25 Ağustos 2022 Perşembe

"Burası Datça!"

Datça'ya gittiğinizde en çok duyduğunuz söz bu olacak.
Her şey yolundaysa "Burası Datça!", herhangi bir şey ters giderse "Burası Datça!", hava güzelse "Burası Datça!", deniz güzelse "Burası Datça!", fiyatlar pahalıysa "Burası Datça!", minibüsçülerle dalaşırsan unutma, "Burası Datça!", şunun şurasına bir şey mi olmuş deyince "Burası Datça!", burada bademin kitabı yazılmış, "Evet, çünkü burası Datça!"...
****
Emekli olunca İstanbul'un boğuculuğundan kaçarak Datça'ya yerleşen baba tarafından yakın kuzenim Sedat ve sevgili eşi Gönül yerleştiklerinden bu yana tatil için Datça'ya çağırıp dururlardı beni. Her "Gel yüzeriz, gel dinlenirsin, gel yürüyüşler yaparız, gel bademler çiçek açtı!" dediklerinde "Nasıl geleyim Pandemi var, hem kedimi bırakıp o kadar uzun kalamam." derdim ben de. 
Sonunda onun da formülü bulundu.
"Kedini de al gel!" dediler. Hatta yine aynı derece yakın ablamız Serap'ı da al gel, çünkü biz de siz gelince üç haftalık Karadeniz turuna çıkacağız ve bizim kedimize de hem bakacak hem sevecek insana ihtiyacımız var diye de eklediler. Nihayetinde ev de kedi de herkese teslim edilemezdi.
İşte bu teklif geri çevrilemezdi. Hemen Serap'ı aradım ve bir çırpıda organize oluverdik.
15 Temmuz sabahı Pati'yi de yanımıza alarak erkenden yola koyulduk.
Susurluk'a doğru ayçiçeği tarlalarındaki ayçiçeklerinin sarı saçla çevrili kafalarının siyah yüzlerindeki yüzlerce siyah göz bize bakıyor ve hepsi bir ağızdan sabah sabah nereye gidiyorsunuz böyle diyordu. 
Trafiğin fazla olmadığı bu saatlerde çok da acele etmeden, ücretli otoyolu kullanmadan, sakin sakin, arada durup dinlenerek, çay-kahve molası vererek, özellikle de Pati'yi havalandırarak yaptığımız yolculukla saat 13:30'da Marmaris'e inen yol üzerindeki Sakar Geçidi'ne ulaştık.
Burada verdiğimiz mola biraz daha uzun oldu çünkü aşağıda muhteşem Gökova Körfezi ve dev Okaliptüs ağaçlarının oluşturduğu Aşıklar Yolu uzanıyordu. Neden ip gibi diziliydi bu ağaçlar böyle, belki siz de merak etmişsinizdir ya da biliyorsunuzdur. Yine de anlatalım.
Sene 1938, Gökova'nın bataklık olduğu zamanlar, sivrisinek istilası ile yayılan sıtma hastalığına verilen canlar, bu derde çare arayan Akçapınar Köyü muhtarı Mehmet Gökovalı, derde derman olmak için muhtara el veren Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı, dönemin Muğla Valisi Recai Güreli sayesinde  Avustralya’dan getirilen yüzlerce okaliptüs fidanı, gövdelerinde yüzlerce litre su barındıran okaliptüsler sayesinde yavaş yavaş kuruyan bataklık, azalan sivrisinekler ve sıtma hastalığı. 
İşte böyle bir hikâyesi vardır bu yolun. (Kaynak: https://www.rehbername.com/rehberce/gokova-asiklar-yolunun-hikayesi)

Saat 15:40 itibarıyla Datça'ya varmış, yakınlarımıza kavuşmuştuk. Pati yolda hiç sıkıntı çekmemiş, yolculuğun bitmesini sabırla beklemişti. İner inmez onun ihtiyaçlarını ayarladık, valizlerimizi indirdik, odamıza yerleştik. Pati de hemen evi kolaçan edip kafasında evin haritasını çıkarttı.
Bizi gören evin kedisi Pıtış ise bir anda neye uğradığını şaşırarak çareyi üst kat komşusuna çıkan merdivenlerin serinliğine atmakta buldu.
Birkaç gün içinde Pıtış eve gelen misafirlerin pek de gidici olmadığını, üstelik kendisini de sevdiğini anlayınca yelkenleri suya indirerek evin bahçesine geri döndü. Ancak bir daha eve hiç girmedi.
İki kedi sessizce evi paylaştılar. Birisi içeride birisi dışarıda tam bir ay kavgasız gürültüsüz yaşadılar.

Datça'ya geldiğimiz günün ertesinde, 16 Temmuz akşamı Dadya Dostane Kültür Merkezi'nde Sedat'ın da Cajon'uyla eşlik ettiği Nostalji Gecesi vardı.
O gece Ebru ve Murat, neredeyse hepsinin sözlerini iyi bildiğimiz şarkılar seslendirdiler. Yazın ortasında kapalı bir mekân olmasına rağmen katılım fena sayılmazdı. 
Birkaç gün sonra, 20 Temmuz'da da Datça Amfitiyatro'da davulda Sedat'ın olduğu Eski 45'likler Orkestrası konserindeydik. 
Açık havada gerçekleşen bu konsere katılım epey yüksekti. Yine herkesin bildiği klasikleşmiş şarkılar hep bir ağızdan söylendi. Provalarda izlediğimiz amatör ekip sahnede harikalar yarattı.

15 Temmuz'dan Sedat ve Gönül'ün Karadeniz turuna çıktığı 22 Temmuz sabahına kadar eve ve Datça'ya alıştık. Hep birlikte Hastanealtı Plajı, Taşlık Plajı, Burgaz Mevkii Yedikat, Palamutbükü, Saklıkoy koylarında yüzdük. Yıllardır Datça'ya tatile gelen Serap Datça'yı iyi biliyordu, ben de bu bir hafta içinde çevreyi ve yolları öğrendim.
22 Temmuz sabahı Gönül ve Sedat'ı Karadeniz'e yolcu ettik. Onlar da bu kadar uzun bir yolculuğa çıkmayalı epey bir zaman olmuştu. Bu tatil onlara da iyi gelecekti.
Gönül-Sedat Akbasan
O gün akşamüzeri biz de Eski Datça'yı dolaşalım istedik. Kapalı olan Can Yücel Müzesi'ni ziyaret edemedik ama eski Datça'nın her tarafında Can Yücel vardı. Pembe-beyaz begonvillerin sardığı eski evlerin hepsi "mekân" olmuştu. 10 Ağustos akşamı, bu kez Eski Datça'nın gecesini yaşamak için tekrar gittik. Gecesi de ayrı güzel olan Eski Datça'da sokaklar da mekânlar da doluydu.
25 Temmuz'da Marmaris'e gidip hem akraba ziyareti yaptık hem de Marmaris Kalesi'ne çıktık. Günün sonunda Datça'ya geri döndük.
29 Temmuz'da Datça Amfi Tiyatro’da "Takımdan Ayrı Düz Koşu" aylık sohbet programı ilk kez seyircili olarak  yapıldı. Timur Akkurt'tun moderatörlüğündeki programda Coşkun Aral,  Ünsal Ünlü ve Yekta Kopan "çevre" üzerine konuştular. Datça'da yaşayan bir izleyici Datça'nın çöplerini dile getirerek belediyeye seslendi. Anladığım kadarıyla Datça Belediye Başkanı'ndan buralarda pek hazzetilmiyor, başkan da hazzetmeyenleri de Datça'yı da pek umursamıyor.
31 Temmuz sabahı Aktur Küçük Koy'dan kalkan tekne ile Selimiye'ye kadar gidip, Kuz Bükü, Selimiye Sığ Liman, Hurmalı Bük, Dimitri koylarında denize girdik. Dönüşte Aktur Cumhuriyeti diyebileceğimiz Aktur Tatil Sitesi'ni hayranlıkla dolaştık. Her yer tertemiz ve yemyeşildi. Demek ki yapılınca oluyormuş. 
2 Ağustos günü Can Yücel'i kabrinde ziyaret ettik. Paris'teki Ünlüler Mezarlığı Père Lachaise'in minyatürü diyebileceğimiz mezarlıkta tanıdık isimlere rastladık. Can Yücel ziyareti sonrası (bu yazıyı yazarken epey yararlandığım) "Datça'nın Yitik Tarihi" kitabının yazarını bulmak üzere Reşadiye Köyü'ne gittik. Yazarın evini bulduk ancak kendisi evde yoktu. Görüşemedik.
5 Ağustos günü Knidos Antik Kenti'ni görmek için minibüslerle Knidos'a gittik.
9 Ağustos'ta önce Marmaris'e, oradan da Akyaka'ya geçtik. Akyaka'da kendimizi canlı canlı Azmak'ın azgın sivrisineklerine kurban ettik. Akan derenin kenarında dururken, hem de 15-20 dakika içerisinde çılgınca saldırdılar, ısırılmadık bir tarafımız kalmamış halde Akyaka'dan kaçtık. O günün üzerinden günler geçtikçe ısırıklar daha beter oldu. Isırıkları kaşıdıkça yaralar açıldı. Ağrı, acı ve sızı da cabasıydı. Sonunda ilaçlandık, bir nebze olsun rahatladık. Meğer Akyaka sivrileriyle meşhurmuş, bunu da öğrenmiş olduk.
11 Ağustos günü akşamüzeri Sedat ve Gönül Karadeniz turundan döndü. Döner dönmez 13 Ağustos Gecesi yine Dadya Dostane Kültür Merkezi'nde, bu kez de Sezen Aksu Şarkıları gecesine katıldık.
Bu gezmelerin üzerine bir de, Londra'ya indikten yarım saat sonra kendisini dönercide bulan Türk insanı misali, Bursalı dostlarımızla Billurkent, Hayıtbükü, Kızlan ve Datça Merkez'de buluştuk.
6 Ağustos gecesi Datça Amfi Tiyatro'da Teoman konseri vardı. Hayıtbükü'nden dönüp doğrudan konsere gittik. Konseri tiyatronun dışında çimlere yayılmış insanlarla birlikte sesli, Instagram üzerinden canlı yayın yapan Doğa Deniz Datça hesabının paylaşımı üzerinden görüntülü izledik. 
15 Ağustos günü 18:00 feribotuyla Bodrum'a geçtik. Oradaki akrabalarımızda da üç gece kaldık. Gitmişken Bodrum Kalesi'ni ve Zeki Müren Sanat Müzesi'ni gezdik. Orada da dostlarla karşılaştık, randevulaştık, oturduk sohbet ettik. 
18 Ağustos sabahı yola çıktık ve o gün akşamüzeri nihayet Bursa'ya, evimize kavuştuk.
Bu bir ayı ülkenin beyin yakan gündeminden uzak, sanki her şey mükemmelmiş gibi yaşadık. Göz ucuyla izlediğimiz abuklukları görmezden geldik. Çünkü enerji ve moral depolamaya ve bu zor günleri atlatmak için gereken direnci oluşturmaya ihtiyacımız vardı.

Datça-Dadya
Nerelere gittik, neler yaptık mevzusunu bir kenara bırakıp biraz da tarihe ve bilgiye dalalım ne dersiniz?
Efsaneye göre Datça Yarımadası’nda bir krallık varmış, barış içinde yaşanılan bu ülkede kralın biri kız, diğeri erkek olmak üzere iki çocuğu varmış. Kralın kızının adı Bedya, oğlunun adı Dadya imiş. Gel zaman git zaman kral ülkesinin topraklarını çocukları arasında paylaştırmış Kızı Bedya’ya yarımadanın batısını, oğlu Dadya’ya yarımadanın doğusunu vermiş. Bugün Bedya’ya verilen topraklar Betçe diye adlandırılıyormuş.
1800'lü yılların sonlarında Reşadiye ve çevresi Marmaris’e bağlı Dadya isminde bir nahiye. 1908 yılına kadar bu bölgede Reşadiye ismine rastlanmıyor. Reşadiye mahallesinin ismi de belgelerde Elaki karyesi diye geçiyor. Karye çoğu kez köy anlamında kullanılıyor. Sultan Reşad’ın tahta çıkmasından sonra yarımada Reşadiye adını alıyor, Cumhuriyetin ilk yıllarında da Datça olarak değiştiriliyor. 1928'de Dadya nahiyesi Reşadiye merkez olmak üzere Datça adı altında ilçe yapılıyor. (Kaynak: https://www.datcadetay.com/resadiyede-bir-gun.html) 
Biraz daha derinlere dalalım:
1749 yılında Girit kökenli Ali Agaki isimli Kaptan-ı Derya'ya müsellimlik olarak verilen Dadya yarımadasının adı Agaki’den değişerek Elaki olur. Aile de Tuhfezâde unvanın alır. 1908 yılında Elaki, Sultan Reşat’a mal edilerek Reşadiye adını alır. İdari merkez bu dönem Reşadiye’dir. 1934 yılında
Reşadiye adı değiştirilerek Datça olur. (Kaynak: https://www.guneyegeturkiye.com/assets/user_files/DatcaKulturRotasi/Resadiye.pdf) 
İşte o Tuhfezâde Mehmet Ali Ağa Reşadiye’ye yerleştikten sonra bu camiyi yaptırır. Caminin  yapım tarihi tam olarak  belli değil. Ancak caminin birkaç kez yıkıldığı ve aslına uygun bir şekilde tekrar yaptırıldığı biliniyor. Cami şu anda da restorasyon sürecinde.
Reşadiye deprem görmüş ve bazı evler oturulamaz denilerek yıkılmış. Yerine de yenisi yapılamamış. O evler savaştan çıkmış gibi enkaz halinde öylece duruyorlar. 
Datça'nın her yerinde "Acelen varsa ne işin var Datça'da!" yazıyor ya,  belli ki onlar da hiç acele etmiyor, hayatı ağırdan alıyorlar.

Koylar
Datça'nın büklüm büklüm bükleri saymakla bitmez. Hepsi birbirinden berrak koylarda yüzmek, o serinliği ve diriliği hissetmek ömre bedel. Her koyun ayrı "yüzbenisi" var. Güneydeki Bencik Koyu'ndan kuzeydeki Balıkaşıran Koyu'na kadar Datça'da 72 adet bük/koy olduğu söyleniyor. Hepsinde olmasa da birkaç tanesinde yüzdüm. Bunların içinde en çok Burgaz mevkiindeki Yedikat koyunu sevdim. Ne sahilde ayağınıza yapışan kum var ne tanesi 250 liradan kiralık şezlong ne de çılgın kalabalık. Bu küçücük koydaki tertemiz taşların, hatta bazı yıkıntıların üzerinde yatın, sandalyenizi açın ya da havlunuzu serip oturun. (Yanınıza deniz ayakkabılarınızı almayı unutmayın.) Yüzerken altınızdaki yıkıntılarda nasıl bir tarih saklandığını düşünün. Sudan başınızı çıkartıp sahildeki yıkıntılara bakın. 
Kaç kez yıkıldı buralar, yedi kez mi, o yüzden mi buranın adı yedi kat deyin...
Sonra tekrar dalın denize. Karışın geçmişe...
Yedikat
Yedikat
Yedikat
Kargı
Saklıkoy
Saklıkoy

Nemsiz Datça 
Bursa'nın nemli havasından sonra Datça'nın nemsiz havası insana ilaç gibi geliyor. Kuzey ve güneyden esen rüzgârlar tamamen denizden geçtiği için yazın kızgın sıcaklığı hissedilmiyor. Sıfıra yakın nem oranı ile Datça, havası ile insan sağlığına büyük fayda sağlıyor. MÖ 64’te yaşamış Yunan filozof Strabon, “Tanrı uzun ve sağlıklı yaşatmak istediği kullarını Datça’ya gönderir” demiş. Çok doğru demiş.
Demiri de insanı da nem çürütüyor. 

Knidos Antik Kenti
Datça'ya gelip de Knidos'a gitmemek olmazdı. Yıllar önce Karadan Mavi Yolculuk programını izlerken gördüğüm ve hep gitmek istediğim Knidos artık çok yakınımdaydı.
Yolun bozukluğundan dolayı kendi aracımızla değil, minibüslerle gittik Knidos'a. Bir saatlik yolculuğun sonlarına doğru çevrede Knidos kalıntıları belirmeye başladı. Knidos'a iner inmez hemen antik kenti gezebileceğimiz açık hava müzesine girdik. (Müzekart geçiyor. 65 yaş üzeri de ücretsiz.)
Epey büyük bir alana yayılmış kent dönemin en önemli ticaret merkezlerinden biri. Hem askeri hem de ticari olarak son derece stratejik bir konumda. 
Yarımadada ilk yerleşimin Datça merkezine iki km uzaklıktaki Burgaz mevkiinde olduğu düşünülüyor. (Burgaz Ören mevkiindeki Yedikat denilen koyda yüzerken bu kalıntıları görebiliyoruz.) Şehir, MÖ 4. YY'da ticari nedenlerle yarımadanın ucundaki Tekir burnuna taşınmış.
Datça Yarımadası'nda bilinen ilk yerli halk Karyalılardır ve burada en parlak dönem Dorlar döneminde yaşanır. Dorlar MÖ 1000 yıllarında Trakya üzerinden güneye inerek Yunanistan üzerinden bölgeye gelirler ve bugünkü Datça ilçe merkezinin 1.5 km kuzeydoğusundaki Burgaz mevkiinde Dor uygarlığının merkezi olan Knidos’u kurarlar. Daha sonra Lidya egemenliğine giren Knidos, MÖ 546’da Lidya Devleti'nin Persler’in eline geçmesinin ardından da Perslerin egemenliğine girer.
Askeri Liman - Ticari Liman
Knidos, ticari nedenlerle MÖ 4. yüzyılda yarımadanın uç noktasına, bugünkü görkemli kalıntıların olduğu yere taşınır. Tarihçi Strabon, Knidos'un kıyı boyu ile önündeki adada kurulduğunu belirtir.
Güneydeki liman ise ticaret amaçlı kullanılan Ticari Liman'dır. İki limandan kuzeydeki Ege'de, güneydeki ise Akdeniz'dedir. Ege Denizi'nde yüzmekten sıkılırsanız ve biraz da Akdeniz'de yüzmek isterseniz, birkaç dakika içinde Ticari Liman'a geçebilirsiniz.
Askeri Liman
Halen, liman ağzındaki mendirek ile Kuzey Liman'daki kulenin kalıntıları görülüyor. 
Dorlar ve Romalılar yeni Knidos’a çok sayıda tapınak yapmışlar. Şehir, Afrodit heykeli ile ünlenmiş. Geç Roma ve erken Bizans döneminde tapınaklar yerlerini kiliselere bırakmış ve şehir nüfusu 70.000’lere ulaşmış.
Knidoslular, Lidyalıların saldırılarına karşı korunmak için Reşadiye Yarımadası'nı karadan ayırmaya çalışmışlar. Kazdıkça alttan kaya çıkmış ve bu kayaların sertliğinden dolayı kazıları yavaşlamış. Bu olayın üstüne Pers saldırıları başlayınca tamamlayamamışlar. Bir efsaneye göre de, Zeus gerek görseydi burayı ada yapardı demişler.

Knidos Küçük Tiyatro
Küçük tiyatro denince bir de büyük tiyatro olduğu geliyor akla değil mi? Peki ya o tiyatro neredeydi ya da şimdi nerede? Ben de sordum ve artık büyük tiyatronun olmadığını öğrendim. Tıpkı bulunamayan çıplak Afrodit heykeli gibi.  Tıpkı saraylarda kullanılmak üzere sökülen mermerler ve sütunlar gibi. Tıpkı yurt dışına kaçırılan diğer eserler gibi.
Kırılmış ya da kayganlaşmış basamaklarda atlaya zıplaya tiyatronun en üst basamağına kadar tırmanıp en tepeden baktım Knidos'a ve Deveboynu Yarımadası'na. 
Bir anda hava karardı, gece bastı, oyun başladı, karşımda deniz, limanda gemiler, önümde oyuncular ve sahne...
Kim bilir, belki oyunculardan biri de bendim...

Gün batımı
Knidos'un en güzel hallerinden biri de gün batımında yaşanıyor. Güneş inmeye başlayınca herkes gün batımını görebileceği bir yere yerleşip güneşin denizde kayboluşunu izlemeye başladı.
Biz de güneşin kızıllığı yanık tenimizi daha da kızartıp, son ışıkları yüzümüze vururken hayranlıkla ve huşu içinde an be an batışını izledik. Gidiciydi ama kalıcı değildi. Sabah yine buluşacaktık nasılsa.
Bizim güneşimiz o gün kuzeydeki Askeri Liman üzerinden saniye saniye renk ve şekil değiştirerek battı. Güneşin batışına denizin içinde kalarak eşlik edenler hayranlık verici ve özendiriciydi.
Bir diğer güzellik, Knidos minibüsü de bu batışı bekledi ve yolcularını alarak ayrıldı. Knidos'u binlerce yıllık geçmişiyle baş başa bıraktı.

Datça-Marmaris Yolu
Gidenlerin çok iyi bileceği gibi bu yol epey virajlı ve tehlikeli bir yol. Yol üzerinde Marmaris'ten Datça'ya 372 bük/viraj varmış. (Bu büklerin en meşhuru 66 Bükü imiş.) Yolun eski hali ise çok daha kötüymüş. Şimdi hem geniş hem de asfalt olan yolun nesi kötü derseniz, eğimi derim. Ya benim şoförlüğüm yetersizdi ya da yolun teknik bir sıkıntısı vardı. Aracım sürekli ben buradan aşağıya gidivereyim deyip duruyordu. Aracı kontrol altında tutmaktan muhteşem manzaraları seyredemedim. 
Yolun güzergâhı eskiden daha farklıymış. Yol, Aktur'dan değil Alavara sırtlarından geçiyormuş. 1936 yılında çapa ve kürekle açılan o yoldan Marmaris'e 4-5 saatte gidiliyormuş. 1969-1970'li yıllarda yol tamir edilip genişletilmiş, asfaltlanmış ve Aktur tarafına alınmış.
Yol boyu acaba neden Datça-Bodrum arasında olduğu gibi Marmaris-Datça arasına arabalı feribot seferi konulmamış diye düşündüm. Daha çok kişi gelmesin diye mi, (ki artık gelmiş), yoksa koylar ve denizin dokusu bozulmasın diye mi?
Nedendir bilmem ama yolun niçin bu kadar virajlı olduğunu Yusuf Ziya Özalp'ın kitabından öğrendim. 
İkinci Dünya Savaşı sıralarında, savaş Türkiye'ye de sıçrar diye düşünülmüş, düz yolda giden bir konvoy kolay hedef olur, oysa virajlı yollar daha korunaklıdır denilerek, dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın emirleriyle yol böyle virajlı yapılmış. Köprüler de stratejik olarak önemli olup ilk vurulan olacağından, köprü yapmaktan da kaçınılmış. 
1936'da başlanıp 1938'de biten yol için dönemin Muğla valisi Recai Güreli, Meclis'te hizmetlerinin hesabını verirken, "Bu yıl Muğla için faydalı bir iş yapmadım ama ülkemin hudutlarını genişlettim. Ülkeme 459 kilometrekarelik toprak parçası kazandırdım. Muğla'nın Datça ilçesine yol yaptım." der. 

Minibüs ve Kart
Muğla Belediyesi toplu taşımada kullanmak için Muğlakart çıkartmış. Muğlakart ya da kredi kartı okutulması için de minibüslere bir sayaç koymuş. Muğlakart ya da kredi kartı ile ödeme yaparsanız daha ucuza gidiyorsunuz. Nakit ödeme yapacaksanız daha fazla ödüyorsunuz. Esas sorun da şu ki, minibüslerdeki sayaçlar kredi kartlarını bazen okuyor bazen okumuyor. Yarım saat önce bindiğiniz minibüsteki sayaç kartınızı okuyor, yarım saat sonra bindiğiniz aracın sayacı okumuyorsa elbette ki şoföre neden böyle oluyor diye soruyorsunuz. Şoför bey ne dese beğenirsiniz, "Bu bizim sorunumuz değil, bankanızla görüşün!" Az evvel kart okudu diyorsunuz, aldırmıyor, hatta kabalaşıp terbiyesizleşiyor. Yanımda nakit param kalmadı, Datça otogarına girince dolum yapar öderim diyorsunuz, ucuz ağızlarla alay edercesine konuşuyor. 
Ben de onlara soruyorum:
Makinede okuyan kartların bedeli havuza gidiyor da, peki ya sizin okut-a-madığınız kartların bedeli nereye gidiyor? Mesela o makine 10 geçişte 8 kartı okuyup 2 kartı neden okumuyor?
Üstelik bir de Muğlakart alıp dolum yaparken nakit dolum değil de kredi kartı ile dolum yaparsanız oradan da gidiyor bir %10. 50 liralık doluma 55 lira ödeyiveriyorsunuz.
Ayrıca minibüsler ücretsiz yolculuk yapan 65 yaş üzeri yolculardan da pek hazzetmiyorlar. Onlar yüzünden battık diyorlar. Datça nüfusunun yaş ortalamasını düşünürsek pek de haksız değiller galiba. Ama ne yapacaksın, herkes bir gün 65+ olacak...

Lanetli şehir Datça 
Neden böyle dedin demeyin. Ben demedim. Sarı Ana demiş.
Rodos'un fethinde Kanunî'nin çağrısına rağmen fethe maddi destek vermeyen Datçalıları Marmarisli Evliya Kadın Sarı Ana, Kanunî'nin ricası üzerine lanetliyor. "Datçalılar ne olsunlar... Ne onsunlar... Ne bulsunlar... Para bir ceplerinden girip öbüründen çıksın. İki yakaları bir araya gelmesin." Lanet tutmuş mu tutmamış mı bu kadar kısa sürede anlayıp karar veremem. O kararı verebilirlerse kendileri verecekler...
Datça'nın Yitik Tarihi kitabında yer alan anekdotlarda, Datça'ya yerleşen Rodoslu Nuri Amca, yaşadığı bir olay sonrası Datça için "Kesat ve fesat Datça" diyor. Evliya Çelebi'nin Datça'yı hiç ama hiç sevmediğini söylüyor.  
Datça'ya yerleşmeyi düşünenler bir kez daha düşünüp, en azından geçici bir zaman Datça'da yaşasınlar. Kötüler mi değiller mi görsünler. Yerleşirlerse de iyilikleriyle Datça'yı güzelleştirsinler.
Datçalılar da kötülükten bir şey çıkmayacağını, kaliteli turistin Datça'ya gelmeyeceğini görsünler. Maneviyat kaybına ve itibarsızlığa aldırmıyorlarsa da, maddi kayba uğrayacaklarını görsünler.
Ben de en çok Datça'nın yapılaşmasını sevmedim desem. Ve sonra dönsem desem ki, o yapılaşma nerede yok ki?

Badem şehri Datça
Datça badem ile anılan bir şehir. Burada her ama her şey bademli. Bademli kahve, badem çiçeği kolonyası, badem ezmesi, bal bademli dondurma, bademli helva, bademli kurabiye, bademli lokum, bademli süt reçeli, çiğ badem, kabuklu badem, buzlu badem, badem unu. Hangi birini saysam bilemedim. 
Ülkemizde badem üretiminin yaklaşık %10’u Datça bölgesinden sağlanıyor. Datça’yı bademde üstün kılan tamamen yöreye özgü 82 tür bademin yetiştirilebiliyor olması. Bilimsel olarak bu sayı kanıtlanmış ve her biri Datça toprağında yetişebilen yerel türler. Yarımadada toplamda 13.000 dekar badem bahçesi bulunuyor. Bu da aşağı yukarı 350.000 kadar badem ağacına eşit. Bu kadar ağaçtan da yaklaşık 2000 ton badem elde ediliyor. Tüm Türkiye’de yaklaşık 20.000 ton badem üretildiğine göre, ülkenin badem üretiminin yaklaşık %10’u Datça’da gerçekleşiyor.
(Kaynak: http://datcafestival.com/Datca-Bademleri.html)  

Datça Dili
Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış Datça'nın dili de kendine özgü elbet. Datça'nın Yitik Tarihi kitabını alırken gözüme çarpan DATÇALICA (Keyifli Datça Sözlüğü) kitabının da kitaplığımda olmasını istedim ve aldım. Bir yerel kültür çalışması olan kitap Çiğdem Akın'a ait. Akın'ın, köklerden kopmamak ve doğduğu topraklara olan borcunu ödemek adına yaptığı bu çalışma epey eğlenceli. 
Bazı sözcükler ve söylemler aşina, bazılarıysa tamamen farklı. 
Handı ha bakan böön bitiren bu yazıyı! 

Bitirmeden önce, sıcaklara rağmen bir ay içinde yine de fena gezmedik. Lakin biliyorum ki gördüklerimiz bir ise göremediklerimiz bin. Hepsini görmeye bir ömür yetmez. Gerisini yazılanlardan ve gezi videolarından telafi etmeye çalışacağız artık.
Ya da Sedat ile Gönül'ü her yaz uzun bir tatile yollayacağız. :) 

26 Ağustos 2022 / C.E.Y. 
Bu yazıyı yazarken okuduğum ve alıntılar yaptığım kaynaklar:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder