21 Ekim 2024 Pazartesi

Ben Sana Doktor Olamazsın Demedim!

Köstebek oyununda bir türlü öldüremediğimiz köstebek, kafasını bir oradan bir buradan çıkartıp adeta bizimle dalga geçiyor. Bir bakıyorsun bir Anadolu köyünde bir kız çocuğunun canını alıyor, bir bakıyorsun İstanbul’un göbeğinde onlarca, hatta belki de yüzlerce, bebeği katlediyor. Tam yakalayıp kafasına vuracakken tokmağın ucundan kaçıyor, hiç umulmayan bir yerde tekrar baş veriyor.
Köstebek bu kez nereden çıkacak, bu kez ne yapmış olacak, bu kez kimlerin canını yakacak diye elimizde tokmak, gözlerimiz bir o yana bir bu yana, paranoyanın sınırlarında geziyoruz.
Her defasında daha küstahlaşmış, daha vahşi, daha duyarsız, daha acımasız, daha şeytani olarak çıkıyor ortaya. Beslendiği kan ile sırtını dayadığı dağ onu daha da güçlendiriyor.

Biliyorsunuz; köstebek biz tepesine çökemeden başını derinlere daldırdığı için (diğerleri gibi) unutulmaya yüz tutan Narin vakası, yerini süt kokan bebeklerin yoğun bakımlarda katledilme vakasına bıraktı.
Doktorundan hemşiresine, acil servis telefon görevlisinden ambulans şoförüne kadar zincirdeki tüm halkalar kir pas içinde bağlanmışlar birbirine. Zincirin başı ise nerede, kimlerin elinde, bilinmez…

Şehir hastanelerinin şehir dışında, pıtrak gibi çoğalmış, neredeyse apartmandan bozma özel hastanelerin şehrin kalbinde yer aldığı bir politika sayesinde, özellikle de cehaletin yoğunlaştığı bölgeleri kendilerine üs tutan çeteler, sistemin boşluklarından faydalanmayı kendilerine şiar edinmiş. Ağı öyle bir germişler ki, düşmemek elde değil.
Dünyaya yeni getirdiğin can paren için diyorlar ki, “Yoğun bakımda kalmalı!”.
“Olmaz. Ben evimde bakarım…” mı diyeceksin? Tabii ki ne derlerse yapacak, ne isterlerse vereceksin. Bunun için çok okumuş ya da hiç okumamış olmana gerek yok.
Can bu, telafisi yok.
Yeni doğanlara ettikleri yetmiyor, yaşlılar için de aynı oyunu oynuyorlar.
Gecesini gündüzüne katarak seni yetiştirmiş anan baban için hesap kitap mı yapacaksın? Tabii ki yapmayacak, ne söylerlerse dinleyeceksin…
Hem, doktora güvenmeyeceksin de kime güveneceksin? Okumuş koskoca doktor olmuş. Onu dinlemeyeceksin de kimi dinleyeceksin?
Nihayetinde sen; “Öyle geliştik ki, doktor bile dövüyoruz!” taifesinden değilsin.
Hemşireye güvenmeyeceksin de kime güveneceksin?
Nihayetinde sen, gecenin bir vakti nöbetten çıkıp evinin yolunu tutan bir hemşireye “Gecenin bu saatinde ne işi var sokakta?” diyen güruhtan değilsin.
Ambulans şoförüne güvenmeyeceksin de kime güveneceksin?
Nihayetinde sen bir ambulansın yolunu kesen, şoförünü darp edip, hastanın hastaneye gecikmesine ve dolayısıyla ölümüne sebep olan güruhtan değilsin.
112 telefon servisindeki sese güvenmeyip kime güveneceksin?
Nihayetinde sen 112 acil telefonunu yalan dolan ihbarlarda bulunarak yok yere meşgul eden güruhtan değilsin.

Meğer sen yoğun bakım kapılarında inim inim inlerken ve bir umut ışığı için doktorun gözünün çiçeğine bakarken, insanlıktan nasibini almamış bu yaratıklar, “Para, Para, Para!” nidalarıyla acımasızlıkta zirve yaparak marifetlerine marifet katıyormuş.
Sistemi köstebek gibi kazıyor, tünellerle birbirine bağlıyor, kendilerine biat etmeyenleri analarından doğduğuna pişman ediyormuş.
Meğer giydikleri bembeyaz önlükler ile içlerinin karasını saklıyorlarmış.
Meğer ettikleri Hipokrat Yemini ile dalga geçiyor, yeminde söyledikleri her şeyin tersini yapıyorlarmış.

Mesleğini layıkıyla yapmaya çalışan, her şartta hizmette kusur etmeyen, vicdanlı, ahlâklı, merhametli ve sağlam bilgili sağlık çalışanları yüzü suyu hürmetine ayaktayız hâlâ. Ki kendilerine “Giderlerse gitsinler!” dendi. Birçoğu da gitti…
Kalanlardan hangisinin eğri, hangisinin doğru olduğunu bilmediğimiz bir sağlık sistemi içinde elimizde kandil ile “doktor” arayacağız çaresizce.

Büyük, karanlık ve kesif bir kara bulutun içine girmiş bir uçak dolusu insanız biz artık. Pilot bizi neden bu kara bulutun içine soktu? Bu buluttan sağ salim çıkabilecek miyiz? Yoksa buluttan çıkar çıkmaz karşımızda dik bir dağ görüp çarpacak ve paramparça mı olacağız? Hostesler oksijen maskelerimizi takmamıza yardım edecek mi, yoksa maskelerden oksijen yerine gaz mı verilecek? Emniyet kemerlerimiz sağlam mı, yoksa hepsi gevşek mi?
Ve bunlar bizi kendi halimize bırakıp paraşütle mi atlayacak?

Yıllarca eğitim şart dedik, her şeyin başı cehalet dedik.
Cehaleti yok etmek için diploma yeterlidir sandık. İnsanlık sınavından geçemeyince diğer tüm sınavlardan kalındığını anlamadık.
Sonunda dönüp dolaşıp: “Ben sana doktor/pilot/avukat ve diğerleri olamazsın demedim, adam/insan olamazsın dedim!” noktasına vardık.
İnsanlığımızı örseleyerek bizi birer zombiye dönüştüren bu sistemde yine de “eğitim-öğretim şart” diyoruz.
Toplumu oluşturan piksellerden biri olarak her birey önce kendini ölçsün, biçsin, tartsın. Eğriyse doğrultsun, yamuksa düzeltsin, eksikse tamamlasın.
Sonra yakın çevresinden başlayarak insanlığı halka halka çoğaltsın…

21 Ekim 2024 / C.E.Y.

Eğitim Şart / 1 Mart 2011


10 Ekim 2024 Perşembe

Bir İpek Yolu Masalı

 

Doludizgin geçen bir gecenin ardından Cihan yanından ayrıldığında; “Sevgilinin yanında yapayalnızdın Hayyam! Şimdi sığınabilirsin ona, artık gitti madem.” diye yazacaktır Ömer Hayyam… Cihan bir gün Sultan’ın kervanıyla tümden gidecektir… Haber vermeden, vedalaşmadan, sessizce. Bir daha Cihan’ı göremeyecektir Hayyam.
Tıpkı; Titanik ile birlikte batan Hayyam’ın Rubaiyat’ı gibi, tıpkı Titanik’ten kurtulan ama New York’ta, limandaki karışıklıkta sonsuza dek kaybolan Şirin gibi…
Biz de Semerkant romanındaki karakterler gibi belki bir daha hiç karşılaşmayacağımız insanları tanımak, belki bir daha hiç görmeyeceğimiz masal âlemlerini görmek için düştük yollara. Lakin deve kervanı ile değil, Uzbekistan Airways ve Uzbekistan Railways ile…
Özge Bey, geziye katılacak konuklarına gezi öncesi yolladığı hediye paketlerinin içerisine bilgi içerikli yazılar ve Özbekistan ezgilerinden oluşan bir albümün yer aldığı ses sisteminin yanına, Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf’un Semerkant kitabını da koymayı ihmal etmemişti. Çünkü; üzerinden İpek Yolu geçen Semerkant şehri, Özge Ersu rehberliğinde çıkacağımız Özbekistan/Özgebistan gezimizin üçüncü durağı olacaktı.
Biz; Özge Ersu dahil yirmi beş kişi, 27 Eylül — 5 Ekim tarihleri arasında 8 gece 9 gün Özbekistan’da olacak, Hive, Buhara, Semerkant ve Taşkent’te ikişer gece kalacaktık.
Özbekistan’a gidiyorum dediğimde “Ne işin var Özbekistan’da?” diye sorulmuştu hep. Ne yoktu ki? Doğu gizemliydi, doğu kadimdi, dünya batıdan doğuya dönerdi, ışık doğudan yükselirdi ve doğu; geldiğimiz yerdi. (Bknz 1064 Selçukluların Kars’tan Anadolu’ya girişleri, Bknz “Türklere Anadolu’nun kapılarını açan son muharebe” olan 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi.) Akınlar ve göçler hep Doğu’dan Batı’ya olur. Şehirler hep Batı’ya doğru genişler ve gelişir.
Ülkemiz Avrupa’ya göre doğuda, Özbekistan’a göre batıda, Avrupa ile Asya’nın tam ortasında, Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan adeta koskocaman bir köprü. Üzerinde devletler kurulup yıkılmış, medeniyetler gelip geçmiş, nice uygarlıklara kucak açıp, nice savaşlar görmüş bu coğrafyada Doğu’nun etkisi tartışılmaz.
Doğu’dan ve Özbekistan’dan hepimizin aşina olduğu birkaç isim sayacak olursak; İpek Yolu, Çin, Çin Seddi, Moğollar, Cengiz Han, Selçuklular, Mâverâünnehir, Ceyhun (Amu Derya), Seyhun, Karakum Çölü, Kızılkum Çölü, Aral Gölü, Harezmşahlar, Ark Kalesi, İbni Sina, Ömer Hayyam, Ali Kuşçu, Mirza Uluğ Bey, İslam Kerimov, İsmail Samani ve Samaniler, Emir Timur, Ankara Savaşı, Semerkant, Semerkant kâğıdı, Buhara, Bahaeddin Nakşibendi, Çeşme-i Eyüb, Taşkent, Özbek Pilavı, Yuri Gagarin, Ali Şir Nevai, Nasreddin Hoca, Kâşan, seramik, çini, camiler, minareler, medreseler, meydanlar, kaleler, etler, pilavlar, ekmekler diyerek sonsuza dek devam ederiz…
8 gece 9 gün, yaklaşık 200 saat süren bu geziyi 20+1 dakikada fotoğraflar eşliğinde benden dinlemek isterseniz, arkanıza uzanın, kahvenizi çayınızı yanınıza alın ve Özbekistan’a doğru birlikte yola çıkalım.
Yok, ben bu kadar uzun bir yazıyı okuyamam diyorsanız, yollarımızı burada ayıralım. Ya da size tefrika yapalım… :)

XIVA / KHIVA / HİVE
İstanbul’dan kalkan uçağımızın üç buçuk saatlik bir yolculuğun ardından Uluslararası Urgenç Havaalanına teker değdirmesiyle Özbekistan’da geçireceğimiz günler başlamış oldu. Havaalanında bizi yerel rehberimiz Yorqin Tuhtayev karşıladı. Bize özel otobüsümüz ile yaptığımız yarım saatlik yolculuk sonrası Hive’de kalacağımız otele ulaştık. Bu yarım saat içinde Özge Ersu biz konuklarına Özbekistan üzerine genel bir konferans verdi. Dünyanın en temiz ülkelerinden birine geldiğimizin altını özellikle çizdi. Karakum ve Kızılkum Çölleri arasında kalan ülkenin gece ve gündüz arasındaki ısı farkı yüksekti. Hive, Özbekistan’ın Türk kültürüne en yakın şehriydi. Türkçe ve Özbekçe anlaşmak kolay olacaktı. Özge Ersu’nun mikrofonu devrettiği Yorqin Tuhtayev bizleri, “Ata topraklarınıza hoş geldiniz!” diyerek gayet güzel bir Türkçe ile selamladı. Hive’nin Türk dünyasının en eski şehri olduğunu ve 2020'de Türk Dünyası Kültür Başkenti ilan edildiğini (2022 Türkiye-Bursa, 2023 Azerbaycan-Şuşa, 2024 Türkmenistan-Anev), buraların yılda 300 gün bulutsuz ve yağmursuz, yazların ise çok sıcak geçtiğini anlattı.
Otelimize yerleştikten sonra akşam yemeğimiz için otel restoranına indik. Yemek sonrası, gece halini görmek için otobüsümüzle İçan Kale’ye gittik. Ertesi gün adım adım gezeceğimiz ve Özge Ersu ile Yorkin’den detay detay dinleyeceğimiz kalenin gece görüntüsü elbette ki muhteşemdi. Mavi, turkuaz ve yeşil tonlarında çinilerle nakış gibi işlenmiş, kesilmiş koni şeklinde göğe uzanan minareler ile yine aynı özenle bezenmiş devasa büyüklükte kapılar gecenin karanlığında çok ihtişamlı görünüyordu.

Gecenin bu saatinde kimselerin olmadığı sokaklarda kendi başımıza dolaştık, fotoğraflar çektik ve dinlenmek üzere otelimize dönerek odalarımıza çekildik.
Ertesi gün İçan Kale tüm renkleri ile bizi bekliyordu.

İçan Kale
Kalto Minor
İslam-Hoca Minaresi

Dün gece sessizliğe bürünmüş yollar şimdi cıvıl cıvıldı. Hediyelik eşya stantlarında çeşit çeşit seramik tabaklar, süs eşyaları, yapma bebekler, çoğu Nasreddin Hoca olan biblolar, kuş ağızlı makaslar, şapkalar, ipek ya da kaşmir şallar, fularlar, ceketler, tezgâh başlarında turist grupları, yerel halktan gelin ve damatlar, sünnet çocukları… Eskiden iki çöl arasında yer alan bir köle ticareti merkezi olan Hive, bugün turizm ile anılıyor.
Dümdüz ve yatay yerleşimli bir şehir olan Hive’de ilk günümüz Kalto Minor (Kısa Minare), Kunya/Kuhna Ark (Eski Kale) ile Muhammed Han Medresesi ziyareti, kale içinin labirente benzeyen sokaklarında elektrikli araçlarla yaptığımız konvoy gezisi ve alış verişle geçti. Taş Avlu Sarayı ve Harem, Cuma Cami, İslam Hoca Medresesi ve Kahramanın Evi-Pehlivan Mahmud Türbesi ikinci günün ziyaret mekânlarıydı.
Yorkin ve Özge Ersu her gittiğimiz mekânın tarihini ve mimarisini en ince detayına kadar anlattılar.

Khiva üzerine
**
 Rivayete göre Hive şehri adını, geçmişte yolcuların buradaki bir kuyuda su bulması ve suyu ilk içtiklerinde “Hey vah! Ne tatlı su!” diyerek şaşkınlıklarını dile getirmesinin ardından almış. “Hey vah” adı zaman süzgecinden geçerek bugüne “Hive” olarak gelmiş.

**Hive dümdüz bir şehir
**Hive, cebir ve algoritmanın kurucusu olarak bilinen ve “0” rakamını bulan ünlü âlim El Harezmi ile gökbilim, matematik ve doğa bilimleri alanındaki çalışmalarıyla tanınan bilim insanı El Biruni’nin doğup büyüdüğü topraklarda.
**Muhammed Emin Han, Buhara’daki ünlü Kalyan Minaresini geçecek 80 metre uzunluğunda bir minare inşa etmek istemiş ancak inşaat tamamlanmadan önce savaşta öldürülmüş ve Kalta Minör Minare 29 metre boyunda iken yarım kalmış. Ustalar minarenin yarım kalacağını anlayınca yapının tamamlanmış olduğunu hissettirmek istemişler. Ha, bir de; Orta Asya’da, Kalta Minor’daki kadar parlak ve renkli süslemelere sahip başka bir minare bulmak mümkün değilmiş.

Cuma Camii

**18. yüzyıl sonlarında inşa edilen Cuma Camii hiçbiri bir diğerine benzemeyen ahşap oyma 212 sütunuyla meşhur ve sütunlar öyle yerleştirilmiş ki minberden bakıldığında hiçbir sütun bir diğerini kapatmıyor ve cemaatin her bir ferdi imamı görebiliyor. (Ahşap oyma işçiliği ile yapılmış sütunları daha sonra da pek çok mekânda gördük.) Caminin ortasında küçük bir havuz mevcut. Havalandırma ve aydınlatma amacıyla tavanda açık bir yer bırakılmış. Yaklaşık iki bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği cami günümüzde müze olarak kullanılıyor.
**Orta Asya’nın ikinci büyük minaresi İslam Hoca Minaresi. Minare, aynı adı taşıyan ve bir medrese ve bir camiyi içeren külliyenin bir parçası ve minarenin yüksekliği 56,6 metre. (Kazakistan’ın başkenti Astana’da 2022 yılında tamamlanan Astana Ulu Camii, 130 metrelik 4 minareye sahip.)

Kahraman’ın (Şair’in) Evi — Pehlivan Mahmud Türbesi

**Pehlivan Mahmud Türbesi yine İçan Kale’de yer alan ve görülmesi gereken büyük bir yapı. Asaleti, bilimi ve şiir yeteneği ile ünlü olan Pehlivan Mahmud ayrıca mükemmel fiziksel özelliklere de sahipmiş ki; Hindistan, Afganistan, Irak ve İran’da dövüş ve kuvvet turnuvalarına katılmış.
**Özbekistan’ın Harezm Bölgesi’nde yer alan ve dünyanın en sağlam İpek Yolu şehirlerinden biri olan çarpıcı çöl kasabası Hive” diye tanımlanan şehir, Orta Asya’nın UNESCO Dünya Miras Listesi’ne giren ilk kenti. Ve şehir adeta bir açıkhava müzesi.

İçan Kale yerleşim

**Turistler için kale önünde bekletilen atlar ve kale içindeki devenin adeta heykelmişçesine kıpırdamadan hareketsiz durduklarını gördüğümde, ister istemez bu duruşu öğrenme aşamalarını düşündüm. Deveye yanaşamadım ama atlardan büyük olanıyla konuştum. Konuşmama tepki verdiği gibi kendisini sevmeme de izin verdi. Burada olmamanız gerek dedim hep. Onlar anladı ama neyse ki kimse duymadı. Yoksa atları kin ve düşmanlığa tahrik ile suçlanabilirdim.

Hive’yi bu kadar anlattın, daha anlatacağın üç şehir var, nasıl okuyacağız demeyin. Bu üç şehirden özünü en çok koruyan Hive diye bu kadar anlattım. Buhara, Semerkant ve Taşkent’e sürecek olan yolculukta adeta zaman tünelinden geçip, günümüze ulaşacağız.

BUHARA
Hive’nin mistik havasından ayrılmak zor olsa da, bir İpek Yolu şehri olan Buhara’ya bir an önce ulaşmak istemiyor değiliz. Karakum Çölü’nü sekiz saat sürecek karayolu ile geçmek yerine iç uçuş ile çok kısa sürede Buhara’ya ulaştık. Uçaktan aşağıya baktığımda kahverengi bir toprak okyanusu üzerinde gittiğimizi gördüm. Ülkenin kuzeyindek kalan, gittikçe kuruyan ve küçülen Aral Gölü misali, çöl üzerinde yer yer su birikintilerine benzeyen görüntüler vardı. Buhara’ya yaklaştıkça kahverengi görüntü yerini yeşile bırakmaya başladı. Sıra sıra tek katlı ve bahçeli evler, tarım yapıldığı anlaşılan araziler, sonrasında yine yatay bir şehir.
Uçaktan iner inmez valizlerimizi otele gönderip, şehrin yaklaşık 10 km dışındaki Muhammed Bahâeddin Şah-ı Nakşıbendî Türbesi’ni ve Sitora-î Mohi Hosa Sarayı’nı ziyarete etmek için bizi bekleyen otobüsümüze yöneldik.
Nakşıbendî Türbesi önünde daha önce başka mekânlarda karşılaşmadığımız Türkiye Türkçesi ile karşılaştık. Genelde açıklamalar İngilizce, Özbek Türkçesi ve Rusça oluyordu. Demek ki buranın Türk ziyaretçileri epey fazla.

Ağaçlıklı geniş bir alana yerleşmiş olan Türbe’ye yine devasa büyüklükte ve yine çiniyle süslenmiş bir kapıdan girdik. Yorkin ve Özge Beylerin anlatımlarından, 1318 yılında doğup 1389'da vefat eden Şeyh Bohoutdin’in, insanlara Allah ve din sevgisini nakş ettiği için Nakşibendi olarak isimlendirildiğini ve daha pek çok tarihî bilgi öğrendik.

Kasri Arifon — Muhammed Bahâeddin Şah-ı Nakşıbendî Türbesi
Kasri Arifon — Muhammed Bahâeddin Şah-ı Nakşıbendî Türbesi

Özge Ersu ve Yorkin’in anlatımlarıyla tarih içinde yaptığımız bugünkü yolculuk, Sitora-î Mohi Hosa Sarayı, yani Yazlık Saray’da son buldu. Buhara Hanları bu sarayı 15 km dışarıya yaparak cariyelerle olan özel hayatlarını gözlerden uzak yaşamayı tercih etmişler.

Sitora-î Mohi Hosa Sarayı
Sitora-î Mohi Hosa Sarayı

Sitora-î Mohi Hosa SarayıBuhara’nın son Emiri Emir Said Alim Han’ın yazlık ikametgahı olan Sitoraî Mohi-Hosa’nın içi de dışı kadar süslü. Sarayın yapımında sadece Buhara’nın en iyi mimarları değil, Rus mimarları da yer almış. Dekoratif detaylar dönemin Avrupa ve Doğu üslubunda yapılmış. Bu nedenle saray Rusya ve Avrupa ülkeleri konutlarını hatırlatıyor. Saray, Venedik ve Japon tarzında dekore edilmiş, İçinde aynalar, renkli vitray pencereler, mozaikler, vazolar, heykeller, Buhara halıları, görkemli avizeler ve eski mobilyalar bulunan bu sarayın da yine büyük bir bahçesi mevcut.

Sitora-î Mohi Hosa Sarayı

Sarayın ana girişlerinden merdivenli olana iki aslan heykeli yerleştirilmiş. Lakin bu aslanlar Rus birliklerinin Buhara’ya girmesini engelleyememiş. Ruslar gelince Emir Afganistan Krallığı’na kaçmak zorunda kalmış. Orada görme yeteneğini kaybederek vefat etmiş.
Saray bahçesinin bir bölümünde tavus kuşları yaşıyor. Akşamın çökmesiyle birlikte tavus kuşları da tepelere tünemeye başlamıştı.
Artık otelimize gidip yerleşme ve sonrasında akşam yemeği için Özbek bir ailenin işlettiği mekâna giderek, ailenin annesinin pişirdiği Özbek Pilavını yeme zamanı.
Otelimiz tam İpek Yolu üzerinde, Buhara’nın kalbinde ve her yere yürüme mesafesinde olan Ömer Hayyam Oteli. Yemek öncesi yarın ziyaret edeceğimiz Kalon Camii’nin gece halini görmek için kısa bir yürüyüş yapıyoruz. Köşeyi dönünce birdenbire karşımızda beliren görüntü son derece büyüleyici.

Pay-i Kalon Mimari Külliyesi

Özbekistan’a gelip de Özbek Pilavı yemeden dönmek olmaz diyerek avlusuna kurulan ocakta pişirilen pilavları yemek için bize ayrılan bölüme geçiyoruz.

Ama önce pilavın yapımını göreceğiz. Ocağın üzerine oturtulan kocaman tencerelerde envai çeşit baharat ve sebze ile yapılan pilavın yapımını izliyoruz. Biz atıştırmalıklarımızla haşır neşir olurken, pişen pilavın üstü örtülerek biraz demlendiriliyor. Ardından da büyük çanaklarla servis ediliyor.

Son derece güzel olan pilavlar yenilip, ortaya gelen birbirinden leziz yiyecekler de tadıldıktan sonra artık otele geçme ve dinlenmeye çekilme vakti. Otele gelince otelin terası olduğunu fark edip terasa çıkıp şöyle bir fotoğraf çekiyorum. Gördüğünüz yer, akşam saati otelden çıkınca yürüyerek gördüğümüz Kalon Külliyesi.

Ömer Hayyam Oteli terasından Kalon Külliyesi. İşte otelimiz şehrin bu kadar ortasında. Bir turist için en ideal noktada.

Sabah kahvaltımızın ardından mini kapalı çarşının içinden geçerek bizi bekleyen otobüsümüze ulaşıyoruz. Özge Ersu anlatımı eşliğinde Buhara’nın geniş yollarında ilerleyerek, ilk durağımız olan İsmail Samanî Türbesi’ne varıyoruz. Karşımızda küçük ama farklı dokulu bir yapı var. İçinde mezar olan, sepet örgüsü gibi dokunmuş bir bina burası.

İsmail Samanî Türbesi

İsmail Samanî türbesinin ardından kısa bir yürüyüşle Çeşme-î Eyüp Türbesi’ne, otobüsle çok kısa bir yolculuk ile 20 sütunlu Boloi Houz Mescidi’ne (ki önündeki havuza yansıyan görüntüsü ile 40 sütunlu hale geliyor), oradan da yürüyerek yolun karşısında, hafif tepede kalan Ark Kale Sarayı’na geçiyoruz.

Boloi Houz Mescidi
Boloi Houz Mescidi içi
Ark Kale Sarayı
Ark Kale Sarayı
Ark Kalesi’nden şehre bir bakış
Ark Kale Sarayı’nda yer alan bir Buhara fotoğrafı

Öğlen yemeğimizi yine havuzlu bir restoranda yiyeceğiz. Özbekistan denize çıkışı olmayan bir ülke olduğundan olsa gerek her tarafı havuzlarla donatmış. Özellikle de mimarî harikası yapıların önünde muhakkak bir havuz var. Belki kendini göremeyen o muhteşem yapı kendini suda seyretsin diye. Belki yansıma ile güzellik çoğalsın diye. Ya da yansıma ile ortaya çıkan tablonun seyrine doyum olmuyor diye… Kim bilir…

Leb-î Havuz

Birbirinden leziz yemeklerin sunulduğu öğlen molasının ardından yürüyerek tanıdık bir ismi ziyarete gidiyoruz. Hani göle maya çalarken, “Hoca hiç göl maya tutar mı?” diye soranlara, “Ya tutarsa!” cevabını veren bizim Nasreddin Hoca’ya. Ya da hani Timur’un beslenmesi için köylerine yolladığı fillerden kurtulmak isteyen köylünün hocayı önden yürütüp kendilerinin sıvıştığı, Kalipso Kralı Metin Ersoy’dan dinlediğimiz “Aman Hoca Kurtar Bizi Fillerden” şarkısına da konu olan Nasreddin Hoca’ya.

Nadir Divan Bey Medresesi önünde Nasreddin Hoca

Buhara’ya ilk geldiğimiz gece yürüyerek ziyaret ettiğimiz Kalon Külliyesi’ni bu kez gündüz gözüyle görüyoruz. Yine simetri, yine azamet, yine estetik, yine mavi, yine turkuaz, yine çini, yine karşılıklı cami ve medrese, yine ortada büyük meydan ve yine ulu bir minare…

Sağ cenah Kalon Camii
Sol cenah Mir Arab Medresesi

Bu alan herkesin her saat gelip geçtiği, turistlerin ve zeminin dümdüz ve tertemiz olması sebebiyle kaykay yapan gençlerin rağbet ettiği bir yer. Diğer bütün yapılar gibi buranın da gecesi ayrı, gündüzü ayrı etkileyici. Tabii şunu söylemeden geçemeyeceğim, biz gezerken kulaklarımızda kulaklıklar ile bir yandan da Yorkin Bey ve Özge Bey’in mekânların tarihi ve mimarisiyle ilgili anlattıklarını dinliyoruz.
Medresede elan eğitim verildiği için oraya sadece dışarıdan bakabiliyoruz ancak caminin içine giriyoruz. Camide büyükçe bir avlu ve açık minber mevcut. (Yerler hep taş, toprak alan yok.) Mabetlere girerken kadınlardan başlarını örtmeleri isteniyor. Yanında örtüsü olmayana örtü, kıyafeti uygun olmayana uzunca bir entari takdim ediliyor…
Akşam yemeğine kadar serbest zamanımız var. Otelin çok yakınında olan Abdülaziz Han Medresesi’ne şöyle bir göz atıyorum. Bina restorasyon sürecinde olduğundan tenha. Yer yer dökülen çiniler var, esnaf da burayı terk etmiş. Binanın giriş kapısı üzerindeki mukarnaslar iser hâlâ göz alıcı.

Akşam yemeğimizi otelimize yakın bir restoranda alıp, otelimize dönüyoruz. Yarın Buhara’dan ayrılıp Semerkant’a geçeceğiz. Bunu da hızlı tren ile yapacağız.

Buhara Tren İstasyonu
Afrosiyob

SEMERKANT / SAMARKAND
Bir buçuk saatlik yolculuk sonrası Semerkant’a iniyoruz. (Fotoğraflarda da göreceğiniz üzere SSCB’nin dağılmasının ardından Pepsi, CocaCola ve KFC Özbekistan’a da girmiş.)

Semerkant Tren İstasyonu

Tren istasyonundan otelimize ilerlerken tanıdık markalar göze çarpmaya başlıyor. Rus dönemi binalar ise tüm azamatiyle varlığını sürdürüyor.

Semerkant Hive’ye göre daha bir hareketli, daha bir renkli, daha bir “büyük şehir” havasında. Porta kapıyla girilen, yüksek duvarlarla korunan, içinde hayat ya da taşlık dediğimiz, çoğunlukla bu boşluğa araç çekilen müstakil evler yol boyunca sağlı sollu sıralanmış.

Bazıları duvarlar arkasında kalan evlerini öne taşımış, bazıları o evlerin alt katını dükkan yapmış.

Bazıları tek katlı evlerini iki kata çıkartsalar da, hâlâ duvarların ardından yaşamaya devam ediyor. Bazılarıysa evlerini caddeye taşımış. Besbelli ki artık kapalı kapılar ardından yaşamaktan sıkılmış.

Yorkin’den dinlediğimize göre Özbekistan halkı 35 yaşına kadar bir ev sahibi olmayı önemsiyor. O yüzden de herkesin kendi evi var.

İpekyolu Turizm Merkezi’nde yer alan ve iki gece kalacağımız otelimize vardığımızda bizi harika bir gün batımı manzarası karşılıyor. Önünde kano sporunun yapıldığı yapay göl güzelliğe güzellik katıyor. Demiştim size Özbekistan suyu ve havuzu seviyor diye değil mi?

Registan Meydanı

Otelimize yerleşir yerleşmez, Orta Asya’da inşa edilen ilk medreselerin bulunduğu Registan Meydanı’nda alıyoruz soluğu. Her akşam ses ve ışık gösterisinin yapıldığı bu alana yarın gündüz gözü gelip gezeceğiz. Günün akşamında gösterinin başladığı saatte gelip, o büyülü gösteriyi başından sonuna izleyeceğiz. Registan, Emir Timur’un torunu Uluğ Bey tarafından kurulmuş. Üzeri karolarla bezenmiş kapılara sahip üç ayrı medrese burada bir arada bulunuyor. Semerkant’ın merkezindeki meydanın adı Farsçada Kumluk ya da Çöl anlamına geliyormuş. Çünkü eskiden buralar hep kumlukmuş.
Registan Meydanı’ndaki gösteriye kısa bir göz attıktan sonra, akşam yemeğimizde şık bir restoranda ağırlanıyoruz. Restorandan dışarı adım atar atmaz, (girerken fark etmediğim) Registan Meydanı’ndaki Tilla Kari Medresesi ile burun buruna geliyoruz.

Registan Meydanı arkası

Yarın buraları da gezeceğiz diyerek otelimize dönüyoruz. Odalarımıza girmek yerine bu güzel havada terasta biraz vakit geçirip manzaranın keyfini çıkartıyoruz.

Bugün kahvaltı sonrası ilk durağımız Emir Timur Türbesi.

1402 Ankara Savaşı ile bildiğimiz, Timurlenk/Aksak Timur dediğimiz, Han değil Emir olan Timur, Özbekistan için çok büyük bir isim. Yorkin Bey ve Özge Bey Semerkant ve Timur’u anlatırken tuttuğum notlardan birkaçını yazacak olursak:
** Semerkant, Büyük İskender tarafından ele geçirildi. İpek Yolu üzerinde bulunduğundan, 7. yüzyılda önem kazandı. 8. yüzyılın başında (712) Arap egemenliğine girdi, Abbasi halifelerine bağlı Türk Samaniler tarafından yönetildi (874–999). Bu dönemde İslâm kültürünün odak noktalarından biri oldu. 10. yüzyılın sonunda Müslümanlığı benimseyen Karahanlılar, Arap egemenliğine son verdiler. 1130’da, Selçuklular tarafından ele geçirildi, Kente devletin kurucusu Selçuk Bey’in adı verildi. Kısa bir süre Karahıtayların elinde kaldı. 1221’de, Cengiz Han tarafından yakılıp yıkıldı. 14. yüzyılın ikinci yarısında, Timur İmparatorluğu’nun merkezi haline geldi (1370).

Emir Timur

** Timur başbakan statüsündeydi. İmparator değildi, olamazdı da. Tahta sembolik olarak (soydan dolayı) Moğolları oturtuyordu. Timur’un adına basılı para yok. Semerkant Timur döneminde refah düzeyi doruğa ulaştı. Timur İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, Buhara hanlarınca yönetilmeye başlandı (1500). Yönetimin Buhara’ya taşınmasıyla gerileme sürecine girdi. 1700’lerde hemen hemen terk edilmiş bir görünüm kazandı. 1868’de Ruslar tarafından işgal edildi, 1887’de Semerkant yönetim bölgesi oluşturuldu. 1888’de, Trans-Hazar Demiryolu’nun kente ulaşması, daha sonra Taşkent’e bağlanmasıyla yeniden canlılık kazandı. Yüzyılın başmda ortaya çıkan İslâm Reform Hareketi olan “cedidizm”in doğum yeri oldu. Türkistan milliyetçiliğinin önemli odaklarından biri durumuna geldi. Ekim 1917 Devrimi’ni izleyen ayda (28 Kasım) Sovyet yönetimi kuruldu. Semerkant, 1924’te oluşturulan Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin 1930’a kadar başkenti oldu. Özbekistan’ın bağımsızlığını kazanmasından (1991) sonra bu ülkenin topraklarında kaldı.

Emir Timur Türbesi

Gecesini gördüğümüz Registan Meydanı’na gündüz gözü geleceğimizi söylemiştim. Meydanda bulunan Sherdor, Tilla Kari ve Uluğ Bey Medreselerini rehberlerimizin anlatımları eşliğinde gezdik.

Registan Meydanı
Sherdor Medresesi
Tilla Kari Medresesi
Uluğ Bey Medresesi

Hiçbir boş alan bırakmamacasına süslenmiş yapıların içleri de yine tek bir boş alan kalmamacasına bezenmişti.

Güneş Saati

Telefonumun kadrajına sığdıramayacağım kadar büyük bir yerde, Emir Timur Camii’ndeyiz.

Emir Timur Camii
Dünyanın en büyük Kur’anlarından biri Bîbî Hanım Camii’nde
Orta Asya’daki ilk cami: Hazreti Hızır

Yoğun geçen günün sonunda Pazar Siyob’u da dolaşıp, ardından El Merosi Tiyatrosu’na gidiyoruz. Özbekistan tarihinin dönemlerinin anlatıldığı müzikli ve danslı gösteri yaklaşık iki saat sürüyor. Erken biten tiyatro sonrası günü geç bir akşam yemeği ile taçlandırıyoruz.

El Merosi Tiyatrosu

Bugün valizlerimizi sabahtan teslim edip, tarihî Nekropol Şâh-ı Zinde ile Semerkant Kâğıdı yapımını izleyeceğimiz Kanıgil Köyü’ndeki Paper Center’ı ziyaret edeceğiz. Uluğ Bey Rasathanesi’ni de gördükten sonra yaklaşık iki buçuk saat sürecek olan tren yolculuğu ile ver elini başkent Taşkent…

Şâh-ı Zinde
Şâh-ı Zinde
Dua mı, dilek mi, dua ile dilek mi, dilek ile dua mı?
Konigil Turizm Kışlakı
Konigil Paper Center

Timur’un küçük oğlu Şahruh’un oğlu olan Muhammed Taragay, Timur tarafından sevilmesi nedeniyle Uluğ Bey olarak anılıyor. Uluğ Bey, doğduğu 1394 yılından 1405 yılına kadar sarayda dinî ilimlerin yanı sıra mantık, matematik ve astronomi tahsili görüyor. Ömrünü hem savaşarak hem de ilim yaparak geçiriyor. Kadızade Rumî, Gıyaseddin Cemşid ve Ali Kuşçu ile çalışmalar yapıyor. Semerkant yakınlarında rasathane kurulması çalışmaları başlatıyor ve 1429 Ekim’inde rasathaneyi tamamlıyor.

Mirzo Uluğ Bey
Uluğ Bey’in Rasathanesi

Semerkant’taki bu son mekânlarımızı de gezdikten ve gittiğimiz yerler hakkında epey bilgilendikten sonra öğlen yemeğimizi yiyor ve Semerkant Tren İstasyonu’na giderek son durağımız olan Taşkent’e doğru hareket ediyoruz.

TAŞKENT
Orta Asya’nın en büyük şehri Taşkent’e vardığımızda bizi yine su ve ışık karşılıyor. Dört şeritli yollardan geçerek otelimize ulaşıyoruz. (U dönüş ya da sola dönüşü, daha doğrusu döner kavşak konusunu henüz çözememişler.)
Yorki ve Özge Beylerden dinlediğim kadarıyla Özbekistan’ın kalbi Taşkent; Ruslardan önce inşa edilmiş. 1876’ya kadar bağımsız kalmış. Talas Savaşı Taşkent için yapılmış. Araplardan sonra şehre Şaşkent denmiş. Sonraki fetihlerle yine Taşkent olmuş. İkinci Dünya savaşından sonra ekmek şehri diye anılmış. Yetim çocuklar doysun diye hep Taşkent’e gönderilmiş. Taşkent 1966 yılında 7,5 şiddetinde büyük bir depremle yıkılmış. Yerle bir olan şehir Ruslar tarafından tekrar ayağa kaldırılmış.

Emir Timur Müzesi
Emir Timur Meydanı
Emir Timur Meydanı
Broadway (Sailgokh) Caddesi
Rus tarihinin üçüncü Metro ağı Taşkent’te

Orta Asya’nın en büyük şehri olan Taşkent, Orta Asya’nın en eski Metro istasyonuna sahip. Taşkent Metrosu 1977'de (önce Rusların yaşadığı bölgeleri kapsayacak şekilde) inşa edilmiş. Bir şehre gidip onun toplu taşıma aracına adım atmadan olmazdı. Biz de Broadway Caddesi’nden geçerek Müstakillik (Bağımsızlık) Metro İstasyonu’ndan Metro ağına katılıyoruz.

Trene bindikten sonra aktarma ile Ali Şir Nevai ve Kozmonotlar duraklarını geziyoruz.

Ali Şir Nevai

Kozmonotlar durağında uzaya ilk çıkan Yuri Gagarin dahil pek çok kozmonot kabartmalı canlandırmalar ile duvarlarda yer almış.

Pamuk tarlalarının resmedildiği durak Paxtakor (pamuk toplayanlar, pamukçular) Durağı.

Özbekistan pamuk üretiminde dünyada beşinci sırada yer alıyor.

Dört çeşit Özbek pilavının piştiği, dünyanın en ünlü Özbek Pilavı restoranları arasında gösterilen ‘Beş Kazan Pilav’ restoranında son kez Özbek pilavlarımızı yiyip, Hast İmam Camii’ne geçiyoruz.

Binlerce kişinin bayram namazlarını kıldığı büyük alan

Adını, eski ismi Şaş(kent) olan Taşkent’te 10. yüzyılda yaşayan din âlimi Ebu Bekir Kaffal eş-Şaşi’nin lakabı olan “Hazreti İmam”dan alan külliyede, Keffal Şaşi’nin türbesi, Barakhan ve Muyi Mübarek medreseleri, Tilla Şeyh ve Hazreti İmam camilerinin yanı sıra, Özbekistan Müslümanları Dini İdaresi ve İmam Buhari Taşkent İslam Enstitüsünü de bulunuyor. Her biri farklı dönemlerde inşa edilen bu yapıların olduğu külliyenin ortasında ise aynı anda binlerce kişinin bayram namazlarını kıldığı büyük bir alan mevcut.
Bugün müze olarak kullanılan medresede, “Osman Mushafı” olarak bilinen ve üzerine Hazreti Osman’ın kanının aktığı ceylan derisine yazılı Kur’an-ı Kerim muhafaza ediliyor. Bu Kuran-ı Kerim’in Timurlu Devletinin kurucusu Emir Timur tarafından 14. yüzyılda Bağdat’tan Semerkant’a getirildiği tahmin ediliyor. Kur’an-ı Kerim Rusların Orta Asya’yı ele geçirmesinin ardından 1869'da St. Petersburg’a götürülüyor. 1923 yılında geri getiriliyor ve Semerkant’ın ardından Özbekistan Müslümanları Dini İdaresinin müzesi olan Muyi Mübarek Medresesi’nde muhafaza ediliyor.
Kur’an’ın Özbekistan’a geri getirilişinin ardında ülkede yaşayan Müslümanları kontrol etmek yatıyor.

Kelibsiz Pazar — Kilitsiz Pazar
Akşam olmaya başladı. Yerel pazar gezmek için Özbekistan’ın meşhur ekmek fırınlarının da olduğu Kelibsiz Pazar’a uğruyoruz.

Her türlü meyve sebzenin satıldığı pazarda, böreklerde ve yemeklerde kullanılan kabaklar ayrı bir yer tutuyor.

Quartet Müzikal Tiyatro
Özbekistan’daki son gecemizde müzikal bir tiyatro izleyeceğiz. Sanat grubu Quartet tarafından sahnelenen oyunun adı da Quartet idi. Özbekistan Cumhuriyeti Onur Sanatçısı Olga Volodina, Gimal Gafiyatulin, Fidan Abyshzade ve Kristina Borzova’nın beden dillerini kullanarak sergiledikleri oyun, izleyen herkesin kendi hikâyesini oluşturduğu, her bireyin kendi iç yolculuğuna çıktığı ve kendi içinde uyuyanları uyandırdığı bir performans oldu.

Kısacası, Özbekistan’da farklı bir deneyim daha yaşamış olduk.
Tiyatro gösterisinin ardından Taşkent’in yenilenen bölgelerinden birinde, Taşkent City Park’ta bir Türk restoranı olan Sıralı Kebap’ta, Özbekistan’a veda yemeğimizi yedik. Tanıdığımız lezzetler ile ülkemize dönüşe hazırlandık. Bu arada ben de yazarlığımın on dördüncü yıl dönümünü bu gece Taşkent’te kutlamış oldum. (5 Ekim 2010–5 Ekim 2024)
Son gecenin ardından otelimize dönüp, ertesi günkü Taşkent uçağına kadar hem hazırlandık, hem de dinlendik. Bazı arkadaşlarımız son alışverişlerini yaptı, bazıları da aldıklarını memlekete götürebilmek için ayrıca bir valiz daha aldı.
27 Eylül’de başlayan ve adeta bir İpek Yolu Masalı’na dönüşen Özbekistan gezimiz, 5 Ekim itibarıyla Taşkent-İstanbul uçuşuyla sona erdi.
Özge Ersu’nun dediği gibi: “Geceleme Evimizde” idi…

GÖZÜME TAKILANLAR

Her yerde böyle su arkları var, bilmeyenler için çok tehlikeli.
Chevrolet buraların neredeyse tek alınan arabası iken şimdi piyasaya farklı araba markaları da girmiş.
Ziraat Bankamıza ATM’ler dahil her yerde rastlayabilirsiniz.
SOM olan para birimleri bol sıfırlı. Hani bizim 1 Ocak 2005'te altısını atıp, daha sonra birini geri aldığımız sıfırlardan.

**Kaldırımlar yola sıfır değil. Yol ile kaldırım arasında bir metrelik yeşil alan var. Yayayı korumak için güzel bir uygulama. Lakin yayalar yolun üzerinde bekleyip, araçlar yolun en sağ şeridinde durup yolcu alıyor. Taşkent’in ana yolları dört gidiş dört geliş olmak üzere sekiz şeritli.
**Bursa’da iken nemden şikayet ediyordum. İki çöl arasında kalan Hive’nin kuru havasından epey rahatsız oldum. Artık nem fena nem demeyeceğim.
**Hive’de okul geçidine yerleştirilmiş olan gerçek boyuttaki Okul Çocukları panosu çok hoştu.

** Trafiğe çıkan araçların neredeyse %90'ı Chevrolet marka. Yollarda Chevrolet’in her çeşidini görmek mümkün. Çünkü ABD menşeli Chevrolet’in Özbekistan’da fabrikası var ve vergisi çok düşük. Son dönemlerde Japon, Çin ve Kore arabaları da piyasaya girmiş.
** Türkçe ve Özbekçe arasında benzerlikler de var farklar da. Bizim “zor” dediğimizi onlar “iyi” olarak biliyor mesela. Milli Tıklanıslar Partisi, Milli Birlik Partisiymiş. Kadınlar tuvaletinin kapısında “Ayollar” yazıyor, Milliy Liboslar, Millî Kıyafetler demek.
** %95'i Müslüman olan 35 milyonluk ülkede adım başı cami yok. Ezan sesini hiç duymadım desem yalan olmaz. Yerel halktan duyduğum kadarıyla; Rusların gidişinin ardından yükselmeye başlayan dincilik düğünlerde, eğlencelerde, restoranlarda alkolü yasaklamaya kalkışmış ancak halktan tepki gelmiş. Alkol vermeyen mekânlar mühürleniyormuş.

** Cuma saati bir caminin önünden geçerken cami önündeki yola çift sıra park etmiş araçlar gördüm. Arap modeli baş bağlama modası buralarda da hafiften başlamış.
**Diş kaplamasında altını seviyorlar. Özbekistan dünyanın dördüncü büyük altın üreticisi.
**Q ve X harflerini kullanıyorlar. Rus alfabesinden harfler mevcut. Tüm tabelalar Rusça ve Özbekçe. (Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu 3. Toplantısı, Türk Akademisi ve Türk Dil Kurumu işbirliğinde 9–11 Eylül 2024 tarihlerinde Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de yapıldı. Türk Devletleri Teşkilatı — TDT üyesi ülkelerden oluşan komisyon üyelerinin katıldığı toplantıda, Ortak Türk Alfabesi önerisi üzerinde uzlaşı sağlandı. 34 harfli Ortak Türk Alfabesi, Türk dünyasındaki farklı lehçeler ve dil ihtiyaçları göz önünde bulundurularak tasarlandı.)
**Türkiye’den geldiğimizi duyduklarında hemen sevgilerini gösteriyorlar. “Biz kardeş, aynı” diyorlar. Kurtlar Vadisi’ni bütün Özbekistan izlemiş. Çoğu Türkçe’yi o dizi sayesinde sökmüş.
**Özbekistan turizmi keşfetmiş ve ülkelerine turist gelsin istiyorlar.
**Bursa’da düzenlenen 36. Uluslararası Altın Karagöz Halk Dansları Yarışması’nın birincisi, benim de favorim olan, Özbekistan
Devlet Filarmoni Orkestrası "Nevbahor" Dans Topluluğu ve "Bek" Doira Topluluğu olmuştu. (Yarışmayı en çok kazanan ülke Özbekistan)
**
 Okuldan dönen öğrenciler servis kullanmıyor, hepsi sokaklarda yürüyor ya da rahatça oynuyor. Küçük kız kardeşinin elinden tutarak yürüyen küçük ağabey beni 70’li yıllara götürüyor.
**
Taşkent’teki pazar yerini dolaştıktan sonra otobüsümüzü beklerken pazar binası önündeki bir banka oturdum. Bankta oturan adam benim “farklı” olduğumu anlayınca hemen sorular sormaya başladı. Türk olduğumu öğrenince muhabbet başka oldu tabii. Türkleri çok seviyorlar ve bize çok yakınlar. Adının Seyit olduğunu öğrendiğim Özbekistanlı, ülke tarihinin izlerini hâlâ taşıyor. Onun için dindaş ve soydaş olmak her şeyin ötesinde. Ülkede yaşayan ve yaşamış olan “diğerlerini” sevgiyle anıp anmadığını söylememe bilmem gerek var mı?
**Her yer çok ama çok temiz çünkü sokaklar araçlarla değil, çalı süpürgesiyle kıyı köşe süpürülüyor. İnsanlar da kirletmemeyi öğrenmiş. Kimse yere zırnık çöp atmıyor.
**Çay olarak Karaçoy içmeyi seviyorlar.
**Konuşmalarında kalın sesli harfleri tercih ediyorlar.
**Sokaklarda gördüğümüz turistlerin neredeyse tamamı Özbekistan’dan alınmış yerel ürünleri giyiyor, takıyor, kullanıyor.

RUS ETKİSİ
Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, 1917 Ekim Devrimi ile kurulan ve Sovyetler Birliği’ni oluşturan 15 cumhuriyetten biri. Cumhuriyet, 1924 yılında kuruldu. 1991 yılında Özbekistan Cumhuriyeti adıyla bağımsızlığını ilan ederek Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden ayrıldı. SSCB’nin, hâkimiyeti altındaki ülkelerde ibadet ve dinî kitapları yasaklattığını, inşallah, maşallah, Allah razı olsun demenin bile yasak olduğu söylendi. (Ayarı kaçırmamak, dengeyi bozmamak, toplumu bilimden de maneviyattan da uzaklaştırmamak gerek.) Son derece baskı altında yaşanan günlerden sonra bu sokaklarda korkusuzca dolaşıyor olmak Özbekistanlılar için bir hayalin gerçekleştiğini görmek diyebiliriz. Tabii ki 75 yılın da adı var…

Sayın Bayan Türkolog Hanım
Bu kadar gezip, bu kadar dinleyip, bu kadar anlattıktan sonra Türkolog belgesi almayı hak etmişimdir değil mi?
Özge Ersu her zamanki yaratıcılığı ile ‘Özgebistan İpek Yolu Kervanı’na katılan konuklarının her birine Türkolog belgesini takdim etti. (Paris gezisi sonrasında da Le Parisien olmuştum.)

ZAMANIN İKİ BOYUTU
Hayyam’ın dediği gibi; “Zamanın iki yüzü var, iki boyutu; uzunluğunu güneşin seyri belirliyor, kalınlığını ise tutkular.”
Eğer ki Özge Ersu’da bu kadar detaylı gezi hazırlama, anlatma, gösterme ve tanıtma tutkusu olmasaydı, eğer ki Yorkin’de bu kadar detaylı anlatma tutkusu olmasaydı, eğer ki gezgin konuklarda bu kadar ilgi ve merakla dinleme tutkusu olmasaydı, eğer ki bende bu kadar detaylı yazma tutkusu olmasaydı; içinde yaşadığımız zaman ip gibi incelir ve inceldiği yerden kopardı.

Hayata tutunduğumuz ipler bazen zayıflar, bizi güçsüz ve boş kılar. Öyle zamanlarda imdada kültür ve sanat yetişir. İpleri kalınlaştırır, güçlendirir, insanı mânâ ile doldurur ve hayata bağlar.
Ve;
Tutkularımızın peşinde koşmak bizi biz yapar…

10 Ekim 2024 / C.E.Y.

Özge Ersu ile Özgebistan fotoğraf albümü için tıklayınız:
Semerkant kitabının ardından yazdığım “
Hayyam’ın Kâğıttan Şatosu” yazısını okumak için tıklayınız:
Semerkant kitabının ardından Zerrin Tığlıoğlu’nun yazdığı 
Semerkant metnini okumak için tıklayınız: