29 Mayıs 2024 Çarşamba

Dümdüz

1945 yılının 6 Ağustos'unda Hiroşima'ya ve ardından da Nagazaki'ye atılan atom bombaları bu kentleri ve bütün canlı hayatı dümdüz etmişti. ABD, Japonların hayat ve hareket tarzlarını araştırarak onların en çok dışarıda oldukları saati saptamış, saldırı saatini sabah 08:15 olarak kararlaştırmıştı. Hiroşima'ya yapılan saldırıda bir anda 78 bin kişi hayatını kaybetmişti. Ölü sayısı 1945 yılı sonunda 140 bine ulaşmıştı.

Uçağın pilotu olan ABD askeri Paul Tibbets uçağa annesinin adını vermişti: Enola Gay.
Enola Gay, yarattığı cehennemde başka anneler ve başka çocukların cayır cayır yanacağını düşünmemişti.
O dönem, II. Dünya Savaşı'nın sona ermesi için bulunan tek çıkar yol "dümdüz etmek" idi.

Kasım 2012'de İsrail eski Başbakanı Ariel Şaron'un oğlu Gilad Şaron Gazze'yi dümdüz etmekten söz ediyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında milyonlarcasının soykırıma uğradığı, sağ kalanların oradan oraya savrulduğu Avrupa Yahudileri, soluğu Filistin topraklarında almış, 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan Arz-ı mev'ut (vaadedilmiş topraklar) üzerine devlet kurma çalışmaları, 14 Mayıs 1948'de, David-Ben Gurion öncülüğünde Tel-Aviv'de toplanan Yahudi Millî Konseyi kuruluşunu ilan etmesiyle İsrail devleti ortaya çıkmıştı.

1840'larda başlayan devlet kurma çalışmaları sırasında Siyonistler, dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış bulunan Yahudi topluluklarını -devlet kurabilmek için etkili bir nüfus oluşturmak gayesiyle- Filistin’e göçmeleri için ikna etme çabalarına girişti. Ayrıca devlet olabilmeleri için tarım sınıfına da ihtiyaçları vardı. Avrupa Yahudilerinin neredeyse tamamı ticaretle uğraşıyordu, Rusya'da ise tarımla uğraşan Yahudiler bulunuyordu. Bu dönemde Rusya'da, Yahudilere karşı -özellikle çiftçi Yahudilere- pogromlar olarak bilinen bir dizi katliam yapıldı. Siyonistler, katliama maruz çiftçi Yahudilere ülkeyi terk edip Filistin’e yerleşmeleri teklifinde bulundu. 1870 yılından itibaren çiftçi Yahudiler Filistin toprakları üzerinde tarımsal yerleşme merkezleri kurmaya başladılar. Bir kısmı ise ABD'ye göçtü.
Yeni kurulan devlete ticaretle zenginleşen Avrupa Yahudilerini de çekmek gerekiyordu, ancak hepsinin keyfi yerindeydi. 1933 yılında Hitler iktidara geldi ve Yahudilere taciz başladı. 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı resmen başladı. Altı yıl sürecek savaş sırasında ve sonrasında sağ kalan Yahudiler koşa koşa İsrail'e sığındı. 
Osmanlı döneminde devlet içinde rahat yaşayan, hatta Osmanlı'ya sığınan Yahudiler, Osmanlı'nın Duraklama devrine girmesiyle her anlamda sıkıntı yaşamaya başladı. Osmanlı Devleti tarihiyle birlikte inişli çıkışlı dönemler yaşayan Yahudiler, Cumhuriyet döneminde Varlık Vergisi ile cezalandırıldılar. İstanbul'da yaşanan 6-7 Eylül 1955 olayları sonrası da kaçıp gittiler. 
Avrupa ve Osmanlı'da yaşayan Yahudilerin bazıları devletten dahi zengindi. Filistin'de kurulan yeni ülkenin Yahudileri ise sefil durumdaydı. Yeni devletin güçlenmesi için dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan Yahudiler adeta kopartılıp alınıyordu. Belli ki İsrail kendi varlığını sürdürebilmek için ne olduğuna, kim olduğuna bakmaksızın pek çok şeyi dümdüz etmekten kaçınmıyordu.

1897'de İsviçre'nin Basel şehrinde Birinci Siyonizm Kongresi toplandı. 2017'de ABD Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak resmen kabul etti. 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas, Aksa Tufanı Operasyonu ile Gazze şeridini aşarak İsrail'e asker sivil demeden saldırdı. Bu son saldırı tam da yayılmacı İsrail'in istediği türden bir eylemdi. Hamas'ın attığı taş, İsrail'in Gazze üzerine milyonlarca taş yağdırmasına vesile oldu. Kendisine verilen toprakları an be an büyütmede İsrail'in üzerine yoktu. Şimdi de Gazze'yi dümdüz ederek Gazze topraklarını yutmaya çalışıyordu.

Zamanında soykırıma uğrayan Yahudiler'in kaçıp sığınacak bir devletleri vardı. Gazzelileri ise kimse kabul etmiyor. Netanyahu Gazze üzerine ölüm yağdırıyor. Ne savaş ahlâkına, ne savaş kurallarına, ne de dünyanın isyanına aldırıyor. Onun derdi hep dümdüz etmek...
İsrail'in içindeki muhalif sesler bile bu saldırının başarıyla sonuçlanmasını 
sessizce bekliyor. Şuraları bir alalım da, Netanyahu'nun işine sonra bakar, dünya önünde ellerimizi yıkar, sofradan öyle kalkarız diyor.
Tabii ki tamamen doymuş, semirmiş ve güçlenmiş olarak... 

Güçlü olanın tarih yazma hakkını elinde bulundurduğu bir düzende, binlerce yıldır kaderleri başka ellerde yazılmış Yahudilerin güçlenme açlığının bir türlü doymamasına  şaşırmıyoruz. 
Bu öyle bir açlık ki, ne kendi halkını ne de başka halkları yemekten imtina ediyor.
Dev olmak isteyen cüce, dişlerinin arasında et parçaları, çenesinden ve ellerinden süzülen kanlarla, dev ayaklarıyla bastığı toprakları dümdüz ede ede ilerliyor...
Ve;
Yarattığı vahşete "Trajik bir hata" diyebiliyor…

29 Mayıs 2024 / C.E.Y.

27 Mayıs 2024 Pazartesi

Bursa'da İnci Çayırlı İzleri

Bursa Nilüfer'de, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde radyo konserlerini hatırlatan bir konser izledim dün gece. Hani televizyonun olmadığı zamanlarda, hani evde müstesna bir yere konan, hani üzeri dantel örtü ile örtülü radyodan dinlediğimiz, hani bizi konser salonuna taşıyan konserlerden biri gibi. Hani başlayacak konserin saati ilan edilir, hani o saatin gelmesini iple çekersin, hani sazlar yerini alır, hani koro yerine yerleşir, hani solist ve eseri anons edilir, hani şarkı büyük bir ciddiyetle ve kusursuz söylenirdi ya, işte öyle.

Nilüfer Belediyesi Türk Sanat Müziği Korosu'nun, Bursa Devlet Klasik Türk Müziği Ses Sanatçısı 
Filiz Başıbüyük şefliğinde gerçekleştirdiği, "Devlet Sanatçısı ve Bursa Devlet Korosu Kurucu Şefi İnci Çayırlı'yı Anma Konseri" bana tam da o lezzeti verdi.
Gecenin onur konuğu aynı dönem birlikte çalıştığı Şef Yardımcısı ve aile dostu Haki Numanoğlu idi. 1976 yılında Nevzat Atlığ ve arkadaşlarının Türkiye'de kurduğu ilk Devlet Korosu'nun ilk kadrosunda bulunan ve aslen Diş Hekimi olan Haki Numanoğlu konseri sahnedeki koltuğundan dinledi, şarkı aralarında da İnci Çayırlı ile olan anılarını paylaştı.
Kültür Bakanlığı tarafından 1998 yılında "Devlet Sanatçısı" unvanına layık görülen İnci Çayırlı, 1990 yılında Kültür Bakanlığı Bursa Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nun kurucu şefliğine getirilmiş, istifa ettiği 1995 yılına dek bu görevini sürdürmüştü. O yüzden Bursa'da izleri derindi.
Bursa Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nun ilk kadrolu sanatçılarından Berna Erkan, Sema Bulut, Atilla Perçin, Yücel Yakar ve Kürşat Uysal, yine aynı ekipten olan ve bu gecenin şefliğini yapan Filiz Başıbüyük'ü konserde yalnız bırakmadı. Hepsi İnci Çayırlı'nın rahle-i tedrisinden geçmişti. Gençlik günlerinin anılarında ve bugünkü konumlarında İnci Çayırlı'nın büyük izi vardı. Bu özel gecede onlar da Filiz Başıbüyük'ün daveti ile kâh sahnede birlikte şarkı söylediler, kâh oturdukları yerden anılarını ve duygularını paylaştılar.
Konserin ilk eseri koro tarafından seslendirildi. Eser Selahattin İçli'ye aitti ve şarkının hüzünlü bir anısı vardı. Şöyle ki; 14 Ekim 2006'da vefat eden bestekâr Selahattin İçli, İnci Çayırlı hastaneye kendisini ziyarete geldiğinde, 'Bir Sabah Bakacaksın ki Bir Tanem Ben Yokum' adlı bestesini vefat ettiğinde mezarı başında okumasını vasiyet eder. Vefat sonrası İnci Çayırlı herkes gidince bu zor görevi ifa eder ve vasiyet edilen eseri İçli'nin mezarı başında okur.

Solistler Geçidi
Konserin sololarında Cabir Kahraman, Eda Garip, Aygül Çetik, Serhat Turan, Çiğdem Baykal, Cansu Karadeniz, Ceren Alkan, Filiz Başıbüyük, Nejat Yahya ve Gönül Doğu, İnci Çayırlı'nın söylemeyi sevdiği şarkıları seslendirdi. Turgay Baz, "Ömrüm Seni Sevmekle Nihayet Bulacaktır" eserini Bülent Anıtsoy'un utu eşliğinde, sadece ses ve saz olarak seslendirirken salonda çıt çıkmadı. Hepsi birbirinden değerli solistlerin yanı sıra, Zeki Müren Güzel Sanatlar Lisesi'nde eğitim gören, henüz 17 yaşındaki Abdülkadir Bulut izleyiciyi kendisine hayran bıraktı. Hatta Haki Bey kendisini "gerçek bir süpermen" olarak nitelendirdi. Bu arada; gecenin konuklarından Yücel Yakar Filiz Hanım tarafından sahneye davet edildi ve "Rüya Gibi Geçen Yıllar" eserini provasız seslendirdi.
Haki Numanoğlu - Filiz Başıbüyük
Filiz Hoca konserde İnci Çayırlı'nın uzun yıllar Münir Nurettin Selçuk Korosu'nda yer almış olmasına istinaden Münir Nurettin Selçuk eserlerine de yer vermek istediğini ancak telif dolayısıyla maalesef ki bu eserleri repertuardan çıkartmak zorunda kaldığını söyleyerek hafiften, (hatta biraz ağırdan), sitem etti.
Gecenin son şarkısını İnci Çayırlı'nın kendi sesinden dinledik: Kara Kara Kara Gözler Ona Buna Bakıyor Mu? (Kıskanıyorum) 
Salonda çın çın çınlayan, tertemiz bir ses. Zihinlerimizde onun o zarif görüntüsü. Sevgi, saygı ve minnetle kalpten selam ettik büyük ustaya...
Konserin kapanışı Memleketim şarkısı ile yapılıyorken tüm salon ayaktaydı.
Kısaca İnci Çayırlı
Yazının sonuna bıraktığıma bakmayın, konser başlarken İnci Çayırlı kısaca şöyle tanıtıldı:
1935 İstanbul doğumlu İnci Çayırlı, Çamlıca Kız Lisesi mezunudur. Müziğe büyük dayısı besteci Fahri Kopuz’un teşvikiyle başlar. 1953 yılında girdiği İstanbul Belediye Konservatuarı’nın Folklor Tatbikat Topluluğu’nda Sadi Yaver Ataman’ın asistanı olur. 1954 yılında İstanbul Radyosuna girer. Bu sırada aynı zamanda Münir Nurettin Selçuk Korosu'nda uzun yıllar çalışır. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Türk Müziği İcra Heyeti’nde şef yardımcısı olarak görev yapar. Yurt içinde ve Rusya, Romanya, İsviçre, Almanya, Fransa, Hollanda ve Japonya gibi ülkelerde konserler verir. O sırada kendisine bir gazino patronundan gelen oldukça yüklü miktar para karşılığı assolistlik yapma teklifini kabul etmez. 1977-1985 yılları arasında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Korosunu yönetir, 1988’den itibaren İTÜ Mezunları Türk Müziği Topluluğu’nda genel sanat yönetmenliği yapar, 1990 yılında Kültür Bakanlığı Bursa Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nun kurucu şefliğine getirilir, beş yıl bu görevi devam ettirir.
Çayırlı, “Çileli Bülbül” (1957), “Son Nefes” (1958) “Kadın Asla Unutmaz” (1968), “Ayrılık” (1972) gibi sinema filmlerinin müziklerini yapar, ayrıca 2000 yılında belgesel film olarak çekilen “Nazım Hikmet Şarkıları” projesinde yer alır. 2007 yılında Show TV’de yayımlanan “Şarkı Söylemek Lazım” adlı yarışmada Erol Evgin, Fuat Uğur ve Oray Eğin’le birlikte jüri üyeliği yapar. Ancak bir müddet sonra yarışma esnasında Oray Eğin’le çıkan ‘devlet sanatçısı unvanı’nın alınmasıyla ilgili tartışma sonrası jüri üyeliğinden ayrılır. 2014 yılında HaberTürk’te yayımlanan “Tarihin Arka Odası” programında da yer alır.
İnci Çayırlı’nın anıları, 2015 yılında Murat Derin tarafından “Müziğin Güzel Günlerine Yolculuk – İnci Çayırlı’nın Anıları” adıyla kitap olarak Pan Yayıncılık tarafından basılır.
İnci Çayırlı sanat müziği sanatçısı olmasına rağmen batı müziği tarzında eserler de seslendirir. Mesela sözleri İnci Çayırlı ile Nadir Kamran'a, müziği ise Malcolm Lockyer'a ait Affet şarkısı. Çayırlı, "Kıskanıyorum" şarkısı ile Altın Plak alır. Hatta bu  konu üzerine, "Ben Türk Müziği sanatçısıyım ama ödülü Batı Müziği şarkım ile aldım" diyecektir.

Arşivimden
İnci Çayırlı'nın şefliğini yaptığı İTÜ Mezunları Türk Müziği Topluluğu'nun 25 Nisan 2018 tarihli konserinde çektiğim ama yeterince net olmayan fotoğraflardan birkaçı.
İTÜ Mezunları Türk Müziği Topluluğu / 25 Nisan 2018 / Tayyare Kültür Merkezi
Anladığını Sever İnsan
Ergenliğe adım atmış bir çocuk için Türkçe Sözlü Hafif Müzik (Türk Hafif Müziği) ve aranjmanların daha cazip olduğu zamanlarda, Tarık Gürcan gür sesiyle Dr. Nevzat Atlığ yönetiminde Devlet Klasik Korosu'nun konserlerini sunardı radyoda, sonra da televizyonda.
O yaşlardaki bir çocuk için, içinde hem devlet hem klasik sözcüklerinin geçtiği cümleler de şarkılar da şarkıcılar da çok ağırdı. O çocuk, yani ben, radyoda ve daha sonra televizyonda, Üç Hürel'i, Erol Büyükburç'u, Alpay'ı, Ayla Dikmen'i, Tanju Okan'ı, Ajda Pekkan'ı ve 70'lerin pop şarkıcılarını dinlemek istiyordum. Çünkü o yaşta onları anlıyordum.
Hem klasik eserleri hem hafif müzik şarkıları seslendiren sanatçılar vardı. Nesrin Sipahi, İnci Çayırlı, Zeki Müren, Emel Sayın, Kamuran Akkor, Gönül Yazar gibi sanatçılar batı tarzı şarkılar da söylediler. 
Hepsinin sesi de, diksiyonu da, eğitimi de, tekniği de mükemmeldi. O yüzden onlar hangi tür eserleri seslendirirse seslendirsin zevkle dinleniyorlardı. 

Bu şarkı kime söyleniyor?
Billur gibi sesiyle, eserleri hatasız icrasıyla, Avrupai görünüşüyle ve her daim ciddi ve ölçülü tavırlarıyla İnci Çayırlı "Kıskanıyorum!" diye kibarca haykırıyordu ama sözler ile söyleyenin cinsiyeti arasında bir gariplik vardı. Sözleri ve müziği Hulki Saner'e ait, 1970 yılı yapımı şarkı "Kara kara kara gözler ona buna bakıyor mu?" diye başlıyor, "O incecik beli şimdi başka biri sarıyor mu, pırıl pırıl pırıl saçlar yine dalgalanıyor mu, yumuk yumuk güzel eller başka bir el tanıyor mu?" diye devam ediyordu. Bir erkeğin seslendirmesi gerektiğini düşündüğüm bu şarkıyı neden bir kadının seslendirdiğini anlamıyor ama şarkıyı çok seviyordum.

Radyo-Televizyon
Güne enerjik başlamamız için olsa gerek, sabahın erkeninde radyoda Yurttan Sesler Korosu'ndan türküler dinliyorduk. Arkası Yarınlar'ın ardı arkası kesilmiyor, Demirbank saat başı hayırlı günler diliyor, Zeki Müren şoför kardeşlere "Gözünüz yolda, kulağınız bende olsun" sloganıyla sesleniyor, Orhan Boran ve Yuki dinleyiciyi gülmekten kırıp geçiriyordu. Arabesk zinhar yasaktı...
Pazar günlerinin televizyon klasiği Klasik Batı Müziği konserleri, cumartesi gecelerinin olmazsa olmazı eğlence programlarıydı. Dansöz yılbaşından yılbaşına çıkar, onun teranesi de aylar evelden başlardı.
Radyo eğiticiydi, öğreticiydi ve toplum mühendisliğinin önemli bir neferiydi. Televizyon evlere, hatta ayrı ayrı her odaya girince toplum mühendisliği üzerindeki etkisi anlaşıldı ve bu kez çark tersine çevrilmeye başladı. 
Bugün artık birçok kişi için sadece ekran vazifesi gören televizyonun izleyici sayısı ve izleyici üzerindeki etkisi tartışılır halde.
Ben gözümü radyoya açtım, televizyon ile büyüdüm, internet ile yaş alıyorum.
Teknoloji sayesinde zamanlar arasında gidip geliyor, geçmişin izlerini sürüyor, geçmiş ile bugünü bir arada yaşıyorum. 
Ve;
Geldiği yoldaki izleri unutmayan vefalılar ile yürüdüğü yolda iz bırakan iyi ve çalışkan insanlara çok büyük saygı ve minnet duyuyorum.
28 Mayıs 2024 / C.E.Y.

Konserin video kayıtları için tıklayınız:

26 Mayıs 2024 Pazar

Boynun Eğri!

Zaman zaman kendime şikâyet eden, yakınan, kötülüğü çoğaltan, olumsuzluk yayan yazılar yazmayacağımın sözünü veriyorum. Lakin tutamıyorum.
Sanki yazınca her şey düzeliyormuş gibi yıllardır gidişat üzerine yazmadığım konu kalmadı. 
Yaşanan kötülükler yılan misali boğazıma dolanık yaşıyorum. O sıktıkça sıkıyor, ben kültür, sanatla, kitapla, resimle, hobilerle, arkadaş buluşmaları, dost sohbetleriyle, beni besleyen toplantılarla nefes almaya çalışıyorum. 
Ekonomi malum, onu artık yazmıyorum. 
Eğitimde müfredat bilimden hızla uzaklaşıp, hızla soyut kavramlarla dolduruluyor. Sanki doğar doğmaz öteki dünyaya geçeceğiz.
Tebliğciler kendilerini peygamber yerine koymuş, gelene geçene tebliğde bulunuyor. Sanki millet dini imanı sokaklarda dolaşan tebliğcilerden öğrenecek.
Tasarruf tedbirleri denen uygulama elini cebimizden donumuza uzatmış. Sanki bizim mor sümbüllü bağımız var da, zemheri ayında gül istiyorlar bizden. 

Mafyatik ilişkiler, mafyatik hesaplaşmalar, mafyatik düğünler, mafyatik halaylar, durduk yerde insan boğazlamalar, hepsi birer cinayet olan kazalar, hepsi birer cinayet olan intiharlar...
Balıkesir'de pırıl pırıl bir üniversite öğrencisi olan moto kurye Ata Emre, "mermi gibi" yetiştirilen bir genç tarafından defalarca bıçaklanarak öldürüldü.
İstanbul'da gencecik bir adam olan Oğuz Murat Acı, kaza sonrası annesi Eylem Tok tarafından yurtdışına kaçırılan bir çocuğun ve o çocuğu yetiştiremeyen ailesinin sorumsuzluğunun sebep olduğu kazada, göz göre göre öldü.
Sinan Ateş cinayeti davası polislerin kendi aralarındaki davaya döndü. 
Ayhan Bora Kaplan davası deseniz, Matruşka misali, açtıkça içinde başka bir Matruşka karakter çıkıyor.
Dava üzerine çalışan gazeteci Timur Soykan'ın BirGün'de yazdığı Ayhan Bora Kaplan olayında 20 skandal yazısını okudukça insanın kalbi sıkışıyor.
Havala kitabının yazarı olan Gazeteci Murat Ağırel, Timur Soykan ile birlikte Fatih Altaylı'nın kanalında Havala sistemini ve baron istilasını anlatıyor. Onları dinleyen pek çok kişi, mafya ülkeyi ele geçirmiş de, bizim haberimiz yok diyor.

Bu konuları Uğur Mumcu'dan bugüne birçok gazeteci yazarken okumadınız mı, yazanların çoğu öldürüldü anlamadınız mı, Sedat Peker her şeyi saati saatine şakır şakır anlatırken dinlemediniz mi? Şimdi haberimiz yok diyerek şaşırmayın.
Benim şaşırmam, yaptırım gücü olanların bir şey yapmamasına, bu kadar ifşaya rağmen yaprak kımıldamamasınaydı. Onun da sebebi son olaylarda ortaya çıktı. Meğer amirinden memuruna, hukukçusundan gugukçusuna kim varsa işin içindeymiş.
İpi buradan bir çekiyorsun, hepsi çorap söküğü misali patır patır dökülüyor.
Anladığımız üzere, haksız güç elde eden kişiler ellerindeki karanlık gücü paylaşamıyor.

Bay Yanlışlar
Yanlış hesap Bağdat'tan döner derler. 
Yalan hızlı koşar, ancak hakikat eninde sonunda yalanı geçer derler.
Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır derler.
Yalan yalanı, kötülük daha büyük kötülüğü doğurur. Kötü, kendisine en büyük kötülüğün diğer kötüden geleceğini bilir. 
Kötünün iyisi olmaz. Kötülükle sahip olunan bir şeyden hayır gelmez.
Zenginlik; sahip olmak değil, kıymet bilmektir.
Fakirlik zengin olmayı bilmemektir.
Eziklik fakirliğin göstergesidir.
Gösteriş ezikliğin dışa vurumudur.
Şiddet zayıflığın, kötülük ilgisizliğin sonucudur.
Kişi kendi çöplüğünde ağalık yaparken, medenî dünyada güç sahibi olamamanın hırsını yaşar.

Al Capone'dan Escobar'a
Kolombiyalı uyuşturucu lordu, suçlu, terörist ve Medellín Karteli'nin kurucusu Escobar, (1949-1993) sayılamayacak kadar çok para edindikten sonra geçmişini sildirmek, politikacı olmak ve itibar kazanmak istemişti. Ki "Escobar, büyük paralar harcayarak 1982 yılında milletvekili seçilmeyi başardı. Ancak Kolombiya kabinesinde dönemin Adalet Bakanı, Pablo’nun kirli işlerini mecliste açıklamaya başlayınca, istifa etmek zorunda kaldı."
Tarihin en büyük ve ünlü mafya liderlerinden biri olan İtalyan asıllı Amerikalı mafya lideri Al Capone (1899-1947), "Çocukken her akşam yatmadan önce ve aklıma geldiği her an Tanrı'ya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrı'nın çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim, kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrı'ya günahlarımı affetmesi için dua ettim." diyordu.
Escobar doğmadan ölen Capone, Escobar gibi milletvekili olmaya çalışmamış, gücü olan adamları satın almıştı. 
Capone'nun sonu tutuklanmak ve hastalık sebebiyle ölmek, Escobar'ın sonu askerler tarafından öldürülmek oldu.
İkisi de yaptıkları yardımlarla kendi mahallelerinin kahramanlarıydı, ancak bu onlara yetmiyor, karşı mahallenin alkışını da istiyorlardı.
Attıkları taş ürküttükleri kuşa değmedi.
Kazandıkları para onlara itibar değil, felaket getirdi.
Aynaya her baktıklarında gözlerinin içinden derinlere indiler, karanlık dehlizlerde barınan sefilliği gördüler ve daha çok öfkelendiler, daha çok kızdılar. Derinlerindeki sefil hayvanı susturmak için daha çok şiddete, daha çok cinayete, daha çok talana, daha büyük kötülüğe yöneldiler. Sonra buna da öfkelendiler. Ne yapsalar olmuyordu...
Hayatla kavga etmek yerine hayatın akışında yol alsalardı diyeceğim ama onların çoğu kuyruktakilerdi ve onlar hayatı böyle öğrenmişti.
İşte burada hükümet politikalarının yanlışlığı, siyaseten güçlü olanların açgözlülüğü ve işbilmezliği, yanıbaşlarında büyüyen kitlenin görmezden gelinmesi, eğitime önem verilmemesi, hatta menfi yön verilmesi, halkın fakirleştirilmesi, birkaç şahsın ultra zenginleşmesi, insanlar arasındaki uçurumun gittikçe keskinleşmesi, ümitsiz insanların çareyi arka sokaklarda araması, arka sokaklarda yaşayan vampirlerin kucağına düşmesi, oralarda yaşamanın yolunun kanı emilen değil kan emen olmak olduğunu anlaması... 
Ve dahası...
Yanlış anlamayın; bu yaşananlar ülkemizde değil, Kolombiya'da, Meksika'da, ABD'de yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. 
Aşağıda gördüğünüz yazıları da ben o ülke insanlarına yazdım zaten...
26 Mayıs 2024 / C.E.Y.

Yanıbaşımızdakiler / 24 Haziran 2014
Çıkmaz sokak / 30 Haziran 2015
Ateş ki ne ateş! / 20 Temmuz 2015 
Çocuklar İYİYMİŞ! / 25 Aralık 2015
Buz yanığı yürekler / 30 Aralık 2016
Gel de yanma... / 9 Mayıs 2017
Kaç çocuk yedin? / 2 Temmuz 2018
Çocukları kanatmayın / 20 Kasım 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018
Perperişan! / 4 Ocak 2019
Zam-bak Zum-bak! / 24 Ocak 2020
Kuyruktakiler! / 7 Haziran 2020
Mutsuzum / 14 Şubat 2020
Kusmuk / 6 Haziran 2021
Dip! / 13 Ağustos 2021
Akan Tuz, Kokan Tuz / 9 Şubat 2022
Manzara / 16 Eylül 2022
Dipsiz Kuyu / 31 Temmuz 2023
Genç Yetenekler Yüzyılın İzindeler / 13 Kasım 2023 (Bu yazı güzellik içeren bir yazı)
Şaşırmıyorum! / 16 Aralık 2023

23 Mayıs 2024 Perşembe

Bursa 'Dönüşüm'ün Pilot'u Olmaya Hazır

Bursa Sanayicileri ve İşinsanları Derneği (BUSİAD)'ın BUSİAD Evi'nde düzenlediği, güneşli bir Bursa sabahında, açıkhavada gerçekleşen basın kahvaltısında, BUSİAD  Yönetim Kurulu Başkanı Buğra Küçükkayalar, "Bursa ve Türkiye’nin Dönüşümü için 2024-2025 BUSİAD Çalışma Takvimi"nin sunumunu yaptı.

Konuşmasının başında geçen yıl kamuoyuyla paylaştıkları “Sanayi, Tarım ve Turizmle Gelişen Bursa” vizyon çalışmasının çok önemli bir etki yarattığını, özellikle de seçim sürecinde tüm adaylardan övgü aldıklarını söyleyerek, bu geri dönüşlerin verdiği güç ile hazırladıkları çalışma takvimini, oluşturdukları komitelerin temsilcileri eşliğinde anlattı.
2024-2025 çalışmasında "Sanayi, Tarım ve Turizmle Gelişme" üçlüsüne, "Yeşil, Dijital ve Toplumsal Dönüşüm" üçlüsü eklenmiş, mücadele altı kollu hale gelmişti.
BUSİAD  Yönetim Kurulu Başkanı Buğra Küçükkayalar
Nedir bu üçlü dönüşüm? 
Küçükkayalar'ın sözleriyle "Yeşil, Dijital ve Toplumsal Dönüşüm"; katma değeri yüksek teknolojiler kullanarak dijital dönüşümü başarmak, yenilenebilir enerji ve döngüsel ekonomi bilincini geliştirmek, Avrupa Yeşil Mutabakatı'na uyumlu, sürdürülebilir çalışmalar yapmak, yeşil dönüşümü hayata geçirmiş, merkezinde insanın olduğu bir anlayışla, eğitim, iş ve sosyal yaşamda fırsat eşitliğini sağlamak, özgür düşünce, girişimcilik ve toplumsal cinsiyet eşitliği odaklı politikalar uygulamak, kültür, sanat, spor ve sosyal sorumluluk projelerini çalışma hayatı ile bütünleştirerek toplumsal dönüşümü sağlamak. 
Bunun için de hep birlikte el ele vermek...
Küçükkayalar, 2024-2025 döneminde "üçlü dönüşüm" konusunda yapılacak çalışmaları, oluşturdukları Sektörel Komiteler, Destek Komiteleri ve Diğer Komiteler eşliğinde yapmayı planladıklarını söyledi. Uzmanlık ve çalışma grubu sorumlusu yönetim kurulu üyeleri söz alarak planladıkları çalışmalarını anlattılar.
Buğra Bey, 1960’larda organize sanayiye pilotluk yapan Bursa’nın, "Yeşil, Dijital ve Toplumsal Dönüşüm" için yine öncü rolü üstlenmeye hazır olduğunu söyledi ve "Sanayinin Pilotu Bursa, Dönüşümün Pilotu olmaya da hazır!" dedi...

PİLOT SANAYİ
60'ların başında Devlet Planlama Teşkilatı tarafından yaptırılan araştırmalar sonucu, sanayi bölgesi kurmak için Türkiye'deki en uygun şehrin Bursa olduğuna karar verilir ve Türkiye'nin ilk organize sanayi bölgesi olan Bursa Organize Sanayi Bölgesi (BOSB), 1961 yılında, Pilot Sanayi adıyla Mudanya Yolu üzerindeki Yalakçayır’da kurulur.
1980'lere gelindiğinde sanayi yükselişe geçer ve "daha çok üretim ve daha çok ihracat" anlayışı ile OSB'lerin sayısı hızla artar. Önceleri OSB'lerin kurulduğu alanlar "yeşil" anlayışla sorgulanmaz. Bir OSB'nin yerleşeceği yer için önemli olan nokta, üretime ve sevkiyata uygunluğudur. Zaman içinde; OSB'lerin hem verimli araziler üzerine kurulması hem de hava ve su kirliliğine sebep olması, yani sağladığı fayda ile verdiği zarar sorgulanmaya başlanır.

Sanayileşsek mi sanayileşmesek mi?
Elbette ki bu soruyu sormak için artık çok geç. Buhar makinasının icadı ile başlayan sanayileşme doğayı hızla fakirleştiriyordur. Sadece sanayi değil, tarım alanlarının imara açılması da doğaya aynı derecede zarar veriyordur. Malum, iş ve aş peşine düşerek kapağı büyük şehre atan insanlarla daha da büyüyen şehrin kalabalıklaşan nüfusuna yaşayacak yer lâzımdır. 
Gittikçe kalabalıklaşan Bursa, çareyi özellikle de batıya doğru yayılmakta bulur. Karacabey ve Mustafakemalpaşa ovasının cânım arazileri an be an betona teslim olur. 
Şimdi artık şehirlerin beton kutucuklarında yaşayan insanlar neredeyse birer fabrika kadar atık üretiyor. Kimyasal temizlik ürünleri, temizlik hastalığı ile gereksiz ve sınırsız elektrik ve su tüketimi, lavaboya dökülen yağ başta olmak üzere mutfak atıkları, tüketim çılgınlığına bağlı israf, dolaplarda bozulan ve çöpe giden gıdalar, toplu taşıma kullanmaktan kaçınma ile havaya salınan zehir, insan atıklarının başlıcaları. 
Kısacası, sanayi, insanlara tüketmesi için ürün üretiyor, insanlar yaşayabilmek ve sanayide ürettiklerini edinebilmek için sanayide çalışıyor, üreticiler de tüketiciler de hem üretirken hem de tüketirken neredeyse aynı oranda doğaya zarar veriyor.
Bundan en büyük "nasibi" dolaylı olarak yine insan alıyor. İnsanın temiz suya, temiz havaya, doğal gıdaya ulaşımı gittikçe zorlaşıyor. Bozulan iklimin yarattığı büyük felaketler ise o nasibi fersah fersah aşıyor...
O yüzden insan yeşilin ve mavinin kıymetini şimdi daha iyi anlıyor. Çünkü insan (şimdilik) biliyor ki uzay boşluğunda dönüp duran bu mavi gezegenden bir tane daha yok. 
Belki de Dünya'nın Mars olmadan önceki zamanlarındayız. Ki insan evladı olarak Mars'a gidip Dünya'dan izler arıyor ve gelecekte Mars'ta yaşayabilir miyiz araştırmaları yapıyoruz.
Şimdiye dek (insan dahli olmadan) beş kitlesel yok oluş yaşayan dünya, biz olsak da olmasak da altıncıyı da yaşayacak. Önemli olan dünya yüzünde kaldığımız kadar zararsız ve iyi yaşamak. Dünyanın sahibi değil, emanetçisi olduğumuzu anlamak.
Bir de buna ek olarak; çok eski dönemlerde  insan ömrünün 30'larda sonlandığını, bilim çağında ise gelişen teknolojiler ve toplumsal bilinç ile ömürlerin uzadığını unutmamak...
("2004 yılında dünyada ortalama yaşam süresi 67.3 iken, yüksek gelire sahip ülkelerde 78.8, orta gelire sahip ülkelerde 70.3, az gelire sahip ülkelerde ise 58.7'dir. Bunun yanında, beşerî gelişmişlik seviyesi yüksek olan ülkelerde 78, orta olan ülkelerde 67.3, az ülkelerde ise 45.8'dir." Kaynak için tıklayınız.)
O yüzden eskiden dünya nüfusu milyonlarla ifade edilirken şimdilerde rakam milyarları buluyor. O yüzden dünyanın doğal kaynakları yaklaşık 8 milyar insana yetmiyor. O yüzden sanayi ve endüstriyel üretim öne çıkıyor. O yüzden dünya daha çok kirleniyor.
Tam bir kısır döngü...

BUSİAD / Bursa Sanayici ve İşinsanları Derneği
1 Ağustos 1978 yılında, Anadolu' nun ilk, Türkiye' nin ikinci SİAD' ı olarak kurulan BUSİAD, gönüllü üyelik temeline dayanan bir Sivil Toplum Kuruluşu. Çatısı altında 299 üye, 244 firma mevcut. Derneğin, beşinci kuşaktan 2, dördüncü kuşaktan 4, üçüncü kuşaktan 30, ikinci  kuşaktan 62 üyesi var. Üyeler, otomotiv ve tedarik, tekstil, hazır giyim ve konfeksiyon, turizm ve hizmet, metal, gıda ve tarım, inşaat, holding ve diğer alanlarda iş üretiyor. BUSİAD çalışmalarını Uzgörü, Özgörev ve Temel Değerler başlıkları altında yapıyor. 
Kurumların sosyal sorumluluk projelerinde yer almalarına önem veriyor. 
Toplumsal dönüşüm için:
- Kadının Güçlenmesi Bursa Platformu Etkinlikleri (BUİKAD,GC, KALDER, Yeşim Tekstil)
- Aile İşletmeleri ve Kurumsallaşma, Ebeveynler ve Çocukları Toplantısı
- Kültür, Sanat ve Spor etkinliklerinin desteklenmesi
- BUSİAD Düşünce Kulübü, Felsefe Toplantıları
- Sevgi ve Eğitim Komitesi Etkinlikleri (ÇEK)
- Doğan Ersöz ve BUSİAD Başarı Ödülleri
- Deprem Öncesi Afet Yönetimi
- BUSİAD Çatı Katı Sohbetleri
- Genç BUSİAD Yapılanması etkinlikleri düzenliyor.
Ekonomik ve Sektörel Gelişim için;
- Çekirge Toplantıları
- İktisadi Yönelim Anketleri
- Makro Ekonomik Raporlar
- Küresel İlişkiler Etkinlikleri
- Ekonomik ve Sektörel Raporlar
- Bursa Kalite Sempozyumu ve Ödülleri (Bursa KALDER) çalışmaları yapıyor.

BUSİAD Yenileşim Ödülü
BUSİAD, Bursalı firmaları 2024 Aralık ayında gerçekleşecek olan 6. Yenileşim Ödül sürecine katılmaya çağırdı ve bu yıl 14’üncüsü gerçekleşecek olan 'Yenilikçilik ve Yaratıcılık Sempozyumu’nun sloganının "Gelecek için Dönüşüm" olduğunu söyledi. 
Kısa bilgi: 6. Yenileşim Ödülü için son başvuru tarihi 14 Haziran 2024 Cuma günü. Başvuru için gerekli bilgiler, www. busiad.org.tr adresinde mevcut.

Dijital Dönüşüm Komitesi, BUSİAD Başkan Yardımcısı Tuncer Hatunoğlu
Basın ve BUSİAD
Basın toplantısı sorularla ve cevaplarla sona erdi. Kestel Soğuksu'ya yapılmak istenen "İleri Teknoloji Sanayi Bölgesi", Bursa'daki tarım alanlarına yapılan fabrikalar, Bursa Teknoloji Organize Sanayi Bölgesi TEKNOSAB, deprem gerçeği, Nilüfer deresi, eğitimsiz ve donanımsız göçün yarattığı mülteci çalışanlar, mülteci işverenler, ileride mülteci SİAD'ları... 
“Soğuksu projesi incelenmeli, tarım ve orman alanlarına dokunuyorsa oraya bir şey yapmamalı. Saydığımız dört alana dokunmayan yerlerde (Almanya gibi tekil sanayi bölgeleri olmalı) tekil fabrikalar olmalı. İş insanları Türkiye’ye açılmalı. Nilüfer’e yeni OSB yapılmamalı. Çalışma izni olan mülteci çalışır. Ramazan ayında düzenlediğimiz iftar programında, Kocaeli Üniversitesi Jeofizik Mühendisliği Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şerif Barış, depremde fabrikalar konusunu anlatmıştı. Bursa'da bazı fabrikalar hazırlıklarını çoktan yapmış. Nilüfer çayının artık Bursa'nın sorunu olmasından çıkmasını amaçlıyoruz."
Kocaeli Üniversitesi Jeofizik Mühendisliği Öğretim Üyesi Prof.Dr. Şerif Barış / 12 Mart 2024

Küçükkayalar, Bursa'daki 22 SİAD'dan biri olarak bu konularda çalışmalar yaptıklarını, projeler sunduklarını, ancak projeleri takip edemediklerini söyledi. Basın mensuplarının dikkat çektiği konuları not aldı.

Aslında, tepeden tırnağa her birey dünyayı ve hayatı idrak etmiş olsaydı takibe ve denetlemeye hiç gerek kalmazdı ya neyse. Çatışmalara bakınca, "Benden sonra tufan!" kafasının hâlâ daha kuvvetle hakim olduğunu görüyoruz. 
Tüm bu olumsuzluklara rağmen BUSİAD'ın yılmaksızın proje üretmesini saygıyla karşılıyoruz.


“Kent anayasası tüm taraflarla oluşmalı”
Buğra Küçükkayalar konuşmasında, geçen yıl hazırladıkları “Sanayi, Tarım ve Turizmle Gelişen Bursa” vizyon çalışmasını, o dönem Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş'a sunduklarını, Aktaş'ın bu konu üzerine çok heyecanlandığını ve profesyonel bir ekiple incelediğini, yeni dönem Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey'i de ziyaret edeceklerini ve çalışmalarını sunacaklarını söylemişti. 
BUSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Buğra Küçükkayalar, Başkan Yardımcısı Veda Girgin Eroğlu, Yönetim Kurulu Üyeleri, Lale Yıldız, Zeynep Yıldız, Hüsamettin Çoban, BUSİAD Genel Sekreteri Erol Alakoç, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey ile
Basından izlediğim kadarıyla BUSİAD üyeleri Bozbey'i ziyaret etmişler ve Bozbey'e “Sanayi, Tarım ve Turizmle Gelişen Bursa” vizyon belgesini hatırlatarak, Bursa Çevre Düzeni Planı’na bu çerçevede destek olmaya hazır olduklarını söylemişler. Bozbey de bunun üzerine, “Bursa Anayasası olacak bu plana tüm kesimlerin katılımını önemsiyoruz. Kent anayasası tüm tarafların katılımıyla oluşmalı” demiş.
Küçükkayalar'ın dediği gibi; "Hep birlikte, el ele!"
23 Mayıs 2024 / C.E.Y.

Mutabık mıyız Bursa? / 23 Mart 2023

Volkan Karsan – FINANSGUNDEM.COM / Kazandıran Sohbetler
Türkay: Bursa'ya yeni sanayi bölgesi gerekmez, burası aynı zamanda tarım kenti / 9 Kasım 2022 

17 Mayıs 2024 Cuma

"Gökyüzünün Yarısı Kadınların Omuzlarında"

Bursa İş Kadınları ve Yöneticileri Derneği BUİKAD tarafından düzenlenen "Geleceğe Yön Veren Kadınlar Zirvesi", 15 Mayıs 2024 güMerinos Atatürk Kongre Kültür Merkezi’nde gerçekleşti. Zirve, BUİKAD Başkanı Şeyda Şençayır'ın açılış konuşması ile başladı.
Şençayır konuşmasında; bugünkü zirvede, kamusal hayatta, yerel yönetimlerde ve özel sektörde geliştirdikleri iş modelleriyle ilham kaynağı olan kadınları dinleyeceğimizi, BUİKAD olarak Gazi Mustafa Kemâl Atatürk'ün gösterdiği yolda hareket ettiklerini, 2007 yılında 11 kadınla kurulan ve bugün 150 kadın üyeye ulaşan BUİKAD'ın, yaşamın her alanında kadının güçlenmesi, girişimci kadın sayısının artması ve kadınların karar verici noktalarda bulunması için çalışmalar yaptığını söyleyerek, kadının iş hayatının ayrılmaz bir parçası olmasının ve kalkınmanın ancak böyle bir yolla mümkün olabileceğinin altını çizdi.

Moderatörlüğünü Posta Gazetesi Yazarı Banu Şen’in üstlendiği "Kamusal Hayatta Kadının Yeri, Yerel Yönetimlerin Kadın İstihdamına ve Gelişimine Katkısı" başlıklı birinci oturuma, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, Edirne Belediye Başkanı Filiz Gencan Akın, Yıldırım Belediye Başkanı Oktay Yılmaz, Nilüfer Belediye Başkanı Şadi Özdemir ve Mudanya Belediye Başkanı Deniz Dalgıç konuşmacı olarak katıldı.
Moderatörlüğünü Hürriyet Gazetesi Yazarı Noyan Doğan'ın yaptığı ikinci oturumun konu başlığı "Geleceğin İş Modelleri ve Kadınların Konumlandırılması", katılımcıları Uludağ İhracatçı Birlikleri Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Ayşe Mehtap Ekinci, U.Ü. Öğretim Üyesi ve ALB Yatırım Başekonomisti Doç.Dr. Filiz Eryılmaz, BLC Experience CEO'su ve Geleceğe Işık Tutan Liderler kitabının yazarı Koray Bilici, Edit Medya kurucusu Cüneyt Toros, DOSABSİAD Başkanı Nilüfer Çevikel ve NOSAB Başkanı Erol Gülmez idi.
Moderatörlüğünü Capitol Dergisi Haber Müdürü Nilüfer Gözütok Ünal'ın yaptığı üçüncü ve son oturumun başlığı "Sektörde Kadınların Rolü ve Kadın Odaklı İş Modelleri", katılımcıları, Dünya Gazetesi CEO'su Burcu Kösem, Endüstriyel Girişim Platformu Başkanı Zülâl Koç, Borçelik İK ve Kurumsal İletişim Direktörü Derya Demirer, Sage Diniz Otomotiv Genel Müdürü İpek Yalçın, Rudolf Duraner Genel Müdürü Rasim Çağan ve Zerrin Özgüle İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Zerrin Özgüle oldu.
Günün organizasyonu Burcu Başar İletişim&Danışmanlık'a, sunuculuğu ise deneyimli gazeteci, yapımcı ve sunucu Güzin Abraş'a emanetti.
Sunum: Güzin Abraş
"Kadınların Gülümsemesi Her Şeye Değer"
Programa katılan isimlerden anlayacağınız üzere, bu programda 'KADIN'ı kamusal alan ve iş dünyasından birkaç erkek ile birçok kadın konuştu. İş dünyasından kadın konuşmacılar çoksa da kamusal alan konuşmacılarında kadın sadece 1 tane, o da Edirne'den gelen Edirne Belediye Başkanı Filiz Gencan Akın idi. 
(2024 yerel seçimlerde 11 il ve 61 ilçenin belediye başkanı kadın oldu. Bursa'da ise kadın başkan yok. 1973-1976 tarihleri arasında Karacabey belediye başkanlığı yapan Şükran Yemişçioğlu, Bursa’nın ilk ve tek belediye başkanı olma özelliğini koruyor. Ne acı ki, Bursa o gün bugün başka bir kadın başkan çıkartamamış.)

Mustafa Bozbey kadınların gece belli bir saatten sonra otobüsten durağa gelmesini beklemeden istedikleri yerde inebileceklerini, Filiz Gencan Akın erken evliliklerin önüne geçmeyi öncelediklerini, Şadi Özdemir kadınların Nilüfer'de daha özgür olduklarını, Oktay Yılmaz kurdukları kadın kooperatiflerinin çokluğunu, açtıkları spor salonlarına şehrin uzak noktalarından da gelenler olduğunu, Deniz Dalgıç da kadın konusunun konuşulmayacağı zamanlarda yaşamamız gerektiğini söyledi. Dalgıç, "Cumhuriyet, kadın erkek eşitliğidir" dedi.

Kadınlar Günü Ne Demek?
Ben de "kadınlara özel günlerin" olmaması gerektiğini savunanlardanım. Bu özel günler bile bize aslında ne kadar eşit olmadığımızı gösteriyor. Senede 1 gün kutlama, sonra yine her şey bildiğiniz gibi...
Kadınlar hâlâ hakları için mücadele ediyor, kadın hâlâ çalışmak için (resmî olmasa da) (ağabey, baba, koca gibi) erkeğin iznine muhtaç, kadın hâlâ ailenin (namus dahil) her şeyinin sorumlusu, hâlâ hesap veren (kime?), hâlâ sorgulanan (kim tarafından?), hâlâ kendisini koruması gereken (kimden?), hâlâ utanması gereken (neyden?), hâlâ muhtaç görülen (neden?), hâlâ kadın gibi yaşamasına izin verilmeyen (erkek gibi mi yaşasın?) bir varlık. 
Kısacası kadının hâlâ adı yok...

Oysaki kadın insanca yaşamak için bu kadar mücadele etmemeli, bu kadar yorulmamalı, bu kadar yıpranmamalı, bu kadar sorgulanmamalı, sadece dişi doğmuş olmakla bu kadar cezalandırılmamalı. Erkek doğmuş ve erkek doğurmuş olmak bu kadar yüceltilmemeli. 
Lakin; Neşet Ertaş'ın "Kadınlar insandır, biz insanoğlu" dediği gibi, doğanın dişiye bahşettiği meşakkatli yolculuğu da görmezden gelmemeli. 
Bir kadın geç saatte de olsa otobüsten olması gereken yerde inebilmeli ve evine istediği saatte güvenle gidebilmeli değil mi? Bunun olmaması bile erkekler için utanç verici olmalı. (Hoş, artık sokaklarımız kadın-erkek her birey için tekinsiz. Saldırganlar ise hep erkek!)
Ben erkek olsaydım çok utanırdım mesela. 
Neyse ki utanan erkekler de az değil. Nur Ger ve 40 kanaat önderi erkek tarafından 2018 yılından kurulan ve bugünkü zirvenin konuşmacılarından Koray Bilici'nin de üyesi olduğu Yanındayız Derneği, kadın-erkek el ele vererek "Eşitlik Bir Güne Sığmaz" diyerek durmaksızın çalışıyor.

'Karımı Çalıştırmam'dan, 'Çalışmayan Kadınla Evlenmem'e
Eski dünyada kadının çalışmasını onur meselesi yapan erkekler, ekonomik şartların ağırlaşmasından ötürü, mecburen, kadının çalışmasına razı gelir, hatta öyle ki, çalışmayan kadınla evlenmez oldular. Bir evi tek başına sırtlanmak bu kadar zor olmasa belki hâlâ eski düzen devam etsin isterlerdi ya neyse. 

Hayal edin!
Eve geldiğinde mükellef bir sofra, mis gibi yıkanıp ütülenmiş gömlekler, pırıl pırıl çocuklar, zarif ve bakımlı, her emre amade, sesi hiç çıkmayan, elinden her iş gelen, hiç şikâyetlenmeyen, yoktan var eden, acıyı bal eyleyen mükemmel bir kadını kim istemez ki? 
Öyle bir kadının kocası da şöyle olmalı o zaman: 
Eve hep eli kolu dolu gelen, sorumluluklarını hiç aksatmayan, karısını ve çocuklarını azarlamayan, onların bir dediklerini iki etmeyen, çocuklarının okul taksitlerini, evin giderlerini ve boy boy faturaları sessizce ödeyen, kredi kartı hesap özetini hiç incelemeyen, özel günlerde çiçeğini de pırlantasını da almayı ihmal etmeyen, dışarıda canı sıkılsa da bunu ailesine yansıtmayan, yüzü hep gülen, anlayışlı, cana yakın, şefkatli ve tutkulu mükemmel bir erkek...

Hişt, uyanın!
Ne böyle bir kadın ne de böyle bir erkek var ve neden olsun? İşleri iç işleri-dış işleri olarak bölmeyen aileler kuruluyor artık. Ev işi kadın işi değil, bunu biliyorlar. Fizik gücü gerektiren makineler dijitalleştikçe erkek işi kavramı da ortadan kalkıyor. Kadınlar forklift de kullanıyor, vinç de, kamyon da. Ki köylerde kadınların pek çoğu evvel ezel traktör kullanırdı. Kadın erkek birlikte çalışıp birlikte kazanıyor, hayatın her ânının keyfini birlikte yaşıyor, zorlukları birlikte aşıyorlar. Bu birlikteliklerde herkes kendi alanında yol alırken kimse kimseye köstek olmuyor. Kadın biraz öne geçmeye başlayınca erkeğin içindeki eski erkek hafiften kıpraşsa da, ödenmesi gereken faturalar ve düzen bozukluğunun getireceği ağır ekonomik şartlar onu kibarca sakinleştiriyor. (Şartlardan dolayı değil, gerçekten kibar olmayı da öğrenecekler zamanla. Ümidimiz var.)
Kendi ailesinde kadın-erkek ayrımı görmemiş çocuklar için yeni düzene ayak uydurmak hiç zor değil. Diğer tarafın kadını da erkeği de epey zorlanıyor.

Üreyin!
Türkiye'nin nüfusu göçlerden dolayı artmış olsa da, yine bu göçlerin sebep olduğu her türlü yıkım yüzünden insanımızın üreme, hatta evlenme sayısı düştü. Bir yandan da yetişmiş gençlerimiz yurt dışına kaçtı. Türkiye artık yaşlı bir ülke olmaya aday. 
Mülteciler ardı ardına çocuk yapıp arayı kapatıyorlar lakin ülkenin demografisi değişiyor.
Yöneticilerimiz gençlerimize 'evlenin ve 3-5 çocuk yapın' diyorlar da, biz de onlara şunu soruyoruz: Tamam ama nasıl?
Kendi tercihi ile evlenmeyen ve çocuk sahibi olmak istemeyenleri saygıyla bir kenara koyalım.
Diğer yanda, bir insan ne ekonomik olarak, ne hukuk olarak ne de can güvenliği olarak kendini güvende hissetmezse nasıl evlensin? Eğer ki kadının çalıştığı bir aileye, çocuğunu emanet edeceği güvenli bir yer göstermezseniz o anne-baba nasıl verimli çalışsın? Ayrıca, sadece çalışan kadına değil, çocuk yetiştirirken iş hayatından ve sosyal hayattan kopan kadına da destek olacak, çocuğunu birkaç saat emanet edebileceği kurumlar açılmalı. Çünkü herkesin yakınında kendisine destek olacak büyük ailesi olmayabilir. Anneanneler babaanneler torunlarına sevgiyle bakabilirler ancak bir çocuğun sorumluluğu ve iş gücü onları aşabilir. 

Doğurun!
Yurt dışında "çalışmayan kadın" gibi bir olgu yokken ve kadınlar üçer beşer doğruyorken ve onları kolayca "mutlu birer insan" olarak yetiştirebiliyorken biz niçin yapamıyoruz? Oralarda çocuk olunca kadına olduğu kadar erkeğe de izin veriliyor. Hatta ücret artışı bile oluyor. Bizim de buraya gelmemiz lazım.
Çocuklar bir ülkenin geleceği ise niçin kimse onlara sahip çıkmıyor? Niçin bir patron çalışanlarının kadın olmasından (çünkü doğuruyor) kaçınıyor? Niçin eğitim alırken erkeklerle başa baş giden kadınlar sıra iş hayatına geldiğinde (çünkü doğuruyor) geriye düşüyor? Doğurmak suç mu? Evlenmemek makbul mü? 
Ya evde, "evli-mutlu-bol çocuklu" ya da işte, "evsiz-mutsuz-çocuksuz" yaşayın diretmesi ne kadar mantıklı? Yok mudur bunun bir yolu? 
"Evli mutlu çocuklu" ya da "bekâr mutlu çocuksuz" yaşayamaz mıyız? 
Niçin kadın da erkek kadar iyi performans sergiliyorsa erkekten daha düşük maaş alıyor? Eşit işe eşit maaş kuralı niçin kadına gelince işlemiyor?
Kadının sayısı değil kattığı değer önemli. Kalitenin cinsiyeti olmaz, liyakatin cinsiyeti olmaz, emeğin cinsiyeti olmaz. Bir erkek bunu neden anlamak istemiyor? İşler uzayınca ofiste kalmak ve işleri toparlamak neden hep bekâr ve çocuksuzların üzerine kalıyor?
Kadını işe almakla bitmez, kadının çalışabileceği ortam yaratmak lazım. 
Bu soruları sora sora, derdimizi anlata anlata, farkındalık yarata yarata, sorduğumuz soruların cevaplarını söke söke aldığımızı görmek teselli verici. O yüzden ben bu buluşmaları çok önemsiyorum.
Yol uzun, yolculuk zorlu da olsa kimsenin ateşimizi söndürmesine izin vermeyiz…
Kısacası; sahnedeyiz, inmeyiz…

Zekâlar Üç Oldu 
1-IQ, Bilişsel Zekâ 
2-EQ, Duygusal Zekâ
3-SQ, Spiritüel Zekâ
SQ; duygusal zekânın bilişsel zekâyla buluştuğu ileri bir zekâ ölçüsü olarak tanımlanıyor.
Dünyayı anlamlandırma, mutluluk ve benlik keşfi, ileri iletişim becerisi, ifade gücü ve yaratıcılık, spiritüel bakış açısı ve deneyim, bilgi ve içgüdünün ortak paydada buluşması. Çoklu iş yapabilme becerisine sahip kadınların SQ sahibi olduklarını söyleyebiliriz.

Fair Play
Geçtiğimiz günlerde aynı iş yerinde çalışan ama kadının terfi aldığı yabancı bir film izledim ve insandaki hırs ve ego nerede yaşarsan yaşa aynı işliyor olmalı dedim. Filmdeki erkekler, kadının terfi almasının altında yatan sebebi kadının kadınlığı ile ilişkilendirirken, kadının bunu kendi liyakatiyle başarmış olabileceğine ihtimal vermiyorlardı. Çünkü erkekler bir kadının kendilerinden daha iyi olabileceğini ve daha çok kazanabileceğini kabul etmek istemiyordu. 
Ülkemizde kadınlar sadece plazalarda çalışmıyor. Fabrikalarda, hizmet sektöründe ve tarımda çalışan kadın sayısı da az değil. Mavi Yaka'nın da Beyaz Yaka'nın da, Yeşil Yaka'nın da derdi hep aynı. Kadın olmak. Rahat bırakılmak için ise çareyi "Erkek gibi kadın olmak"ta bulmak.

Eşitsizliğin derinleştiği yerde şiddet başlar!
Yıllar öncesinden, Olacak O Kadar programında, Levent Kırca&Oya Başar ikilisinin oynadığı bir skeç hatırlarım. Evde kadına kök söktüren adam, işe gittiklerinde kadının karşısına süklüm püklüm "amirim" duruşundaydı. Çünkü o skeçte kadın komiser, erkek ise polisi canlandırıyordu. Bu sefer de kadın erkeğe kök söktürüyor, onu aşağılıyor, yerden yere vuruyordu.
İki durum da ne kadar anlamsız, ne kadar gereksiz, ne kadar içi boştu...

Kaşık Düşmanı!
Kadın işini bırakıp ev kadınlığına dönse ve evi çekip çevirse, ev ekonomisine sıcak para olarak katkıda bulunmadığı için bu kez de "kaşık düşmanı" olarak erkek tarafından aşağılanacak. Malum, ev işi evin sahibi tarafından yapılırsa işten sayılmıyor. Ev kadınının yaptığı işi yaptırmak için eve yardımcı gelince o kadın "çalışan kadın" sayılıyor. Sigortası da ödeniyor. Demek ki herkes kendi evinin değil, başkasının evinin işini yaparsa sorun çözülecek!

Gökyüzünü Paylaşmak
Gün boyunca konuşmacıların hepsi bu yazıya başlık olacak cümleler kurduysa da hiçbirisi benim aradığım başlık değildi.
Akşam Netflix'te AWAY dizisini izlerken, filmin bir yerinde "Gökyüzünün yarısı kadınların omuzlarındadır" repliği geçti. İşte dedim aradığım başlık bu.
Büyük ihtimal senaryo yazarı bu repliği Nicholas D. Kristof ve Sheryl Wudunn'un çalışması olan "Gökyüzünün Yarısı / Hayatlarını Değiştiren Kadınların Hikâyesi" kitabından esinlenmişti. 
Bazı erkekler güçten sıkılıp "Ferrari'sini Satan Bilge" benzeri kitaplarda kendilerini ararken, kadınlar varlıklarını ispat peşindeydi. 
Omuzlarında gökyüzünün yarısı, bazen esen rüzgârla, bazen kopan fırtınayla, bazen bulutların arasından beliriveren güneşle, bazen yıldızların, bazen Ay'ın aydınlattığı bu koskoca ama küçücük yeryüzünde çılgınca bir koşu tutturmuşlardı. Menzile varacak, ipi göğüsleyecek, belki sonra onlar da Ferrarilerini satmak isteyeceklerdi...
Kim bilir...
Yazının sonunda; şunu da unutmayalım ki, gökyüzünün diğer yarısı da erkeklerin omzunda. Aynı yeryüzünün üzerinde ve aynı göğün altında birlikte yaşıyorsak, bence iyi geçinelim. 
Her ne kadar Yazar John Gray "Erkekler Mars'tan Kadınlar Venüs'ten" gelmiş dese de, ben Mars ve Venüs'ü gezegen olarak değil, Savaş Tanrısı Mars ile  Aşk ve Güzellik Tanrıçası Venüs'ten geldik olarak anlıyorum.
Ve “Savaş Yapma, Aşk Yap!” ve “Her işini AŞK’la yap!” diyorum…

17 Mayıs 2024 / C.E.Y.