bekletilmesini kontrol edebilen bir sistemin kalıntıları olan havuzlu salonu ve hendeği bunu gösteriyor. Dara'nın Mezopotamya'nın ilk barajının ve sulama kanallarının kurulduğu kent olduğu düşünülüyormuş.
Şaşırtıcı düzeniyle dikkat çeken kanallara ait izler, su sarnıçları ve su depoları burada bir su uygarlığının varlığına işaret ediyor.
Hoşçakal Mardin
Mardin Kızıltepe Havaalanı'ndan İstanbul Atatürk Havaalanı'na vardığımızda gezinin tadı damağımızda, yeni kişiler tanımış olmanın tatlı heyecanı da içimizde kaldı. Birbirimizden bir türlü ayrılamadık.
"Yeni gezilerde buluşmak üzere" diyerek zor da olsa vedalaştık...
****
İnanmayacaksınız ama tüm bu anlattıklarım 4 gün 3 gecede yaşandı. Ne yoruldum, ne sıkıldım, ne de ikna olmadan tatminsiz kaldım. Yoğun geçen dört günün sonunda, Özge Ersu'nun dediği gibi, Mardinarius Profesör oldum çıktım.
Özge Ersu'nun deneyimlerine ve titizliğine olan güvenim ile gideceğimiz yerlere şöyle bir bakmış ve ötesine hiç karışmamış, kendimi Aysel Tumba ve Özge Ersu'ya teslim etmiştim.
Özge Ersu'nun deneyimlerine ve titizliğine olan güvenim ile gideceğimiz yerlere şöyle bir bakmış ve ötesine hiç karışmamış, kendimi Aysel Tumba ve Özge Ersu'ya teslim etmiştim.
Her anı bilgi dolu, her anı keyif dolu, her anı (vejataryan arkadaşımızın yemekleri dahil), Mardin türküleri albümü dahil, hassasiyetle düşünülmüş bir gezi programıydı.
Kararım şudur ki; tüm okuduklarım ve tüm izlediklerim bir yana, yaşayarak deneyimlediklerim bir yana.
Yola çıkmadan önce o kadar çok yazı okumuştum ki, sözde gitmiş kadar olmuştum.
Yalan...
Siz de bu yazıyı okuyunca gitmiş kadar olduğunuzu sanacaksınız ama oralara gittiğiniz zaman, gidip görmenin yerini hiçbir şeyin tutmadığını anlayacaksınız.
O yüzden çıkın çıkın gidin.
Lakin böyle bir coğrafyaya giderken kiminle gideceğinize dikkat edin...
Tespitler, Tavsiyeler:
Mardin'e gelirken eliniz boş olmasın. Köylerdeki çocuklar için mütevazı hediyeler getirebilirsiniz. Kolaya kaçıp çocuklara para vermeyin.
Bacinê mezarlığına giderken yanınıza galoş alın. Galoş da yetmez birer poşet alın. Yumuşak toprak ve çamur ayakkabılarınızın en ince derinliklerine kadar sıvanabilir.
Elektrik tellerini yerin altına almak lazım. Telleri taşıyan direkler tüm büyüyü bozuyor.
Mardin Valiliği sayfasında Mardin'in tarihçesi sekmesi niçin boş?
Külü eşeleyenler olmasa halkların da, dinlerin de birbirleriyle hiçbir zorları yok,
Ne Mardin, ne de diğer yerleşim birimlerinde bir tek rahatsız edici bakışa dahi maruz kalmadık. Hepsi son derece temiz, efendi, saygılı, ilgili ve dost canlısıydılar.
"Başım gözüm üstüne" cümlesi en çok kullandıkları cümle.
Mardin ve civarında hayat daha kaliteli. Biz batıda daha medeni yaşadığımızı zannetsek de daha sefil yaşıyormuşuz.
Dara Antik Kenti'ndeki çocuklar size bir şeyler anlatabilmek ve sizden birkaç kuruş kazanabilmek için önce illa ki sizi metheden bir şey söylüyorlar. (Kolyeniz size çok yakışmış gibi mesela) İstemiyorsanız nazikçe Hayır demeyi ve teşekkür etmeyi bilin.
Tarihte acılarla yer almış yerlerde sırıtarak selfie çekmeye çalışanlar ve oralarda yaşananları hissetmeden, geçmiş zamanları anlamaya çalışmadan kendi 'dalgasına' bakanlar gözüme ziyadesiyle battı. Hele de Nekropol'de gördüğüm "gelin-damat dış çekim şeysi" hepsinin üzerine tüy dikti.
Bu liste uzar gider böyle. Aklıma gelen tespit ve tavsiye olursa yine eklerim...
****
Gezi boyu içimde dönüp durdu "Yola Çıktım Mardin'e" türküsü. O yüzden de yazının da, fotoğraf albümünün de adı bu içli türkünün adı oldu.
Bacinê mezarlığına giderken yanınıza galoş alın. Galoş da yetmez birer poşet alın. Yumuşak toprak ve çamur ayakkabılarınızın en ince derinliklerine kadar sıvanabilir.
Elektrik tellerini yerin altına almak lazım. Telleri taşıyan direkler tüm büyüyü bozuyor.
Mardin Valiliği sayfasında Mardin'in tarihçesi sekmesi niçin boş?
Külü eşeleyenler olmasa halkların da, dinlerin de birbirleriyle hiçbir zorları yok,
Ne Mardin, ne de diğer yerleşim birimlerinde bir tek rahatsız edici bakışa dahi maruz kalmadık. Hepsi son derece temiz, efendi, saygılı, ilgili ve dost canlısıydılar.
"Başım gözüm üstüne" cümlesi en çok kullandıkları cümle.
Mardin ve civarında hayat daha kaliteli. Biz batıda daha medeni yaşadığımızı zannetsek de daha sefil yaşıyormuşuz.
Dara Antik Kenti'ndeki çocuklar size bir şeyler anlatabilmek ve sizden birkaç kuruş kazanabilmek için önce illa ki sizi metheden bir şey söylüyorlar. (Kolyeniz size çok yakışmış gibi mesela) İstemiyorsanız nazikçe Hayır demeyi ve teşekkür etmeyi bilin.
Tarihte acılarla yer almış yerlerde sırıtarak selfie çekmeye çalışanlar ve oralarda yaşananları hissetmeden, geçmiş zamanları anlamaya çalışmadan kendi 'dalgasına' bakanlar gözüme ziyadesiyle battı. Hele de Nekropol'de gördüğüm "gelin-damat dış çekim şeysi" hepsinin üzerine tüy dikti.
Bu liste uzar gider böyle. Aklıma gelen tespit ve tavsiye olursa yine eklerim...
****
Gezi boyu içimde dönüp durdu "Yola Çıktım Mardin'e" türküsü. O yüzden de yazının da, fotoğraf albümünün de adı bu içli türkünün adı oldu.
Yola Çıktım Mardin'e fotoğraf albümü için tıklayın:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder