30 Ocak 2014 Perşembe

Ey ahali, bir bakın buraya!

Meyve ağaçlarıyla dolu ve sınırı-çiti olmayan bahçelerden geriye taşlı tozlu topraklar kaldığında ya da sökülen ağaçların yerine devasa bloklar yapıldığında, "Ah ah eskiden buraları hep dutluktu" diyesi gelir insanın. 
"Nerde o eski günler!" sızlanmalarının ‘eski’ kavramı da en az 30 yıl öncesine dayanır.
-dı...
Artık birkaç ay öncesini bile geçmiş olarak görüyoruz.
2004’te kurulup 2006’da dünyaya açılan Facebook’u ilk keşfettiğimiz günleri düşünün mesela. Şunun şurasında kaç yıl geçti üzerinden. Facebook 2013 Ağustos'u itibarıyla dünyanın en çok ziyaret edilen sitesiymiş. "Dutluk" olmaktan çok çabuk çıkmış yani...

Bu ağı duyup da katıldığım ilk günleri hatırlıyorum da.
Sanki bomboş ve kocaman bir salondaydım. "A!" desem sesim yankı yapacak, gelip beni bulacak gibiydi.
İlk şaşkınlığımı üzerimden atınca Erkut Taçkın’ın Beyaz Ev şarkısını paylaşmıştım. Alışmanın ardından da gelsin videolar, şarkılar, fotoğraflar, yazılar...
Komiğiyle, öğreticisiyle bir dolu paylaşım.
Gün be gün değişen ruh halimle birlikte sayfanın da konseptinin değişmesi.

Eskiye dönüp bakıyorum da; sanki bir çeşit günlük olmuş bana bu Facebook...
Bulunan eski arkadaşlar, komşular, akrabalar derken nüfusu gittikçe çoğalan bir oda içinde bazen sıkıntılı, bazen hüzünlü, çokça da neşeli izler bırakmışım ardımda.

Sonrasında Twitter’ı keşfettim. "Her satırını bir başkasının yazdığı upuzun bir şiir" tanımını duymuştum Twitter için. Ne kadar da doğruydu. Twitter sürekli akan bir banttı sanki.
Ya ben ne yazacaktım buraya, ne diyecektim, ne yapacaktım? Kimsem yoktu. Bir başıma durmuş sağımdan solumdan geçenlerin söylediklerine kulak kabartıyordum. Birkaç lâf attım uçuşan o sözlere, sonra birkaç daha.
Derken bir baktım ki dizileri birlikte izliyoruz, filmleri birlikte seyrediyoruz. Maçlar ve tartışma programlarıysa yazdığımız yorumlarla daha bir renkleniyor.
Bu halimizle TV izlerken ekranla konuşan annelere benzetiyorum kendimizi. Kâh Hürrem'e sataşıyoruz, kâh başbakana. Kime kızdysak, kimi onayladıysak onlara takılıyoruz sözlerimizle. Bu büyük salondaki herkes sohbete katılıyor, bir curcunadır gidiyordu. Zaman zaman güç birliği oluşturup kamuoyu yaratıyor, gidişata yön veriyorduk.

Sonra ne olduysa oldu, salondakilere sanki bir sihirli değnek değdi. Bir anda herkes ulemaya bağladı. Konuşmalar bilgelikte tavan yaptı. Ağır ablalar, ağır abiler en ağdalı sözlerle takılır oldular ortama. Nazım, Mevlana, Şems, Kafka, Can Yücel, Can Dündar, Dostoyevski, Tolstoy, Osho ve daha niceleri...
Kim var kim yoksa ortalara saçıldı. Hani mezarlarında ters mi döndüler, yoksa yıllar sonra tekrar keşfedildikleri için memnun mu oldular bilmem.
Bilirler miydi ki yüz yıllar önce ettikleri kelâmlar kopyala-yapıştır marifetiyle sosyal medyanın baş tacı olacak. Eminim ki bilselerdi daha çok yazarlardı.
Hele de okunması sakıncalı olup da ülke vatandaşlığından dahi atılanların cümleleri neredeyse yapışkanlı çıkartma olacak. Yazan da, yazanı okuyan da boşuna ceza alıp hapis yattı onca zaman desenize. Yazık. Bir de şimdiki halleri görseler...

Bunca paylaşım içinde seçici davranarak paylaştıklarını içselleştirip de ortaya salanlara pek lâfımız yok.
Lâkin önüne gelen her lafı kulağından tutup sayfasına yapıştıran, paylaştığı o büyük sözlerden hiç ama hiç feyz almayıp hayatında en ufak bir fark yaratmayanlaraysa biraz ayna tutmak lâzım.
Hani "Bir lâfa bakarım lâf mı...." diyor ya; o da bir söylediği lâfa baksın bakalım, bir de kendine...
Farkında mısınız bilmem ama gün geliyor ana sayfa "Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü"nden farksız bir hâl alyor.
Ha bir de "Belirli Günler ve Haftalar" el kitapçığı...
Mahir(!) eller tarafından hazırlanan görsellerin üzerine yapıştırılan özlü sözlerdeyse imlâyı ara ki bulasın.
Siyasî tahriklenmeler, grupların amacını aşıp paylaşımlardaki yorumların hakarete dönüşmesi, yandaşlar, candaşlar, yoldaşlar.

Kabûl; müzik de lâzım, özlü söz de lâzım, bilgi de lâzım, site paylaşım amaçlı olduğu için hayatın içinden paylaşımlar da lâzım.
Ama;
Arada nefes alıp otomatiğe de bağlamamak lâzım.
İnandığını yazıp, yazdığına inanmak lâzım.

Hani şu meşhur tabirle;
Ya olduğu gibi görünmek ya da göründüğü gibi olmak lâzım...

29 Ocak 2014 Çarşamba

Bilimin ışığı Bursa'dan doğacak

İlki 2012'de yapılan Bilim ve Teknoloji Şenliği 2013'de daha bir büyümüş ve altmışa yakın üniversiteyi de içine alan bir bilim festivaline dönüşmüştü.
Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin Bilim, Sanayi ve Teknoloji İl Müdürlüğü ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle düzenlendiği ve 3-5 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen 'Bursa Bilim Şenliği 2013', Merinos Park'ta adeta bir festival havası yaratmış, ana teması 'Geleceğin Otomobilleri' olan o şenlikte gençler yaratıcılıkta sınır tanımamıştı.
Şenlikte 200 proje standı, 60 patentli mucit ve 60 üniversite kulübü, 15 güneş ve hidrojen arabası, 30 Ar-Ge ve İnovasyon firması, 80 okul ve 60 lise projesi, 10 Bilim Merkezi, 10 atölye ve mesleki yönlendirme çadırı yer almıştı.
Çadırlardaki öğrenciler projelerini anlatıyorlardı soranlara. Ampuller, bastonlar, arabalar… 
İcat çıkarmışlardı besbelli.

Öğretmenleri eşliğinde çadırları gezen miniklerin arasında ise başımıza icat çıkartacak mucitler vardı belki. İlk tohumlar o anda atılıyordu. Belki yıllar sonrasında anlatacaktı mucitliğinin kaynağını.
Kim bilir…

O günün üzerinden geçen dokuz ayın ardından, 25 Ocak 2014 günü Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi'nin BUTTİM'deki yeni binasının açılışı yapıldı. Daha önceleri Merinos AKKM'de yer alan merkez yeni alanına taşınmış ve kapılarını bilim sevdalılarına sonuna kadar açmıştı.
Açılıştan önce ziyaretine gittiğimiz merkezdeki çalışmalar hummalı bir şekilde devam ediyordu. Açılışa yetişir mi yetişmez mi düşünceleri ve kaynak sesleri arasında üst kata çıkmış, Kültür A.Ş. Başkanı Rıfat Bakan ile birlikte Bilimin Sultanları sergisini dolaşmaya başlamıştık.
Türkiye'de ilk kez Bursa'ya getirilen Bilimin Sultanları sergisinde, Altın Çağ'da yaşamış bilim alimleri ve onların icatları sergileniyordu. ABD, Kanada, Güney Afrika, Dubai, Malezya ve Norveç'te yer alan dünyaca ünlü bilim merkezlerinde sergilenen ve Türkiye'de ilk kez Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi'ne gelen sergi, 700-1700 yıllarını, yani bilimin Altın Çağı olarak adlandırılan dönemini aydınlatıyordu. Dünya üzerinde yaşamış olan Müslüman bilim adamlarının bu dönem boyunca bilime ve teknolojiye yaptıkları katkıyı gözler önüne seren sergi; astronomi, yön bulma, matematik, tıp, eczacılık, enstrüman yapımı, mühendislik, su taşıma teknikleri, optik ve uçak gibi birçok konuda Müslüman bilim adamlarının buluşlarını bilimseverlerle buluşturuyordu.
Bilim ve Teknoloji Merkezi'nde 800 metrekarelik özel bir alana yayılan ve Haziran ayına kadar açık kalacak olan sergide; 35 interaktif ve uygulamalı düzenek, 3 dokunmatik ekranlı oyun, 10 video gösterisi ve 75 poster yer alıyor ve ziyaretçilerini bekliyordu .
Nuh'un Gemisi, El Cezire'nin 3 metre boyundaki Filli Su Saati, kendini Galata Kulesi'nden bırakarak Üsküdar'a kadar uçan Hezarfen Ahmet Çelebi...
Küreler, toplar, aynalar, sihirli şişeler, elinde ibriği ve tarağıyla karşımızda duran berber görünümündeki ilk robot.
İlk uçan insan olarak anılan 9'uncu yüzyılda Endülüs İspanya'sında yaşamış olan Abbas Bin Firnas, iğne deliği kamerası adı verilen fotoğraf makinesini ilk kez bulan 10'uncu yüzyılda yaşamış İbn Al-Hayşam, Çinli Müslüman denizci-kâşif Zheng He, cerrahların babası sayılan Al-Zahrawi, bilim adamı-çevirmen Hunayn Ibn Ishaq, uzay bilimci Al-Battani ve diğerleri.
17. yüzyıla kadar denilse de; sergi, 13. yüzyılla sınırlı kalan ve çoğunluğu Abbasi Devleti ve Endülüs Emevi Devleti sınırlarında yaşamış kişilerden oluşmuş.
Osmanlı İmparatorluğu'ndan ise sadece Osmanlı Donanma Komutanlığı yapmış olan ve Amerika Kıtasını da gösteren haritasıyla ünlü Piri Reis yer almış. Bize de okyanusu bir adımda atlamak kalmış...

BTM'de neler var neler…
Bilimin Sultanları'ndan BTM'ye dönecek olursak;
9 bin metrekaresi kapalı, 20 bin metrekare toplam alana sahip olan Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi'nde 14 farklı noktada 270'e yakın deney alanı bulunuyor. Yenilenebilir Enerji, Suyun Serüveni, Dev Makine, Enerji Makinesi, Jiroskop, Vorteks/Girdap Tüneli gibi özel galeriler var. Ayrıca eğitim salonları, kimya, fizik, robot ve birçok konuda atölye alanları, bilim şovları, bilim kampları ve söyleşileri, simülasyon cihazları, video duvarı, kafeterya, planetaryum, üç boyutlu sinema salonu gibi alanlar da merkeze dahil olacak.
Yaklaşık 27 milyon TL yatırımla hayata geçirilen, Türkiye'nin en büyük, Avrupa'nın da ilk 5 merkezinden biri olmayı hedefleyen merkez, geleceğin bilim insanlarını yetiştirecek.
Bu merkezde “DOKUNMAMAK” yasak olacak. Her şeye dokunulacak. Akla gelen her soru sorulacak, her konu öğrenilecek.
Aileler çocuklarını alıp buraya getirecek. Okullar buraya bilim turları düzenleyecek. Sadece kitaplarda okunarak yapılan eğitimin dışına çıkılarak, edinilen teorik bilgiler uygulamalı deney düzenekleri ile perçinlenecek.
Yeter ki duyurular iyi yapılsın, yeter ki bağlantılar sağlam kurulsun.
Bilimin, sanatın ve eğitimin her daim yanında olmayı kendimize düstur edindiğimizden, böyle bir merkezin Bursamıza ne kadar yakıştığını ve yaşaması için elimizden geldiği kadar yanlarında olacağımızı belirtmeden geçemeyeceğim.
Bu arada; bu merkez sadece çocuklar için değil. Biz büyüklerin de bilmediği ya da zamanında öğrendiği ama artık unuttuğu o kadar çok şey var ki.
Bu yüzden BTM kendimizi güncellemek için de kaçırılmaz bir fırsat.

Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi BTM'yi ziyaret etmek için TIKLAYINIZ

27 Ocak 2014 Pazartesi

Kaleli: ‘Meclis'te kadın görmeye hasret kaldım!'

“Partiler arasında kadın çoğunluğunun en yüksek olduğu BDP’de kadınlar çok daha kıymetli...”
Yerel seçimler yaklaştıkça siyasetçilerin basına yaptıkları nezaket ziyaretleri ve kendilerini ifade etme gayretleri bir hayli artıyor malum. Bu ziyaretler çok uzun sürmese de bizi ziyaret edenlerin hepsi kendi içinde sıcak bir samimiyet taşıyor.
Bu ziyaretlerin sonuncusunda gazetemizin konuğu hem Bursalı, hem milletvekili, hem de kadın olunca, üstelik fikirlerimiz pek çok ortak paydada buluşunca, sohbetin tadı da doyumsuz oldu. Laf lafı açtı, sohbetler birbirini kovaladı, coşkumuz tavan yaptı.
Çaylar tazelendikçe muhabbet demlendi.
Kısacası; fark etmeksizin geçen zamanın ardından ne konuğun gidesi geldi, ne de ev sahibinin konuğu geçiresi.
Bu bizim Sena Kaleli’yle ilk karşılaşmamız olmasa da ilk uzun sohbetimizdi. Farklı yerlerde karşılaşıp ayak üzeri de olsa iki kelam etmişliğimiz vardı. Her karşılaşmamızda bakışları olsun, tavırları olsun sohbetinin de aynı lezzete olacağının sinyallerini veriyordu. Bazı insanlara bir çırpıda ısınırsınız ya. Hani şu elektrik dedikleri...
Doya doya konuştuk, her dala konduk. Hem siyaset, hem iş, hem eğitim, hem de kadın sorunlarıydı konumuz.

Siyasetin kadın yüzü
Kaleli 2011 yılında milletvekili seçilmişti ve Meclis koridorlarında iki yılı devirmişti. Bu iki yılda özellikle çevreye olan duyarlılığıyla pek çok soru önergesi vermiş, pek çok konuya dikkat çekmişti.
Mecliste kadın olmanın zorluklarından bahsedince erkeklerin çocuk gibi davrandığından, kabalaşmalarından ve küfürleşmelerinden duyduğu rahatsızlığı ve şaşkınlığı dile getirdi. Kendini kaptırmış olarak bunları anlatırken Genel Yayın Yönetmenimiz Osman Gürçay'a doğru konuşuyor olması Osman Bey'in şakayla karışık "Bana bakarak niye anlatıyorsun, Canan'a anlatsana" demesine sebep oldu. Sena Hanım altta kalır mı, "Tabii ki sana bakarak anlatacağım. Sen de aynı taraftasın" demesi ile odadaki herkes kahkahaya boğuldu.
Geçtiğimiz günlerde kadın milletvekilleri küfre karşı olduklarını göstermek için Meclis Başkanı Cemil Çiçek'i ziyaret etmiş, bu ziyarete Kaleli katılmamıştı ve "Yaptırıma yönelmeyecek, ricacı konumunda bir yaklaşımı doğru bulmuyoruz" demişti. Arzusu insanların birbirine saygısızlık etmediği, kadını sadece cinsiyetiyle değerlendirmediği bir Meclisti.
Olması gerektiği gibi meclis milletin vekillerinden oluşuyordu ve milletin profilini yansıtıyordu.
Demek ki kişi evde neyse Meclis'te de oydu...
Böyle olmayanlar da vardı arada. Partiler arasında kadın çoğunluğunun en yüksek olduğu BDP’de kadınlar daha kıymetliydi mesela. Dominant yapıları kendilerine 'kadın ezikliğinde' davranılmasını engelliyordu. Onlar bir yandan da artık dağdan inmişlerdi ve ellerine yüzlerine bakar, fönsüz adım atmaz olmuşlardı. Temsil ettikleri halk kadar sert ama içlerindeki kadını da saklamayarak yol alıyorlardı.
13 Temmuz günü Kaleli, o kadınlardan biri olan BDP’li Sabahat Tuncel ile barış için yürümüş ve gerek partisinden, gerek halktan büyük tepki görmüştü. İki kadın, iki anne, iki insan, iki siyasi halkların barışı adına ellerini birleştirmiş, gelecek tepkilere kulaklarını tıkamıştı. Bu buluşmanın tepkileri süredursun, o günün üzerinden birkaç ay geçtikten sonra 16 Kasım günü Barzani ile Diyarbakır'da, devlet katında büyük bir buluşma gerçekleşti. Kaleli için aşağı inen başparmaklar, bu buluşmayı okeyliyordu, büyük bir kısım medyada alkış kıyamet gidiyordu.
Kaleli bu paradoks için; "Ben barış gönüllüsü olarak tüm samimiyetimle Tuncel ile elele verdim, lanetlendim. Lâkin Barzani ile olan buluşmalar zaruri ve tamamen duygusaldır. Ben tepki alırken onlar barış elçisi olup alkışlandı" diyor.
Tuncel hakkındaki kararı konuşurken, kararlarda çifte standarttan yana olmadığını, aynı durumdaki insanların bizden olanlarıyla, sizden olanlarına farklı kararlar uygulanmaması gerektiğini söylüyor. "Yarın bir gün Balbay'ı düşünün" diyor...
Sohbet sürerken söz Gezi olaylarına ve Gezi ruhuna geliyor. Aynı yaşlarda çocuklara sahip ebeveyneler olarak çocukların eski siyaset diline ne kadar uzak olduklarını hepimiz biliyoruz. Kaleli de politika yapılan halk kitlesinin değiştiğinin, yeni gelen nesillerin eski söylemlere prim vermediğinin ve bu söylemleri hiç beğenmediğinin farkında. "Sağcı da ne, solcu da kim, ocu bucu ne demek, insanız ve insanca yaşamak istiyoruz" diyordu çocuklar. Demode olmuş politikacılarsa hâlâ aynı jargonların peşinde sürüklenmekteydi. Söyledikleri ne dinleniyordu, ne de ulaşması gereken yere ulaşıyordu. Mevlâna'nın dediği gibi; "Dün dünle gitti cancağzım, artık yeni şeyler söylemek lazım." idi...
Sena Hanım olaylar boyunca Gezi’deki çocukların yanlarında olduklarını ve o kitlenin bir partiye mal edilmek istemediğini söylüyor.
Eee, internet çocukları "tık"lamıştı bir kez ve gelecek de onların geleceğiydi...

Bursa'da seçim heyecanı
Yerel seçimlere yaklaşmışken önceliğimiz olan Bursa'yı konuştuk bolca. Seçimler için umutlu olduğunu, CHP adayı Necati Şahin'in bilgisi, birikimi ve kariyeriyle her açıdan doğru bir kişi olduğunu söylüyor, "Adam yok diyorsunuz, işte size adam!" diyordu. Bu arada seçim günü sandıkların takipçisi olmak gerektiğini, bunun için de şimdiden eğitim verildiğinin altını çiziyordu.
"Brunch'a gitmek yerine 1 gün de sandık bekçisi olun, olmuyorsanız da hiçbir şeyden yakınmayın" diyordu. "Sandıkları sahipsiz bırakırsanız bir sahip çıkan bulunur" diyordu. İyi takip edilen sandıklarda çıkan sonuçlarla, edilmeyenleri karşılaştırıyordu.
Haksız da değildi. Vatan hepimizinse, sorumluluk da hepimizin.

Parti içi çalkantılar
Partinin disiplinsiz görünümüne ve bu konudaki parti içinden gelen şikayetlere değinince; "Arzulanan biat kültürüyse eğer, o yanlış. Lâkin parti sorumluluğunu ve çizgisini aşan söylemler ve hareketlerin demokratik davranışlar olarak algılanması da yanlış. Bir kişinin fevri tavırları sebebiyle zan altında kalınıyor. Demokrasi bu değil" diyor.
Özel hayata kadar giren dinlemelerin tehlikesi ve kimin elinde ne gibi bilgiler olduğunun ürkütücülüğü ile insanların güdülmesinin yanlışlığına değiniyor. "Kendi açımdan korkacak bir durumum yok ama yine de sohbet esnasında edilen samimi sözlerin cımbızla ayıklanarak partiye zarar verecek hale dönüşmesinden korkarım" diyor.
Her an korkuyla yaşamanın paranoyasını düşünün.
Kişiler otokontrollerini sağlayıp, harama el uzatmazlarsa, üstlendikleri sorumlulukların farkına varıp arkalarında çukurlar bırakmazlarsa her şey bir nebze kolay.
Bir nebze diyorum, çünkü mizansen diye de bir şey var...
Hem geometri hem tiyatro bir araya gelince de ağzınla kuş tutsan nafile. Paralellerin teğet geçmesi ya da çemberi delip geçmesi an meselesi.

Kısaca Sena Kaleli
Bu kadar konuşma arasında Sena Kaleli'nin biyografisine göz atmadan geçmeyelim;
Kaleli 1956 Bursa doğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimini Bursa'da tamamladıktan sonra, 1974-1975 yılları arasında, İsviçre’de bir yıl süreyle İngilizce ve Almanca dil eğitimi almış. 1980 yılında, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İşletme Bölümünden mezun olmuş. Üniversite yılları sırasında başladığı iş yaşamına,1979-1980 yıllarında Norveç’te bir tekstil firmasında, muhasebe, üretim ve satış alanlarında 3 ay süreyle staj yaparak devam etmiş.
1980-1983 yılları arasında ailesinin sahibi olduğu Kâmil Koç Otobüsleri A.Ş. bünyesinde halkla ilişkiler, turizm, operatörlük, rehberlik, otobüs kontrolörlüğü görevlerini üstlenmiş. 1984-1990 yılları arasında Halkla İlişkiler Müdürlüğü görevini yaparken, satın alma ve host yönetimi görevlerinin sorumluluğunu da almış. 1986-1987 yılları arasında muhasebe rotasyonu yapmış. 1990-1993 yılları arasında Genel Müdür Yardımcılığı, 1993-1995 yılları arasında Genel Müdür Vekilliği görevlerinin ardından 1995 yılında Genel Müdürlüğe atanmış ve bu görevini 2002 yılına kadar sürdürmüş. 2002-2004 arası Yönetim Kurulu Başkanı, 2004-2008 yılları arasında İcra Kurulu Başkanı olarak görev yapmış.
1993 yılında başlayan Kamil Koç Otobüsleri A.Ş. Yönetim Kurulu Üyeliği görevinin, 2002-2003 tarihleri arasında Yönetim Kurulu Başkanlığı döneminde şirketin kurumsallaşma çalışmalarını başlatmış, 2008 yılından itibaren aktif görevlerden ayrılmış.
BOY-KOOP Yönetim Kurulu Başkanlığı döneminde Bursa Şehirlerarası Otobüs Terminalinin yapımı ve işletiminde aktif görev almış. Bursa'da pek çok derneğin kurucu üyesi. Prof. Dr. Tufan Kaleli ile evli ve bir kızı var.

Tabiri caizse, o bir Atom karınca
Kaleli, kâh ilkini İznik'te gerçekleştirdiği gibi bugüne kadar şehit olmuş tüm askerlerimiz anısına mevlit okutarak, lokma döktürüyor, kâh Osmangazi İlçesi Güneştepe mahallesinde bölge sakinleri ve Roman vatandaşlar arasında yaşanan sorunların çözümüne yönelik adım atıyor, kâh Meclis'ta eğitimden otoyola ve çevreye uzanan önergeler veriyor, İnegöl İlçesine bağlı Tüfekçikonağı Köyü’ne kurulması planlanan ve bölgedeki Sulhiye, Mezit, Osmaniye, Eski Karacakaya, Rüştiye, Yeniköy, İhsaniye, Kınık, Özlüce ve Kurşunlu köylerine ait tarım alanları ve su havzalarını tehdit eden hidroelektrik santraline tepki gösteriyor, kâh yeni yılın ilk bebeğini kucaklıyor, düğün dernek kutlama cenaze hepsine bulunmaya çalışıyor, kâh İnegöl'de, salça üretim tesisini ziyaret edip, burada çalışan kadınlarla birlikte salçalık biber kesiyor, kâh çapa yapıp patlıcan topluyor. Sadece Bursa'nın köylerine, ilçelerine, mahallelerine değil, yurdun dört bir yanına gidip vatandaşı dinliyor, dinlemekle kalmayıp vatandaşın derdine derman olmaya çalışıyor.
Halka yakın ve insanların kendisine dokunabildiği bir milletvekili o.
Sırça köşkte oturup da camdan aşağıları seyredenlerden, sertliği ve ulaşılmazlığı benimseyip de kulaklarını halka tıkayanlardan değil. Korku salmak yerine doğallığı ve rahatlığı ile kucaklıyor insanı. Söylediği sözler zaman zaman "Ne alaka şimdi?" dedirtecek alakasız mecralara çekilse de o inandığını söylemekten çekinmiyor.
Meclisteki kadın vekillerden bazılarının partileriyle ilişki kuramadığını, bu soğukluğun onların kadın oldukları için değil, uzak oldukları için geliştiğini söylüyor.
Gözlüklerin üzerine düşen perçemlerin dünyayı görme üzerine olan negatif etkisini dillendirdiğinde benim aklıma bir anda sarışın, gözlüklü ve gözlüklerinin üzerine perçemi düşen güzel bir kadın vekil düşüyor. Halka inmeyen, bırakın halkı kendi partisiyle bile bütünleşmeyen bir kadın vekil...
O zaman da "Siyaset halk için değilse kim için diyor?" insan...

23 Ocak 2014 Perşembe

Allah da sizi güldürsün e mi!


TRT ekranları müdahaleye doymuyor. Kıyafetten şarkı sözüne kadar sanatçılara sansür üstüne sansür uyguluyor.
Yılbaşında Zara'nın kolu bacağı zımbazıp kapalı elbisesiyle seslendirdiği şarkılardan birisinin sözleri 'Hophophop değiş Tonton' marifetiyle değişivermişti. 
'Taht Kurmuşsun Kalbimde' şarkısının, "Bırakamam seni ben, Yanımdan gidemezsin, Seviyorsan benimle, Oturup içeceksin" bölümü bir çırpıda "Oturup güleceksin" olarak değiştirilmişti.
Tamam yemeyelim-içmeyelim, konuşup-dertleşmeyelim, koklaşıp-sevişmeyelim, böyle bir sevdalı şarkıya yakışır şekilde oturup karşılıklı paso gülüşelim.
Hay Allah, siz bizi güldürdünüz, Allah da sizi güldürsün e mi!

Şimdi de 2014 Kış Olimpiyatları'na el atmışsınız duyduğum kadarıyla. Buz patenini 2010'dan beri vermiyordunuz zaten, şimdi verecekmişsiniz ama ayrımcılık yaparak verecekmişsiniz. Kadınlar ve çiftler dalını yayınlamayacakmışsınız.
Erkek erkeğe takılacaksınız yani.
Bu mantığa göre çiftler dalındaki yarışmacılar da erkek erkeğe mi kaymalı

Ya biz kadınlar onları izlerken erkekler de kadınların erkekler dalını izlemesini yasaklarsa?
Hay Allah, siz bizi güldürdünüz Allah da sizi güldürsün e mi!

Kızların minicik etekleri, eteklerin altından görünen bacakları, bacaklarını 90, hatta 180 derece açtıkları zamanlarda görünen kuytuları nasıl bir aklınızı çeliyorsa artık...
Buzun üzerinde durabiliyor olmanın zorluğunu hayal edin bir, bir de o sporcuların çocukluklarından itibaren zorlu antremanlardan geçerek, yılmadan, azimle olimpiyatlara ulaşmalarını düşünün.
Olmadı mı? İkna olmadınız mı?
"Kolu bacağı görünüyor, çiz üzerini..."
Bu mudur ölçünüz?
Evet budur ölçünüz...

(Son gelen haberlere göre bu iddiaya yalanlama gelmiş. Yayın yasağı yokmuş. Hadi bakalım. Sanki biraz nabız kontrolünden geçtik yine)

Ya buna ne dersiniz?
Resim sergisine çıkacak yağlı boya bir tablonun göğüs dekoltesinin boyayla kapatıldığına şahit oldum ben. Otantik kıyafetler içindeki bir kadınının yeleğinin altındaki üç düğmesi çözülmüş mintanı ve içinden görünen teniydi rahatsız edici olan.
O kadarcık ten pornografik bulunuyorsa, nü tablolara ne yapmalıydı acaba...!

Yasakçı zihin bilmiyordu ki resimde en zor şeylerden biridir ten rengini tutturmak. Bedeninin tüm parçalarını aynı tonda yansıtmak. Sırtındaki kasını, boynundaki damarını, saçının boynuna düşen gölgesini ve tüm ayrıntıları tuvale aktarmak.

Göğse doğru inen açıklık birkaç fırça darbesiyle yok edilip, mintan sıfır yaka hale getirilip sergiye ancak o şartla çıkmıştı tablo.

O tablo benim değildi.
Eğer olsaydı, "Ne Şam'ın şekeri, ne Arap'ın yüzü" olurdu kararım.

Emeğe ve sanata saygı, ancak emeğin ve sanatın kıymetini bilenlerin işi.

Oturduğu yerden elindeki fırçasını yüreğinin karasına daldırıp çıkartıp her yana kara çalanların değil...

17 Ocak 2014 Cuma

İnterneti değil elektriği yasaklayın, rahatlayın!

Sevgili internet kullanıcıları; devlet eliyle yasaklanacağınız günlere çok az bir zamanınız kaldı. Ne kadar yaramazlık yapacaksanız yapın, ne kadar zararlı site varsa hepsine girin, en zararlı yazılarınızı yazın. Nasılsa bundan böyle bunları yapamayacaksınız. Çünkü sizin internette dolanma amacınızı sadece "zararlı işler yapmak" olarak gören insanlar sizi engellemek için bir takım yasaklar icat etmekle meşguller.
Hatırlarsınız bir zamanlar kitaplarımız yakılırdı bizim. Bazı şairleri, bazı yazarları okumak mı, aman sakın ha! Evlere baskınlar yapılırdı, yasaklı kitaplar aranırdı, bulundu mu da hemen imha edilirdi. Ellerinde bu kitabı bulunduranlar ise bir dolu ceza alırdı.
Trajikomik olansa; sonradan o yazarların isimlerinin sokaklara-caddelere verilmesi...
Hatırlayın, 1990 yılının başlarında özel yayın yapan radyolar açıldığında herkes ne kadar mutluydu. Rastgele frekans seçiminden dili yozlaştırmaya uzanan pek çok problemi de beraberinde getiren bu özelleşme Nisan 1993'de o radyoların kapatılmasına kadar varmıştı.. O zaman da ‘Radyoma dokunma!’ kampanyaları düzenlenmişti. Araçların antenlerine siyah kurdeleler takılarak bu yasağa karşı tepki verilmişti. Daha sonra bu konuda gereken düzenlemeler yapılarak radyolar tekrar yayına başlamıştı.
80'lerde anadan üryan kadınların resimlerinin olduğu dergiler poşete girmişti. Hâlâ poşette mi satılıyorlar bilmem ama ulusal basında yayınlanan gazetelerin arka sayfalarında o dergilerdeki resimlerden daha farksız resimler var artık.


Bir yandan RTÜK bizim "namus ve ahlâkımızı" korumak için neyi nasıl yasaklayacağını şaşırıyor. Bir yandan da ‘prime time’ denilen zaman diliminde yayınlanan programlarda her türlü avamlık almış başını gidiyor.
İnterneti kısıtlayarak bizi koruyup kollamak isteyen devlet baba bu koruyup kollama işini başka konularda değil de, sadece internet ortamında mı yapmaya gönüllü anlamadık.
Korkarım ki bir gün gelecek filtrelemelerle ve yasaklamalarla uğraşana kadar interneti toptan kaldıracaklar. ‘İletişip de ne yapacaksınız, sizin neyinize internet’ diyecekler.
Oysa ki internet ortamına bir çeşit "Hyde Park" da diyebiliriz. Buradaki konuşmalar, yazışmalar toplumun şişkinliğini alan süpap vazifesini görüyor. Sadece sosyalleşme olarak görmek buzdağının görünen kısmını görmek olarak düşünülebilir.
Hayatın içindeki her türlü işlemin internet ortamında gerçekleştiğini düşünürsek...
İnternette zararlı siteler de yok değil tabii ki.
Her ülke internet erişimine kendince bir sistem getirerek 'vatandaşını' koruma altına almış. Yasaklamalar daha ziyade çocuk pornografisi, terör ve insan kaçakçılığı üzerine yoğunlaşmış. Gelişmekte olan ülkelerdeyse filtrelemenin ayarı sanki biraz kaçmış. Akıllarına gelen her şeyi yasaklamışlar.


Dünyadaki internet kısıtlamalarına bakacak olursak:
İran: Devlet tarafından merkezi olarak servis sağlayıcılara filtre uygulaması yapılıyor. Ülkede internet standartları Devrim Muhafızları tarafından belirleniyor.
Suudi Arabistan: Filtreleme politik gruplar, insan hakları, İslam’a karşı saldırgan içeriklerle Porno ve gay sitelerine uygulanıyor. Aktivist blogerlar tutuklanıyor.
Sudan: Düzeni tehdit eden ve kamu ahlakını bozucu tüm içerikleri filtreliyor. Devlet tarafından kurulan bir birim porno, gay, lezbiyen ve tanışma sitelerini takip ediyor.
Yemen: Politik haber siteleri, porno ve gay siteleri ile İslam’a eleştirel bakış getiren bütün siteler engelleniyor.
Tunus: Politik içerikler, yabancı ülkelerden gelen eleştiriler ile insan hakları sitelerine ulaşım engelleniyor.
Umman: Umman Sultanı tarafından porno, gay, İslam’ı eleştiren ve uyuşturucu bilgileri veren siteler kara listede. Ayrıca filtrelemeyi engelleyecek dönüştürücü sitelerde engelleniyor.
Kuzey Kore: Ülkeye karşı olan siteler “Kara Delik” olarak adlandırılıyor ve yasaklılar. www girişli ağ kullanılmıyor. Ülkede çok küçük bir azınlığın erişebildiği ve içinde 30 sitenin bulunduğu yerel bir intranet kullanılıyor.
Çin: Dünyanın en geniş ve karmaşık filtreleme sistemlerine sahip ülkede bir çok site filtreleniyor.
Pakistan: Devlet, ordu ve dine karşı siteler filtrelemeye maruz kalıyor.
Tayland: Politik sitelerle ilgili bazı durumlarda filtreleme uygulaması devreye giriyor.
İngiltere: Çocuk pornografisi, insan kaçakçılığı, terör propagandası içeren isteler izleniyor ve engelleniyor.
Fransa: Çocuk pornografisi ile ırkçılık içeren siteler devlet ve servis sağlayıcılar tarafından takip ediliyor ve düzenlemeler doğrultusunda engellenebiliyor.
Almanya: Çocuk pornografisi dışında Nazizmi öven ve Yahudi soykırımını inkar eden içerikler engelleniyor.
Danimarka: Çocuk pornografisi dışında mahkeme kararıyla illegal müzik indirme siteleri filtrelenebiliyor.
Bulgaristan: İnternetten film, müzik, oyun ve yazılım indirmeye yarayan siteler ile çocuk pornografisi yasaklı.
İsveç: Çocuk pornografisi ve telif haklarını ihlal eden siteleri filtreliyor.
İtalya: Lisanslı olmayan kumar siteleri bloklanıyor.
Avustralya: Çocuk pornografisi, fetiş siteleri ve suç hakkında detaylı bilgi veren sitelere karşı zorunlu bir filtreleme var.
ABD: Yasaklama yapılmıyor. Suç içeren içerikler çıkarttırılıyor.
Kanada: Çocuk pornografisi yasaklı.
Brezilya: Yasa dışı uyuşturucu ilaç satılmasına aracılık eden siteler, çocuk pornografisi ile ırkçılık içeren siteler filtrelemeye takılıyor.
Arjantin: Çocuk pornografisi engelleniyor.
Küba: Sistematik olarak teknik filtreleme uygulaması var.
Kolombiya: Çocuk pornografisi engelleniyor. Bunu yayınlayanlar iletişim suçlusu olarak yargılanıyor.
Peru: Çocuklar için üretilen ve çocukların kullandığı bütün bilgisayarlarda filtreleme programı kullanmak zorunlu.
Rusya: Ahlaki değerler, kamu düzeni, ulusal güvenlik ve devlet sırlarını korumak adına bu konularda yayın yapan siteler yasaklı.
Azerbaycan: Politik muhaliflerin siteleri zaman zaman kısıtlanıyor.
Doğruyu yanlışı ayırt etmekten aciz insanların yaşadığı ülkelerden biri de biziz galiba...
Öyleyse eğer niçin bizi kendini kontrol edebilen insanlar olarak yetiştirmiyorsunuz da çözümü her şeyi yasaklamakta buluyorsunuz? Niçin insan gelişimi üzerine bir programımız yok? Niçin bilgi sahibi olmayan, her şeye saldıran, her şeye ‘aç’ insanlarımız gittikçe çoğalmakta? Bir sorgulayın bakalım, niçin?
****
Aslında temiz internet kullanabilmek için gereken donanımlar internette mevcut. Çocuklarını zararlı sitelerden korumak isteyen aileler bunları pekala kendi bilgisayarlarında uygulayabilirler.
Hırsıza kilit olmaz misali kötü düşünceli insanlar aradıkları kötülüğe her biçimde ulaşabiliyorlar. Bu arada da olan; inisiyatif kullanabilen, kendi kontrolünü sağlayabilen insanlara oluyor. Maalesef ki kurunun yanında yaş da yanıyor.
Tabi bu yasaklamaların ardındaki esas niyet üzüm yemek mi, yoksa bağcıyı dövmek mi oraya da iyice bir dikkat etmek lâzım.

13 Ocak 2014 Pazartesi

Anlat Canan Anlat


Hayat insanı, birbirini izleyen tesadüfler zincirine eklenen farklı halkalarla birlikte, olması gereken yere yönlendiriyor sessizce.
Üstelik oyunun sahibi sanki kendi değilmişcesine…
Adım adım alınan yollar, o yollarda karşılaşılan insanlar, buluşmalar, ayrılıklar…
Doğumla birlikte akmaya başlayan ömür nehrinde atılan kulaçlar.
Herkes kadar mutsuz, herkes kadar mutlu ama hep umutlu…
Bundan birkaç yıl önce başlayan yazı hayatında arkasını yaşanmış yıllara dayayarak aldı sazı eline, vurdu sazın tellerine.
Kâh içerledi yazdı, kâh sevindi yazdı…
Gitti yazdı, gördü yazdı, dinledi yazdı.
Hiç durmadan hep yazdı, hep yazdı.
Binlerce cümle kurdu onca yazıda.
Anlatacak bu kadar çok şey biriktirmişliğine kendisi de şaşırdı üstelik…
Başka bir pencereden bakan başka bir göz oldu okuyanlara.
Davet etti onları kendi penceresine.
“Bir de buradan bakın” dedi usulca.
Bazen bulutlara çıkarak, bazen derinlere dalarak, bazen tahammül sınırlarını zorlayarak, bazen boşvermiş bir aldırmazlığa sığınarak anlattı anlatacaklarını.
Zamanlar geçti o yine yazdı.
Aklına gelmeyenler çıkmaya başladı karşısına, hayal etmedikleri can buldu bir bir.
Bambaşka bir dünyada buldu kendisini.
Yadsımadı da o dünyayı.
İçin için biliyordu belki de gerçek yerini.
Şaşırmadı o yüzden…
Oldukları yerlerden kopup gelenlerle buluştuğu köşebaşında kenetlenmenin ve birbirlerine yoldaş olmanın hazzını yaşadı.
Yazı sevdası içinde ve bütün bedeni o sevdanın emrinde sürüp giden günlerin devamında da, hayatın kıyısında köşesinde merkezinde, gördüğü duyduğu okuduğu, sevdiği, inandığı, anladığı ve üzerine yorup yorumladığı her ne varsa yazacak yine satır satır.
Yine yüreğinde hissettiğince, yine dili döndüğünce.
Bazen Bursa, bazen Türkiye, bazen Dünya.
Bazen sanat, bazen siyaset.
Günlük hayat, geçmiş günler, duygular, anılar, dilekler, şikayetler, tavsiyeler…
Hepsinin merkezinde insanlık, hepsinin odak noktası bağımsızlık…
Anlayışı ne beyaza kara çalmak, ne de karayı aklamak.
Gördüklerini, duyduklarını, duyumsadıklarını sadece ama sadece olduğu gibi anlatmak…

****
Bu yazının yazılışının üzerinden geçen yaklaşık 6 yılın ardından, 9 Aralık 2019 günü raflara çıkan ve deneme yazılarımdan derleyerek oluşturduğum kitabımın adını bu yazıdan esinle Anlat Canan Anlat koydum.
Kitabın öyküsünü Bir Kitap Hikâyesi başlıklı yazımda anlattım.

11 Ocak 2014 Cumartesi

Memleketin ortasından TIR geçti!

İngilizce dersinde o gün konumuz Smuggler - Kaçakçı isimli bir öykü ve öykü üzerine sorular, cevaplardı.
Öyküden çat-pat anladığımız kadarıyla ortada bir kaçakçılık vardı ama yazıdaki polis karakteri de biz de olayın ne olduğunu kavrayamamıştık. Tabii sonunda şaşkınlıkla karışık anladık. Yayvan bir tebessüm ve vaaaayy nidalarıyla karışan sesler dolandı sınıfta.
Öykü ne miydi?
Anlatayım:
Adamın biri bir ülkeden diğer ülkeye hep aynı sınır kapısından kamyonuyla gidip geliyor. Bu şüpheli geçişlerin her seferinde kamyonun didik didik aranmasına rağmen kaçakçılığa dair en ufak bir iz bulunmuyor. Günler geçiyor, sınır kapısından emekli olmuş görevli ile kamyon şoförü olmadık bir yerde karşılaşıyor. Şoförün hali vakti yerinde, kılık kıyafet pek afili. Gümrük memuru onu görünce aklına bir soru düşüyor. Yanaşıyor şoförün yanına.
Diyor “Yıllarca bu sınırdan öte tarafa gittin geldin, biliyorum ki bir işler çevirdin. Lâkin anlamadık bir türlü taşıdığın neydi, nereye sakladın. Şimdi sorayım hazır bulmuşken, sen ne kaçırdın?”
Şoför gayet sakin cevaplıyor;
“Kamyon!”


Günlerdir medyada fır dönen TIR haberlerini duyunca bu öyküyü hatırladım nedense. O TIR ilk miydi, yoksa öncesi de vardı da gizleniyor muydu? Onlar da her seferinde aranmış mıydı, arandıysa içlerindeki her neyse bulunmuş muydu? Yoksa transit geçişe sahip oldukları için sınırdan TIRRRRR diye geçip gitmişler miydi?
TIR için insanî yardım götürüyordu demiş hükümet, yok efendim silah taşıyordu demiş muhalefet.
Nereye gittiği belli ama nerden geldiği meçhul kamyonun eskort eşliğinde yol aldığı, eskort aracının içinde de Polat Alemdarlar olduğu iddia ediliyor. Polisti jandarmaydı derken ortalık epey bir karışıyor.
Valilikten gelen kağıtla yola çıkan TIR savcılar tarafından tekrar durduruluyor. Ararsındı arayamazsındı kakışmaları çevreden takviye ekip isteyecek kadar büyüyor. Kamyonun yükünün ne olduğu epey bir merak konusu oluyor. Eskort; yükün ne olduğunu “devlet sırrı” olarak açıklayıp, dahası için Nuh diyor Peygamber demiyor, kamyonu da aratmıyor.
Başbakan tabi her zamanki gibi MİT’ine sahip çıkıyor, olanları Gezi’ye dayandıramasa da bir paralel devlet yaratıp onun kuyruğuna bağlıyor.
Ortalık toz duman. Kimilerine göre hepsi kumpas, kimilerine göre alicenap Türk milleti Suriye’deki Türkmenler’e insanî yardım yolluyor, kimilerine göre de yapılan tam bir silah sevkiyatı.
Her şey birbirine o kadar girmiş durumda ki kimin eli kimin cebinde belli değil.
Biz alışkınız araştırma soruşturma esnasında ortalara bırakılıveren CD’lere, bilgisayar içlerine sızdırılıveren suç unsuru barındıran bilgilere, türlü çeşit mizansenlerle insanlara istenen algının empoze edilişine.


Şimdi yine aynısı yapılıyorsa da bu kez çarklar ters işlemeye başlamış demektir.
Geldikleri gibi gidecekleri ya da tabiri caizse getirildikleri gibi götürülecekleri bilinciyle yerine yapışmalar daha da kuvvetlenmekte olmalı.
Tırnaklarını koltuğa geçirmiş koltuğu didikleyen bir kediyi zorla söküp almak gibi bir şey bu. Kedi koltuğu bırakmak istemez, siz asılırsınız, koltuğun kumaşı lime lime olur, bir yandan da eliniz kolunuz çizik içinde kalır.
Sonuç, söke söke atılsa da çok geçmeden yine o koltuğa oturmak için fırsat kollayan bir kedi...


TIR muhabbeti milleti biraz daha oyalayacak görünüyor. Hikâyedeki gibi işin aslını astarını biz de yıllar sonra şoföre sorarız belki...
Belki içerde, belki dışarda.
Malum, dünün kahramanları bugün mahkûm, mahkûmları ise kahraman.

Bugünün mahkûmları ile kahramanlarının yarın ne olacağı ise şimdilik meçhûl...

9 Ocak 2014 Perşembe

Yemin etmekle karın ağrımaz

Serbest kalan vekiller, BDP Mardin Milletvekili Gülser Yıldırım, Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Ayhan, Şırnak milletvekilleri Selma Irmak ve Faysal Sarıyıldız ile Van Bağımsız Milletvekili Kemal Aktaş TBMM Genel Kurulu'nda yemin etti.

Kürsüye gelerek tek tek yemin eden milletvekillerinin beden dilleri "bitse de gitsek ya da "dereyi geçene kadar...." kıvamındaydı.

Siyasi hayatlarında isimleri yolsuzluğa ve vatan hainliğine karışmış vekillerin de bu yemini kılları kıpırdamadan ettiklerini düşünürsek ve yeminin içeriğinin ne olduğuna bakarsak, mumların yatsıya kadar mı, sabaha kadar mı yandığını tartışır dururuz.

Bakın ne yazıyor o yeminde;

"Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim."

Onlar "Vatan, millet, namus, şeref, ant, sadakat....." diyor.
Ben de diyorum ki; "Ama hangi vatan, hangi millet, hangi namus, hangi şeref, kime ant, kime sadakat?"

1 Ocak 2014 Çarşamba

2 binlik, 1 onluk, 4 birlik


Şu zamana kadar neler diledik neler.
Her yılbaşı geldiğinde dilemediğimiz dilek kalmadı.
Sağlık ve mutluluğun ardından en çok da piyangodan bir güzellik diledik.
Can sağlıklı olunca fakirlik de bilmiyor malum.
Her şeyi çekiyor.
Garibanın "Ya çıkarsa?" sorusu ile Nasreddin Hoca'nın "Ya tutarsa?" sorusu at başı gidiyor.
Bu arada ne Hoca'nın çaldığı maya tutuyor, ne de Mayaların kehaneti.
Ama yine de Ya Çıkarsa!!...
Yılbaşı geldi mi keyfi yerinde olan da olmayan da karınca kararınca farklı bir gece geçirmek istiyor.
Milyarlarca yıldır attığı turlardan birini daha bitirdiğinden bihaber dünya, bu devir daimi kendisi adına kutlayanlara pek ses çıkartmıyor.
Bu arada cüzdanlarda da bir rahatlama gözleniyor.
Alışveriş edenler bir yanda coşuyor, esnaf öte yanda.
Bankalarsa coşmalarını en sona saklıyor.
Eee, ne de olsa son gülen iyi güler...
****
Yeni yıla kalabalıklarda girenler kadar kendi başlarına sessizce girenler de var.
Tercihini yalnızlıktan yana kullananlar ya da mecburiyetten yalnız kalanlar.
Yalnızlıklarını efkâr yapanlar ya da kafaya takmayanlar.
Ya da gavur icadı deyip her şeyi tümden reddederek erkenden yatanlar...
****
Resim dersinde yılbaşı resimleri çizerdik hani.
Meyveler kondururduk çizdiğimiz masanın üzerine.
Sanki sadece yılbaşında meyve alınırmış gibi.
Ev halkı daha bir canlı olurdu o gün.
Televizyon programları da...
Hindi pişirme adeti yoktuysa da sık pişirilmeyen özel bir şeyler olurdu sofrada  illa ki.
En çok da kabak tatlısı kokardı ev.
Yemekten sonra sobanın üzerinde kestane faslı başlardı.
Gece yarısına ulaşamadan uyur kalırdı çocuk bir köşede.
Ne zaman uyuyakaldı, ne zaman yatağına yatırıldı hatırlamazdı.
Yalnızlık ne demek bilmezdi.
Sanırdı ki her çocuğun bir anne babası var.
Her evin de bir çocuğu.
****
Geçmişten bugüne dönersek.
Bu gece eğlencede tavan yapanlar belki de iç yalnızlıklarını bastırmak için bu kadar dağıtacaklar.
Bazıları da yalnızlıklarıyla yüzleşmekten korktuklarından evlerinden çıkmayacaklar.
Mutluyuz pozlarının içini doldurabilenler, yeni yılı karşılamanın tadını işte onlar çıkartacaklar.
Dolduramayanlar ise ele güne yaptıkları showlarıyla kalacaklar.
****
Yeni yıla her nerede girecekseniz, dilerim ki bu geceyi gönlünüzce yaşarsınız.
Acıları bir kenara itip, birkaç saatliğine de olsa kendinizi neşeye boğarsınız.
2014 yılı, "insanlığın farkına varılan" sevgiyle ve aşkla dolu bir yıl olsun.
Yeni Yılınız Kutlu Olsun...  :)