17 Mayıs 2024 Cuma

"Gökyüzünün Yarısı Kadınların Omuzlarında"

Bursa İş Kadınları ve Yöneticileri Derneği BUİKAD tarafından düzenlenen "Geleceğe Yön Veren Kadınlar Zirvesi", 15 Mayıs 2024 güMerinos Atatürk Kongre Kültür Merkezi’nde gerçekleşti. Zirve, BUİKAD Başkanı Şeyda Şençayır'ın açılış konuşması ile başladı.
Şençayır konuşmasında; bugünkü zirvede, kamusal hayatta, yerel yönetimlerde ve özel sektörde geliştirdikleri iş modelleriyle ilham kaynağı olan kadınları dinleyeceğimizi, BUİKAD olarak Gazi Mustafa Kemâl Atatürk'ün gösterdiği yolda hareket ettiklerini, 2007 yılında 11 kadınla kurulan ve bugün 150 kadın üyeye ulaşan BUİKAD'ın, yaşamın her alanında kadının güçlenmesi, girişimci kadın sayısının artması ve kadınların karar verici noktalarda bulunması için çalışmalar yaptığını söyleyerek, kadının iş hayatının ayrılmaz bir parçası olmasının ve kalkınmanın ancak böyle bir yolla mümkün olabileceğinin altını çizdi.

Moderatörlüğünü Posta Gazetesi Yazarı Banu Şen’in üstlendiği "Kamusal Hayatta Kadının Yeri, Yerel Yönetimlerin Kadın İstihdamına ve Gelişimine Katkısı" başlıklı birinci oturuma, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, Edirne Belediye Başkanı Filiz Gencan Akın, Yıldırım Belediye Başkanı Oktay Yılmaz, Nilüfer Belediye Başkanı Şadi Özdemir ve Mudanya Belediye Başkanı Deniz Dalgıç konuşmacı olarak katıldı.
Moderatörlüğünü Hürriyet Gazetesi Yazarı Noyan Doğan'ın yaptığı ikinci oturumun konu başlığı "Geleceğin İş Modelleri ve Kadınların Konumlandırılması", katılımcıları Uludağ İhracatçı Birlikleri Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Ayşe Mehtap Ekinci, U.Ü. Öğretim Üyesi ve ALB Yatırım Başekonomisti Doç.Dr. Filiz Eyılmaz, BLC Experience CEO'su ve Geleceğe Işık Tutan Liderler kitabının yazarı Koray Bilici, Edit Medya kurucusu Cüneyt Toros, DOSABSİAD Başkanı Nilüfer Çevikel ve NOSAB Başkanı Erol Gülmez idi.
Moderatörlüğünü Capitol Dergisi Haber Müdürü Nilüfer Gözütok Ünal'ın yaptığı üçüncü ve son oturumun başlığı "Sektörde Kadınların Rolü ve Kadın Odaklı İş Modelleri", katılımcıları, Dünya Gazetesi CEO'su Burcu Kösem, Endüstriyel Girişim Platformu Başkanı Zülâl Koç, Borçelik İK ve Kurumsal İletişim Direktörü Derya Demirer, Sage Diniz Otomotiv Genel Müdürü İpek Yalçın, Rudolf Duraner Genel Müdürü Rasim Çağan ve Zerrin Özgüle İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Zerrin Özgüle oldu.
Günün organizasyonu Burcu Başar İletişim&Danışmanlık'a, sunuculuğu ise deneyimli gazeteci, yapımcı ve sunucu Güzin Abraş'a emanetti.
Sunum: Güzin Abraş
"Kadınların Gülümsemesi Her Şeye Değer"
Programa katılan isimlerden amlayacağınız üzere, bu programda 'KADIN'ı kamusal alan ve iş dünyasından birkaç erkek ile birçok kadın konuştu. İş dünyasından kadın konuşmacılar çoksa da kamusal alan konuşmacılarında kadın sadece 1 tane, o da Edirne'den gelen Edirne Belediye Başkanı Filiz Gencan Akın idi. 
(2024 yerel seçimlerde 11 il ve 61 ilçenin belediye başkanı kadın oldu. Bursa'da ise kadın başkan yok. 1973-1976 tarihleri arasında Karacabey belediye başkanlığı yapan Şükran Yemişçioğlu, Bursa’nın ilk ve tek belediye başkanı olma özelliğini koruyor. Ne acı ki, Bursa o gün bugün başka bir kadın başkan çıkartamamış.)

Mustafa Bozbey kadınların gece belli bir saatten sonra otobüsten durağa gelmesini beklemeden istedikleri yerde inebileceklerini, Filiz Gencan Akın erken evliliklerin önüne geçmeyi öncelediklerini, Şadi Özdemir kadınların Nilüfer'de daha özgür olduklarını, Oktay Yılmaz kurdukları kadın kooperatiflerinin çokluğunu, açtıkları spor salonlarına şehrin uzak noktalarından da gelenler olduğunu, Deniz Dalgıç da kadın konusunun konuşulmayacağı zamanlarda yaşamamız gerektiğini söyledi. Dalgıç, "Cumhuriyet, kadın erkek eşitliğidir" dedi.

Kadınlar Günü Ne Demek?
Ben de "kadınlara özel günlerin" olmaması gerektiğini savunanlardanım. Bu özel günler bile bize aslında ne kadar eşit olmadığımızı gösteriyor. Senede 1 gün kutlama, sonra yine her şey bildiğiniz gibi...
Kadınlar hâlâ hakları için mücadele ediyor, kadın hâlâ çalışmak için (resmî olmasa da) (ağabey, baba, koca gibi) erkeğin iznine muhtaç, kadın hâlâ ailenin (namus dahil) her şeyinin sorumlusu, hâlâ hesap veren (kime?), hâlâ sorgulanan (kim tarafından?), hâlâ kendisini koruması gereken (kimden?), hâlâ utanması gereken (neyden?), hâlâ muhtaç görülen (neden?), hâlâ kadın gibi yaşamasına izin verilmeyen (erkek gibi mi yaşasın?) bir varlık. 
Kısacası kadının hâlâ adı yok...

Oysaki kadın insanca yaşamak için bu kadar mücadele etmemeli, bu kadar yorulmamalı, bu kadar yıpranmamalı, bu kadar sorgulanmamalı, sadece dişi doğmuş olmakla bu kadar cezalandırılmamalı. Erkek doğmuş ve erkek doğurmuş olmak bu kadar yüceltilmemeli. 
Lakin; Neşet Ertaş'ın "Kadınlar insandır, biz insanoğlu" dediği gibi, doğanın dişiye bahşettiği meşakkatli yolculuğu da görmezden gelmemeli. 
Bir kadın geç saatte de olsa otobüsten olması gereken yerde inebilmeli ve evine istediği saatte güvenle gidebilmeli değil mi? Bunun olmaması bile erkekler için utanç verici olmalı. (Hoş, artık sokaklarımız kadın-erkek her birey için tekinsiz. Saldırganlar ise hep erkek!)
Ben erkek olsaydım çok utanırdım mesela. 
Neyse ki utanan erkekler de az değil. Nur Ger ve 40 kanaat önderi erkek tarafından 2018 yılından kurulan ve bugünkü zirvenin konuşmacılarından Koray Bilici'nin de üyesi olduğu Yanındayız Derneği, kadın-erkek el ele vererek "Eşitlik Bir Güne Sığmaz" diyerek durmaksızın çalışıyor.

'Karımı Çalıştırmam'dan, 'Çalışmayan Kadınla Evlenmem'e
Eski dünyada kadının çalışmasını onur meselesi yapan erkekler, ekonomik şartların ağırlaşmasından ötürü, mecburen, kadının çalışmasına razı gelir, hatta öyle ki, çalışmayan kadınla evlenmez oldular. Bir evi tek başına sırtlanmak bu kadar zor olmasa belki hâlâ eski düzen devam etsin isterlerdi ya neyse. 

Hayal edin!
Eve geldiğinde mükellef bir sofra, mis gibi yıkanıp ütülenmiş gömlekler, pırıl pırıl çocuklar, zarif ve bakımlı, her emre amade, sesi hiç çıkmayan, elinden her iş gelen, hiç şikâyetlenmeyen, yoktan var eden, acıyı bal eyleyen mükemmel bir kadını kim istemez ki? 
Öyle bir kadının kocası da şöyle olmalı o zaman: 
Eve hep eli kolu dolu gelen, sorumluluklarını hiç aksatmayan, karısını ve çocuklarını azarlamayan, onların bir dediklerini iki etmeyen, çocuklarının okul taksitlerini, evin giderlerini ve boy boy faturaları sessizce ödeyen, kredi kartı hesap özetini hiç incelemeyen, özel günlerde çiçeğini de pırlantasını da almayı ihmal etmeyen, dışarıda canı sıkılsa da bunu ailesine yansıtmayan, yüzü hep gülen, anlayışlı, cana yakın, şefkatli ve tutkulu mükemmel bir erkek...

Hişt, uyanın!
Ne böyle bir kadın ne de böyle bir erkek var ve neden olsun? İşleri iç işleri-dış işleri olarak bölmeyen aileler kuruluyor artık. Ev işi kadın işi değil, bunu biliyorlar. Fizik gücü gerektiren makineler dijitalleştikçe erkek işi kavramı da ortadan kalkıyor. Kadınlar forklift de kullanıyor, vinç de, kamyon da. Ki köylerde kadınların pek çoğu evel ezel traktör kullanırdı. Kadın erkek birlikte çalışıp birlikte kazanıyor, hayatın her ânının keyfini birlikte yaşıyor, zorlukları birlikte aşıyorlar. Bu birlikteliklerde herkes kendi alanında yol alırken kimse kimseye köstek olmuyor. Kadın biraz öne geçmeye başlayınca erkeğin içindeki eski erkek hafiften kıpraşsa da, ödenmesi gereken faturalar ve düzen bozukluğunun getireceği ağır ekonomik şartlar onu kibarca sakinleştiriyor. (Şartlardan dolayı değil, gerçekten kibar olmayı da öğrenecekler zamanla. Ümidimiz var.)
Kendi ailesinde kadın-erkek ayrımı görmemiş çocuklar için yeni düzene ayak uydurmak hiç zor değil. Diğer tarafın kadını da erkeği de epey zorlanıyor.

Üreyin!
Türkiye'nin nüfusu göçlerden dolayı artmış olsa da, yine bu göçlerin sebep olduğu her türlü yıkım yüzünden insanımızın üreme, hatta evlenme sayısı düştü. Bir yandan da yetişmiş gençlerimiz yurt dışına kaçtı. Türkiye artık yaşlı bir ülke olmaya aday. 
Mülteciler ardı ardına çocuk yapıp arayı kapatıyorlar lakin ülkenin demografisi değişiyor.
Yöneticilerimiz gençlerimize 'evlenin ve 3-5 çocuk yapın' diyorlar da, biz de onlara şunu soruyoruz: Tamam ama nasıl?
Kendi tercihi ile evlenmeyen ve çocuk sahibi olmak istemeyenleri saygıyla bir kenara koyalım.
Diğer yanda, bir insan ne ekonomik olarak, ne hukuk olarak ne de can güvenliği olarak kendini güvende hissetmezse nasıl evlensin? Eğer ki kadının çalıştığı bir aileye, çocuğunu emanet edeceği güvenli bir yer göstermezseniz o anne-baba nasıl verimli çalışsın? Ayrıca, sadece çalışan kadına değil, çocuk yetiştirirken iş hayatından ve sosyal hayattan kopan kadına da destek olacak, çocuğunu birkaç saat emanet edebileceği kurumlar açılmalı. Çünkü herkesin yakınında kendisine destek olacak büyük ailesi olmayabilir. Anneanneler babaanneler torunlarına sevgiyle bakabilirler ancak bir çocuğun sorumluluğu ve iş gücü onları aşabilir. 

Doğurun!
Yurt dışında "çalışmayan kadın" gibi bir olgu yokken ve kadınlar üçer beşer doğruyorken ve onları kolayca "mutlu birer insan" olarak yetiştirebiliyorken biz niçin yapamıyoruz? Oralarda çocuk olunca kadına olduğu kadar erkeğe de izin veriliyor. Hatta ücret artışı bile oluyor. Bizim de buraya gelmemiz lazım.
Çocuklar bir ülkenin geleceği ise niçin kimse onlara sahip çıkmıyor? Niçin bir patron çalışanlarının kadın olmasından (çünkü doğuruyor) kaçınıyor? Niçin eğitim alırken erkeklerle başa baş giden kadınlar sıra iş hayatına geldiğinde (çünkü doğuruyor) geriye düşüyor? Doğurmak suç mu? Evlenmemek makbul mü? 
Ya evde, "evli-mutlu-bol çocuklu" ya da işte, "evsiz-mutsuz-çocuksuz" yaşayın diretmesi ne kadar mantıklı? Yok mudur bunun bir yolu? 
"Evli mutlu çocuklu" ya da "bekâr mutlu çocuksuz" yaşayamaz mıyız? 
Niçin kadın da erkek kadar iyi performans sergiliyorsa erkekten daha düşük maaş alıyor? Eşit işe eşit maaş kuralı niçin kadına gelince işlemiyor?
Kadının sayısı değil kattığı değer önemli. Kalitenin cinsiyeti olmaz, liyakatin cinsiyeti olmaz, emeğin cinsiyeti olmaz. Bir erkek bunu neden anlamak istemiyor? İşler uzayınca ofiste kalmak ve işleri toparlamak neden hep bekâr ve çocuksuzların üzerine kalıyor?
Kadını işe almakla bitmez, kadının çalışabileceği ortam yaratmak lazım. 
Bu soruları sora sora, derdimizi anlata anlata, farkındalık yarata yarata, sorduğumuz soruların cevaplarını söke söke aldığımızı görmek teselli verici. O yüzden ben bu buluşmaları çok önemsiyorum.
Yol uzun, yolculuk zorlu da olsa kimsenin ateşimizi söndürmesine izin vermeyiz…
Kısacası; sahnedeyiz, inmeyiz…

Zekâlar Üç Oldu 
1-IQ, Bilişsel Zekâ 
2-EQ, Duygusal Zekâ
3-SQ, Spiritüel Zekâ
SQ; duygusal zekânın bilişsel zekâyla buluştuğu ileri bir zekâ ölçüsü olarak tanımlanıyor.
Dünyayı anlamlandırma, mutluluk ve benlik keşfi, ileri iletişim becerisi, ifade gücü ve yaratıcılık, spiritüel bakış açısı ve deneyim, bilgi ve içgüdünün ortak paydada buluşması. Çoklu iş yapabilme becerisine sahip kadınların SQ sahibi olduklarını söyleyebiliriz.

Fair Play
Geçtiğimiz günlerde aynı iş yerinde çalışan ama kadının terfi aldığı yabancı bir film izledim ve insandaki hırs ve ego nerede yaşarsan yaşa aynı işliyor olmalı dedim. Filmdeki erkekler, kadının terfi almasının altında yatan sebebi kadının kadınlığı ile ilişkilendirirken, kadının bunu kendi liyakatiyle başarmış olabileceğine ihtimal vermiyorlardı. Çünkü erkekler bir kadının kendilerinden daha iyi olabileceğini ve daha çok kazanabileceğini kabul etmek istemiyordu. 
Ülkemizde kadınlar sadece plazalarda çalışmıyor. Fabrikalarda, hizmet sektöründe ve tarımda çalışan kadın sayısı da az değil. Mavi Yaka'nın da Beyaz Yaka'nın da, Yeşil Yaka'nın da derdi hep aynı. Kadın olmak. Rahat bırakılmak için ise çareyi "Erkek gibi kadın olmak"ta bulmak.

Eşitsizliğin derinleştiği yerde şiddet başlar!
Yıllar öncesinden, Olacak O Kadar programında, Levent Kırca&Oya Başar ikilisinin oynadığı bir skeç hatırlarım. Evde kadına kök söktüren adam, işe gittiklerinde kadının karşısına süklüm püklüm "amirim" duruşundaydı. Çünkü o skeçte kadın komiser, erkek ise polisi canlandırıyordu. Bu sefer de kadın erkeğe kök söktürüyor, onu aşağılıyor, yerden yere vuruyordu.
İki durum da ne kadar anlamsız, ne kadar gereksiz, ne kadar içi boştu...

Kaşık Düşmanı!
Kadın işini bırakıp ev kadınlığına dönse ve evi çekip çevirse, ev ekonomisine sıcak para olarak katkıda bulunmadığı için bu kez de "kaşık düşmanı" olarak erkek tarafından aşağılanacak. Malum, ev işi evin sahibi tarafından yapılırsa işten sayılmıyor. Ev kadınının yaptığı işi yaptırmak için eve yardımcı gelince o kadın "çalışan kadın" sayılıyor. Sigortası da ödeniyor. Demek ki herkes kendi evinin değil, başkasının evinin işini yaparsa sorun çözülecek!

Gökyüzünü Paylaşmak
Gün boyunca konuşmacıların hepsi bu yazıya başlık olacak cümleler kurduysa da hiçbirisi benim aradığım başlık değildi.
Akşam Netflix'te AWAY dizisini izlerken, filmin bir yerinde "Gökyüzünün yarısı kadınların omuzlarındadır" repliği geçti. İşte dedim aradığım başlık bu.
Büyük ihtimal senaryo yazarı bu repliği Nicholas D. Kristof ve Sheryl Wudunn'un çalışması olan "Gökyüzünün Yarısı / Hayatlarını Değiştiren Kadınların Hikâyesi" kitabından esinlenmişti. 
Bazı erkekler güçten sıkılıp "Ferrari'sini Satan Bilge" benzeri kitaplarda kendilerini ararken, kadınlar varlıklarını ispat peşindeydi. 
Omuzlarında gökyüzünün yarısı, bazen esen rüzgârla, bazen kopan fırtınayla, bazen bulutların arasından beliriveren güneşle, bazen yıldızların, bazen Ay'ın aydınlattığı bu koskoca ama küçücük yeryüzünde çılgınca bir koşu tutturmuşlardı. Menzile varacak, ipi göğüsleyecek, belki sonra onlar da Ferrarilerini satmak isteyeceklerdi...
Kim bilir...
Yazının sonunda; şunu da unutmayalım ki, gökyüzünün diğer yarısı da erkeklerin omzunda. Aynı yeryüzünün üzerinde ve aynı göğün altında birlikte yaşıyorsak, bence iyi geçinelim. 
Her ne kadar Yazar John Gray "Erkekler Mars'tan Kadınlar Venüs'ten" gelmiş dese de, ben Mars ve Venüs'ü gezegen olarak değil, Savaş Tanrısı Mars ile  Aşk ve Güzellik Tanrıçası Venüs'ten geldik olarak anlıyorum.
Ve “Savaş Yapma, Aşk Yap!” ve “Her işini AŞK’la yap!” diyorum…

17 Mayıs 2024 / C.E.Y. 

13 Mayıs 2024 Pazartesi

Bursa'nın Lezzet Yolculuğu

Mümin Ceyhan Bursa Kültür Kaynakları Araştırma Kütüphanesi tarafından düzenlenen "Bursa’nın Lezzet Tarihi Forumu", Görükle Yerleşke'deki Mümin Ceyhan Bursa Kültür Kaynakları Araştırma Kütüphanesi salonunda iki bölüm halinde gerçekleşti. 
Forum açılışında Mümin Ceyhan ve Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Mehmet Aydın Saldız ile Nilüfer Belediyesi Başkan Vekili Okan Şahin birer konuşma yaptı.
Birinci oturumun moderatörü Prof.Dr. Uğur Bilgili, ikinci oturumun moderatörü Prof.Dr. Necmi Gürsakal oldu.
Dr. Alper Can - Prof.Dr. Uğur Bilgili
Forumun konuşmacıları ve konu başlıklarına bakacak olursak; 
* Dr. Alper Can, "Osmanlı Fethine Değin Bursa'da Yemek Kültürü",
* Raif Kaplanoğlu, "Sultanların Sofrasına Layık Bursa Tatları",
* Arş.Gör. Ayşe Selin Özgören, Prof.Dr. Ömer Utku Çopur, Doç.Dr. Gülşah Özcan Sinir, "Geçmişten Günümüze Bursa Mutfağında Gastronomi Değerleri",
* Prof.Dr. Necmi Gürsakal, Adem Aksan, Işık Demir, "Unutulmuş Yemeklerin Dijital İzleri",
* Doç.Dr. Hacer Karabağ Arslan, "ABD Tarım Politikalarının Geleneksel Türk Yemek Kültürü Üzerindeki Etkileri Bursa Kırsalı Örneği",
* Nurdan Çakır Tezgin, "Antik Çağ'dan Günümüze Bursa Lezzetleri",
* Hacı Tonak, "Mihaliç, Mağlıç, Kelle) Peyniri,
* Nezaket Özdemir, "Bursa Yemek Kültürü'nün Yazıya Dökülmüş Hali",
* Kenan Yetişen, "Bursa Yemek Kültürü (Gastronomi) Tarihi",
* Ekrem Hayri Peker, "100 Yıllık Bir Lezzet Hacıbaba",
* Hakan Koyunlular, "Mutlu-Nilüfer Şarap Fabrikasında Üzümün Şaraba Dönüş Hikâyesi",
* Zedal Kondakçı, "Bursa'da Hayatın Geçiş Dönemlerinde ve Özel Günlerde Mutfak Ritüelleri" üzerine 10'ar dakikalık bildiri sundu.
(Etkinlikten birkaç video ve birkaç fotoğrafın olduğu albüm için tıklayınız.)
İlerleyen günlerde bu bildiriler kitaplaştırılacak ve o kitap kütüphane raflarında yerini alacak.
Doç.Dr. Hacer Karabağ Arslan
Gıda Her Şeydir
"Gıda bir silahtır" der ABD Eski Tarım Bakanı Earl Butz.
"Açken sen sen değilsin!" sloganı "Açlık sofuluğu bozar!" kaynağından çıkar. Bir diğeri "Coğrafya kaderdir!", bir başkası ise "Ne yersen osun!" der. 
Doğrudur. Coğrafyanda ne yetişiyorsa o ürünlerden oluşur mutfak. Yurdumuzda Ege daha otçul beslenirken, Doğu Anadolu daha etçil beslenir. Temiz hava ve geniş meralarda yetişen bir hayvanın etinin de sütünün de lezzeti ile sıkış tepiş, pislik içinde ahırlarda barınan hayvanın etinin de sütünün de lezzeti aynı değildir. Aynı mantık, havası da suyu da kirli olan, otoyol ya da sanayi alanının yanındaki tarlalarda yetişen sebze meyveler için de geçerlidir. "Organik" üründe iş çığırından çıkmış, maksadını aşmış, çamura pisliğe bulanan her ne varsa organik diye yutturulur olmuştur. Bu yüzden de Gıda Mühendisleri endüstriyel ürünleri tavsiye ederler ve "Kayıt dışı ürün satın almayın!" derler.

Herkesin normali kendine
Savaşlar döneminde ormanlık alana kaçan uzak doğulular örümcekten çekirgeye, yarasadan maymuna uzanan bir çeşitlilikten beslenir. Baharatı fazla kaçırırsan buram buram baharat kokarken, yeterince temizlenmemiş sebzelerden ya da sağlıksız hayvanlardan geçen "istenmeyen vatandaşlar" bedenini mesken tutabilir. Bazıları bağırsaklarına yerleşir, bazıları beynine, bazıları ciğerlerine. 
Et yiyenin eti yenmez kuralı ile yaşar müslümanlar. Uzak Doğu'ya gittiğiniz zaman Köpek Yeme Festivali'nden maymun beyni yemeye kadar uzanan bir yeme-içme yelpazesinin ortasında bulur insan kendini. Menüde tarantula kızartması, karabiber misali karınca tozu, tabakta kımıl kımıl kaynaşan kurtçuklar, salyangoz, kurbağa bacağı olduğunu görürüz. Onları ağız dolusu kınarız lakin, biz de kelle-paçaya ve kokoreçe bayılırız. Ve tabii ki mumbar dolması, işkembe, tuzlama, ciğer sarma, şırdan... Daha sayayım mı? 
Aynı şey değil demeyin, insan ne ile büyüdüyse onu normal bulur. Aynı kültürde yetişmeyen bir kişi de vitrinde sırıtan kelleleri görünce "bir hoş" oluyor. Kısacası, herkesin normali kendine.

Hani bunun ilk sahibi?
Kimisi denizden babası çıksa yer. Kimisi için karides bir böcek, istakoz daha büyük bir böcek, deniz börülcesi yosun, midye, ahtapot, kalamar ise zinhar yenmemesi gereken "şeyler"dir. Soğuk kuzey ülkeleri ile sıcak deniz ülkelerinin vazgeçilmezi olan balık ve deniz ürünleri, iç bölgelerde yerini küçükbaş ve büyükbaşa bırakır.
Sınır komşularının dilleri de yemek kültürleri de birbirinden etkilenir. O bölgeler adeta birer kesişim kümesidir. Güneydoğu mutfağı Arap mutfağı ile, Ege mutfağı Yunan mutfağı ile benzerdir. Binlerce medeniyete ev sahipliği yapmış ve köprü vazifesi görmüş Anadolu'da, gelen geçen kendi kültürünü de getirmiş, giderken de burada öğrendiği kültürü taşımıştır.
O yüzden de yaprak sarma senin, cevizli baklava benim benzeri tartışmalar yaşanır. Günün sonunda uluslararası mecraya kim önce başvurur ve dosyasını kim kabul ettirirse o ürün onun olur. (Ülke olarak Somut Olmayan Kültür Miras Listesi'nde "Türk Kahvesi ve Geleneği", "Çay Kültürü", "Mesir Macunu" ve "İnce Ekmek" (Lavaş vb.) ile yer alıyoruz.) Ayrıca "Coğrafi İşaret" de belirleyicidir. Bu işaret; ürünün kaynağını, karakteristik özelliklerini ve ürünün söz konusu karakteristik özellikleri ile coğrafi alan arasındaki bağlantıyı gösteren ve garanti eden kalite işaretidir. AB nezdinde 21 coğrafi işaretimiz tescil edilmiştir. 
"Antep Baklavası / Gaziantep Baklavası, Aydın İnciri, Malatya Kayısısı, Aydın Kestanesi, Milas Zeytinyağı, Bayramiç Beyazı, Taşköprü Sarımsağı, Giresun Tombul Fındığı, Antakya Künefesi, Suruç Narı, Çağlayancerit Cevizi, Gemlik Zeytini, Edremit Zeytinyağı, Milas Yağlı Zeytini, Ayaş Domatesi, Maraş Tarhanası, Edremit Körfezi Yeşil Çizik Zeytini, Ezine Peyniri, Safranbolu Safranı, Aydın Memecik Zeytinyağı ve Araban Sarımsağı".
2021 yılında Bursa'nın meşhur "Kestane Şekeri" de, Türk Patent ve Marka Kurumu'ndan coğrafi işaret aldı. Kestane üreticileri adına Bursa Ticaret ve Sanayi Odası'ndan (BTSO)  yapılan açıklamaya göre Avrupa Birliği coğrafi işaret tescil çalışmaları da sürüyor. 

Tarım, Orman ve İnşaat Bakanlığı
T.C. Tarım ve Orman Bakanlığı'ndan Tarım'ın ayrılması ve sadece Tarım ile sadece Orman Bakanlığı kurulması lazım. Tarım ve Orman Bakanlığı deyince benim aklıma tarım arazisi açmak için orman yakan kişiler akılıma geliyor. Hoş, onu da Tarım, Orman ve İnşaat Bakanlığı yapmak daha münasip olacak. Çünkü artık tarım arazileri ve ormanlar inşaata kurban ediliyor.
Tarım bakanlığı toprak analizlerini yaparak verimlilik istatistiklerini çıkartmalı. Bu analizlere göre çiftçiye ürün önerilmeli, önerilen ürünü eken teşvikten daha fazla yararlanmalı. Mazot parasını dahi çıkartamayan çiftçiyi cânım arazilerini kat karşılığı vermekten, yeni nesli de köyden kaçmaktan kurtarmalı. Ki taş yemeyelim...

"Karadeniz ve Çay"
Coğrafyaya göre ürün belirlenmeli demiştik. Mesela, 1917 yılında çayın ülkemizde yetişebileceğini Ali Rıza Erten  rapor eder. 1924 yılında Zihni Derin çay üretimi çalışmaları için görevlendirilir. Karadeniz "çay üretimi" için uygundur. O saatten sonra Karadeniz Çay, Çay da Karadeniz'dir. 
Zaman içinde yaşanacak iklim değişikliğine bağlı olarak ürünler de değişecektir. Çocukluğumda Bursa-Karacabey yolunun göl tarafına çeltik tarlaları olduğunu hatırlarım. Buralarda çeltik üretimi hâlâ devam ediyor ancak ben artık o çeltik tarlalarını görmüyorum. Yine o günlerde, Uluabat Gölü'nden tutulan ve Karacabey Hali'nde yere boylu boyunca uzatılan, boyları üç-beş metreyi bulan yayın balıkları da yok artık. 

"Zeytinyağlı yiyemem aman"
Marshall planının bir parçası olarak zeytinyağlıyı "tü kaka" edip, margarini dayatan politikalar sonucunda Türk halkına zeytinyağlı yiyenin cahil olduğu şarkılı türkülü zerk edilir  Tereyağ ve zeytinyağ lanetlenir, sıra sıra Vita'lar, kalıp kalıp Sanayağ'lar baş tacı edilir. Şarkıya göre sadece yağ değil, Sümerbank basması da "eziklik" göstergesidir. 
Böyle böyle başlarlar 10 yılda her savaştan alnının akıyla çıkan genç Türkiye'nin ayarlarını bozmaya...
"Köylü milletin efendisi" iken ve Cumhuriyet ile birlikte her köye bir okul açılıyor iken, şimdi köylerde kimseler kalmamıştır. Öyle ki öğrenci yokluğundan birçok köy okulu kapanmış, birkaç köyün çocuğu taşımalı sistem ile başka bir köyün okuluna taşınır olmuştur.

Açlık Oyunları
"Aç ayı oynamaz", "Tok açın halinden anlamaz", "Aç bırakma hırsız edersin, çok söyleme arsız edersin", "Allah açlıkla terbiye etmesin" gibi sözlerde, her şeyin başının da sonunun da bedenin kendini yaşatma üzerine kurulu olduğunu görürüz. Kıtlık ya da afet günlerinde yamyamlık baş gösterir. "Platform" gibi filmlerde sistemin adaletsizliği sorgulanır. 
Savaşlarda bir ülkeyi dize getirmek için şehir kuşatma altına alınır. Kale dışındaki tarlaların ürünleri kaleye giremez. Şehrin ambarları doluysa ve yiyecek içecek bakımından kendini garantiye almışsa uzun süre kuşatmaya dayanır. (* İstanbul tarihi boyunca otuz iki kez kuşatılmış.) Yine bir çeşit kuşatma olan ambargoyu atlatabilenler, hayatî anlamda dışarıya bağımlı olmaktan ziyade gücünü kendi içinden alanlardır. (* Önce Türkiye'nin haşhaş üretimini durdurmamasına, sonra da Kıbrıs Barış Harekâtı'na kızan ABD'nin 74-78 yılları arasında Türkiye'ye uyguladığı ambargoyu unutmadık. 70 sente muhtaç bir hazine, yakıt, tüp ve yağ kuyruklarında bekleşen insanların duruşu onurlu bir duruştu. Kötü komşu insanı ev sahibi yapar misali, bu ambargo sonucunda Türk Savunma Sanayii kuruldu.)
Ki ülkemiz kendi kendine yeten bir ülke olmakla övünürdü. Şimdi ise kendi verimli arazilerimize beton bloklar ekip, dışarıdan buğday pirinç mercimek gelmediği takdirde ektiğimiz o taş blokları yiyecek haldeyiz. Et desen ona keza, süt desen ona keza. Artık pazardaki maydanozun bile "dikeni" var! 
Mümin Ceyhan
Ağzımızın tadını bozanlar
12 Mart 2011 tarihinde, Görükle'de hizmete giren Mümin Ceyhan Bursa Kültür Kaynakları Araştırma Kütüphanesi'nin kurucusu Mümin Ceyhan, açılış konuşmasının ikinci bölümünde, artık içinde öğrenci yaşamayan, Ünikent'i ve yaşanan sıkıntıları şöyle anlattı: 
"Ünikent bir öğrenci kuruluşuydu. Kütüphane bu öğrenci kuruluşunun çatısı altında gerçekleşti. Maalesef şimdi yok. Siyasal iktidarın aldığı bir kararla öğrenci barındıran özel kurumlar çeşitli baskılarla kapatıldı. Bu kurumların Milli Eğitim'e bağlı olarak çalıştırılması üzerine baskı yapılmaya başlandı. 24 Ağustos 2024'e kadar süre verildi. Bu süreye rağmen, 14 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra öğrencilerin tümünü Ünikent'ten çıkarmak için Gençlik ve Spor Bakanlığı personeli ve polis nezaretinde baskın yapıldı. Örnek olarak yapılan ve yapıldığından bu ayna 25 yıl boyunca hiçbir olay yaşanmayan Ünikent'te kızlar ver erkekler ayrı odalarda kalmasına rağmen, ayrı ve tel örgülerle ayrılmış bloklar olacak, her bloğa bir mescit açılacak, MEB'e bağlı müdürler ve sorumlular olacak, MEB'in denetimine girecekti. Süre olmasına rağmen öğrenciler boşaltıldı. (Daha önce de kütüphanede kadın personel çalışmasına olumsuz tepki göstermişlerdi.) Şimdi artık Ünikent'in sihri bozuldu. Burası artık öğrencilerin olmadığı bir kütüphane. Bursa Büyükşehir ve Nilüfer Belediye Başkanları'na söylemek isterim ki; Bursa üzerine bu kadar birikimi olan kütüphanemiz tarihî ve merkezî bir mekânda yaşamaya devam etsin. Biz sadece sembolik bedel ödeyeceğimiz bir mekân istiyoruz. Personel ve genel giderleri karşılamayı taahhüt ediyoruz. Daha önceki müracaatımızla, Nilüfer Belediye Meclisinden çıkan (on yıllık) karar bizim için uygun olmadı. Bu kütüphanede Bursa vardır ve bu kütüphane yaşatılmalıdır. Kent sorunluların bunu düşünmesini talep ediyorum."
Bu konuşma üzerine Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Mehmet Aydın Saldız, konuyu Bursa Büyükşehir Belediye Başkan Mustafa Bozbey'e ileteceğinin sözünü verdi.
Gelişmeleri takip edeceğiz...
Dönersiz Bursa olmaz
11 Mayıs günü saat 10:00'dan 15:00' dek süren etkinliğin öğlen arasında, Bursa'nın olmazsa olmazı "Bursa döneri" pilav üstü olarak ikram edildi. 
Forumda akademisyenler geçmişten ve günümüzden istatistikler sundu, Bursalılar anıları eşliğinde Bursa adetlerini  anlattı. 
****
Bursa'nın lezzet yolculuğu geçmişten gelip geleceğe uzanıyor. Bursa göç alan bir kent ve her gelen Bursa'ya kendi kültürünü taşıyor. Bu da Bursa'yı kozmopolit biz zenginliğe taşıyor. Bu çokluk ve karmaşıklık içinde Kestane Şekeri'ni ve Bursa Döneri'ni kimse tahtından edemiyor.
13 Mayıs 2024 / C.E.Y.

Konuyla ilgili birkaç yazım:
Doyuyoruz ama açız! / 28 Ekim 2016

6 Mayıs 2024 Pazartesi

Nilüfer Kadın Korosu Salonlara Sığmıyor

Yüzümde koskocaman bir gülümseme, elimde gecenin her anını kaydetmek istediğim telefonum ve arkamda, yanımda, sağımda solumda yüzlerce izleyici ile birlikte müzik ve dansın iç içe geçtiği, adeta enerji patlamasının yaşandığı Bursa Nilüfer Kadın Korosu konserlerinden birindeydim dün akşam.
Dr. Aysel Gürel şefliğinde Bursa Nilüfer Kadın Korosu bu konseri Anneler Günü'ne ithaf etmişti.
Bu konser, 2005 yılında yola 25 kişiyle çıkıp, zaman içinde 175 kişiye ulaşan koronun verdiği 190'nıncı konserdi. Koro, seneye yirminci yılını kutlayacaktı. Konserlerin yirmi yıllık izlenme sayılarına bakacak olursak, galiba 20. Yıl Konseri, Bursa Yüzüncü Yıl Atatürk Stadyumu'nda gerçekleşmeliydi.

Merinos Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi'nde düzenlenen bu akşamki konsere ilgi o kadar büyüktü ki, salon, merdivenlerine kadar doldu. Bulunan her boşluğa bir sandalye yerleştirildi, konseri kimi izleyici yerde, kimisi sandalyede, kimisi ayakta izledi. Yer bulamayıp dönenler ise bir dahaki konseri bekleyecekti. (Bu arada söylemeden geçemeyeceğim Merinos AKKM, bahçesinden kulislerine kadar elden geçmeli.)
Koro konserde Türk müziğinden örnekleri danslarıyla pekiştirerek söyledi. Hepimizin aşina olduğu sanat müziği eserleri, Balkanlardan Karadeniz'e, Malatya'dan Kırşehir'e Anadolu ezgileri, 70'lerin kimisi romantik kimisi yüksek tempolu pop şarkıları ile "ortaya karışık" harika bir konser izledik.
Koronun kendi üyelerinden oluşan ve Gala Kültür Sanat Merkezi Kurucusu, Müdürü ve Dans Eğitmeni Selçuk Yıldız tarafından çalıştırılan Bursa Nilüfer Kadın Korosu Halk Oyunları Topluluğu'nun dansları ise parmak ısırttı. 
Kolay değildi bizim yaşımızda dakikalarca sahnede hamsi paluğu gibi bir o yana bir bu yana zıp zıp zıplamak. Kolay değildi her dans için ayrı kostüm giymek. Kolay değildi sahneyi ekiple birlikte uyum içinde paylaşmak. Kolay değildi koreografiyi unutmamak. Kolay değildi yere diz çökebilmek ve oradan kalkabilmek. 
"Bursa Ateşi" olarak hepsini layıkıyla yaptılar. Hem kendileri çok eğlendiler hem de bizleri çok eğlendirdiler. Lakin eğlencenin arkasında büyük bir çalışma olduğunu unutmayın. Her ne kadar sahnede hepsi yaşsız görünse de, yaşları 40 ila 70+ arası değişiyor. O yüzden dansçıları bir de bu haliyle değerlendirin. Evet, hepsi kocaman bir alkışı hak etti değil mi? O yüzden konser alkış sağanağı altında geçti.
Her bölümde bir solist solo yaptı. Gülnur Ekler, Rabia Yılmaz, Nurhayat Öcal ve Nuran Akın gecenin solistleriydi. Her solo alkışlar ve çiçekler eşliğinde nihayetlendi.
Gecenin şehir dışından konukları olmasının yanı sıra ülke dışından da konukları vardı. ABD'nin Orlando eyaletinden ve Hollanda'dan gelen konuklar konseri büyük bir hayranlıkla izledi ve konser sonunda çiçek takdiminde bulundu.
175 kadından oluşan ve şefliğini de bir kadının yaptığı koro, kendisini izlemeye gelenlere kadının gücünü, hayatın nasıl yaşanabileceğini ve başka hayatlara nasıl dokunabileceğini gösterdi. Onların bazısı öğretmen, bazısı bankacı, bazısı memur, bazısı ev hanımıydı. Yıllarca ülkelerine hizmet etmiş, emekli olmuşlardı. Çocuklarını büyütmüş, yuvadan uçurmuşlardı. Bazıları torunlarıyla haşır neşir oluyorsa da şimdi artık onların yaşama zamanıydı. 

Farklı müzik türlerini seslendirmeleriyle Türkiye’nin, belki de dünyanın ilk ve tek korosuydular. Kına gecesinden sıra gecesine, gezekten yabancı dilde ezgilere ne varsa hepsini sahneye taşıyorlardı. Koro aynı zamanda bir "show" grubuydu.
Koro çeşitli şehirlerde ve hatta çeşitli ülkelerde konserler verdi. Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Hollanda, İtalya, Letonya, Portekiz ve Kıbrıs’ta konserler vermişlerdi. Son olarak da konser vermek üzere 43 kişilik bir ekip ile 24 Nisan’da Mısır’a gittiler.
Basının onlara taktığı isim gibi, onlar "Gönüllü Kültür Elçileri"ydiler. 
****
2013 yılından bu yana izlediğim koro konserlerini Nilüfer'deki salonlarda verirken sadece bizimdi. Nilüfer salonları koro için yetersiz kalmaya başlayınca, konserlerin yeni adresi Merinos AKKM, koro da tüm Bursalıların oldu. 
Tüm konserlerini STK'lar yararına veren, ayrıca kendisi de dernekleşerek çeşitli yardım faaliyetlerinde bulunan koro, her zaman dediğim gibi "Her Derde Deva" bir koro. 

Her ne kadar konserlerde yer bulmanın zorluğundan yakınılsa da, farklı kesimlerden gelen kadınların bu konserleri izlemesi hayatlarına boyut katmaları bakımından önemli diye düşünüyorum. Sahnede çoğunu bildikleri şarkılar kendi hemcinsleri tarafından seslendiriliyor, üstelik bu kadınlar dans da ediyor, üstelik bu kadınların eşleri ve çocukları onlarla gurur duyuyor, soloya çıkan koristin yakınları ellerinde çiçeklerle sahneye koşuyor, sahnede koskocaman bir sevgi yumağı oluşuyor... 
En iyi öğrenme göz ile olur derler. Kadın evinden çıkıyor, konsere geliyor.  Ve konsere gelen her kadın hayatı yaşamaya dair bir şeyler öğreniyor. 
Daha iyi bir örnek olamaz. 
En iyisi biz "Gönüllü Kültür Elçileri" sıfatının yanına "Gönüllü Sosyal Elçiler"i de ekleyelim.
Ne dersiniz?

6 Mayıs 2024 / C.E.Y. 
Gecenin konser kayıtlarına buradan ulaşabilirsiniz.

2013'ten 2024'e Bursa Nilüfer Kadın Korosu yazılarım
Var mı böyle bir koro? / 31 Ocak 2017
Su Gibi Aziz Olun... / 17 Mart 2017

23 Nisan 2024 Salı

Vefatının 60. Yılında Musa Ataş

Bursa Grubunun dışarıya açık düzenlemiş olduğu üçüncü etkinlik, Musa Ataş’ın 60. ölüm yıldönümüne istinaden, Bursa Gazeteciler Cemiyeti katkılarıyla Basın Kültür Sarayı, Nilüfer Sahnesi'nde gerçekleşti.
Bursa’nın en eski gazetecilerinden, aynı zamanda BGC kurucu başkanı olan Musa Ataş’ı, kızı Serap Ataş Öztat’ın anlatımlarından ve bana teslim ettiği arşivinden oluşturarak bir sunum haline getirdim.
Araştırmacı Yazar Deniz Dalkılınç ve Gazeteci Yazar Hacı Tonak arkadaşlarım da Musa Ataş’ın hayatından kesitler sundu.
Bursa ve dünya tarihini hem yazarak hem de fotoğraflayarak anlatan Musa Ataş’ı anlamaya ve anlatmaya bir ömür yetmez.
O yüzden ben, elimdeki bu arşivi zaman içinde dijitalleştirerek, Bursa araştırmacılarına miras bırakmak istiyorum. Bir yandan da onu kitaplaştırmaya çalışıyorum. 
Daha önce Ataş’ı anlatan biyografik bir kitap yazılmamış.Birkaç yıl önce Dr. Öğretim görevlisi Şafak Etike, Musa Ataş hakkında bir makale yazmıştı.  “Bir Gazetecinin Kaleminden Cumhuriyet Bursa’sı - Musa Ataş’ın Bilinmeyen Hâkimiyet-i Milliye Yazıları” başlıklı o makaleyi aynı isimle kitaplaştırdı ve okuyucuya sundu.

Musa Ataş sağken kendisini tanımadığımdan, onu hep anlatılanlarla, anlatıldığı kadar biliyordum. Babam dayılarını dilinden düşürmezdi. Her yıl muhakkak beni artık hayatta olnmayan Musa Ataş'ın evine, yaşayan ailesine götürürdü. Onlarda çok zaman geçirirdim. O evi çok severdim. Ama çocuktum ve babalarını sormayı akıl etmezdim.

Bir insanı en iyi kendi ağzından, kendi anlatımlarından tanıyabiliriz. Ben de onun arşivleyerek sakladığı yazılarını okurken ve bir yandan da onları bilgisayara dökerken, kendisini tanımaya ve anlamaya başladım.
Onu, kendi el yazısı ile anlattığı hayatı, Kurtuluş Savaşı günleri, Atatürk, İnönü, Cumhuriyet’in kuruluşu, Bursa’nın gelişmesi üzerine yazdığı yazılar, Merinosçuluk ve Merinos Fabrikası, Çelikpalas, Uludağ, kayak turizmi, gazetecilik anıları, Cemal Nadir başta olmak üzere dostları, arkadaşları, İkinci Dünya Savaşı günleri, Demokrat Parti dönemleri, hayat ve dünya üzerine yazdığı ve her satırında kendi özünden yansımalar taşıyan yazılarla tanıdım. Karşısında oturmuşum da sohbet ediyormuşuz gibi okuduğum yazılarında, insan yanını ortaya koyduğunu, toplum için ne kadar yenilikçi ve ne kadar mücadeleci olduğunu gördüm. (Son zamanlarda onun alkolle olan dostluğuna bakıp, zaman içinde bu mücadele onu ne kadar yormuş olmalı ki, yorgunluğunu gidermenin ya da yanlışları görmezden gelmenin yolunu birkaç kadehte bulmuş diye düşündüm.) 

Musa’nın 1901 yılında Dağıstan’da başlayan  hayat yolculuğu, 23 Nisan 1964’te Bursa’da son bulmuştu. Bursa gazetelerinde muhabir olarak çalışmış, ayrıca köşe yazarlığı yapmıştı. Yıllarca Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinin Bursa temsilcisiydi. Bursa'da sporun, sanatın, eğitimin, sanayinin ve turizmin gelişimiyle ilgilenmiş, Stad müdürlüğü ve kayak ajanlığı görevlerinde bulunmuştu. Basın şeref kartı alan ilk gazetecilerdendi. Aynı zamanda Bursa Gazeteciler Cemiyeti'nin de kurucu başkanıydı.
Bunca sene içinde; 1944 yılında “Bursa Kılavuzu”nu, 1948 yılında “Tarih ve Tabiat Şehri Bursa”yı,  1949 yılında “Bursa Sanatları”nı, yine 1949 yılında “Dünya Cenneti Uludağ”ı, 1960 yılında “Elli Yıl Önce Bursa” kitabını, 1952 yılında da “Bursa Kaplıcaları ve Otelleri Broşürü”nü yayımlamıştı. Gazete küpürleri içinde 1948 Turistik ve Ekonomik Bursa broşürü reklamı da gördüm. Çıkıp çıkmadığını bilmiyorum.

Yazılarını; Fıkra, Görüşler Düşünceler, Doğuşlar, Bir iki satırla, Bursa Mektupları, Memleket Mektupları, Siyasî İcmâl gibi başlıklar altında toplamıştı.

Gazete küpürlerini okurken 1948 yılına ben de onunla birlikte, Musa Ataş’ın o dönem çalıştığı Hacıağa gazetesinin bodrum katında (bodrum palasta) gazete çalışanları ile birlikte, radyo başında girdim.  Havaların ve insanların eskisi gibi olmadığını, bunun sebebinin de atom bombası olabileceğini anlattığı ironik yazısında, tüm o etkilerin hâlâ daha devam ettiğini düşündüm.
Henüz 19 yaşlarındayken Birinci Dünya Savaşı’nı da, Kurtuluş Savaşını da cephede yaşamıştı. İkinci Dünya Savaşı’na girmemiştik ama o yazılarında hep savaşa hazır olmamız gerektiğini savunuyordu. İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra yazdığı yazılarda da bu endişesini ve ordumuzun da ülkemizin de güçlü olması gerektiğini sık sık dile getiriyordu.
Yazılarını giderek, görerek, konuşarak, dinleyerek, sorarak yazmasının yanında, yurt dışı haberlerini radyodan dinleyerek yazıyordu. Bir yazısında Moskova’daki 1 Mayıs Bahar Bayramı’nı radyodan dinleyerek anlatmıştı.,
Bir yazısında onunla ve Hacı Ağa gazetesi sahibi Lütfi Can ile birlikte ben de Yalova’ya gittim. Otomobilleri Yalova’ya vardığında vapur kaçmıştı ve Musa Ataş İzmit körfezini dolanarak yaptıkları ızdıraplı yolculuğu öyle muzip bir dille anlatıyordu ki, gülmemek kâbil değildi.

19 Dakikada İstanbul
"Musa Ataş 19 Dakikada İstanbul’a nasıl uçup gittik" yazısına, “Hayatta ‘heyecan’ kadar sevdiğim bir şey yoktur.” cümlesiyle başlamış. Kurtuluş savaşında girip çıktığı muharebelerden beri heyecanlı hareket ve hadiselerden hoşlanmayı adet edindiğini, kayak sporu ve dağcılıktan bunun için çok zevk aldığını söylemiş. Yazısında, ilk defa 1932 yılında Bursa’da ad konma töreni yapılan bir askerî tayyare ile uçtuğunu, Türk Hava Kurumu’nda Basın temsilcisi bulunduğu için o zamanki reisin kendisinin uçmasını istediğini, bindiği tayyarenin pilotunun Eskişehir hava mektebinde uçuş muallimi üsteğmen Azmi olduğunu, Azmi’nin ona türlü çeşit akrobatik hareketler ile uçuş keyfini yaşattığını, fakat o günkü tayyarelerin bugünkü tayyarelerin yanında sivrisinek kadar küçük kaldığını anlatmış. Yolculuk için biletleri iki gün önce almışlar, 13:15’te Buntaş önünden hareket edip 13:30’da havaalanına varmışlar. Uçak 21 kişilikmiş. Koltukların önünde, (diğer koltuğun sırtında), birer kese kâğıdı varmış. Emniyet kemeri bezdenmiş. Hareketten önce kulaklar için birer parça pamuk dağıtılmış. Ama o yüksekliğe dağcılıktan alışık olduğu için pamuğu kullanmamış. 13:55’te motorlar çalışmaya başlamış. Tecrübeli pilot B. Basri’den uçağı Bursa üzerinde bir tur ettirmesini rica etmiş. Pilotun Bursa üzerinde attığı turu, uçağın Mudanya’ya yönelişini, Marmara’dan geçerek Yeşilköy’e inişini an be an anlatmış. Uçuştan o kadar memnun kalmış ki; “19 dakika süren bu yolculukta pantolonumuzun ütüsü bozulmamış, iskarpinimiz toz olmamıştı” diyor. İnişten sonra Devlet Havayollarının bir otobüsünün kendilerini Yeşilköy istasyonuna bıraktığını, oradan trenle Sirkeci’ye gittiklerini, bu yolculuğun ise 35 dakika sürmesinin can sıkıcılığını yazıyor.
Bursa –Yeşilköy 19 dakika, Yeşilköy–Sirkeci 35 dakika diyor.

Ben yazıların içinde böyle kaybolurken kendi el yazısı ile not tuttuğu küçük defter imdadıma yetişti. Kendi hayatını yine kendisi yazarak anlatmıştı. Benim için en önemli kaynak o defter oldu. 

Onun defterlere yapıştırarak sakladığı yazılarından bazıları zaman içinde yapışkanı kuruyarak sayfadan ayrılmış ve ben o sayfaların arkalarına da baktım. Sayfa arkalarındaki döneme ait yazılar da okunmaya değerdi. Her yazı adeta geçmiş zamanlar elçisiydi.

Bir haberin başlığı, “Zeytinyağı satışlarının tanzimi - Tüccar ihracatın dolarla yapılmasını istiyor”, yanındaki haberde Tayyareci Vecihi Hürkuş’un ilkokul ve ortaokul öğrencilerine sivil havacılığı anlatmak üzere okul ziyaretleri yaptığı yazıyor. Müzeyyen Senar babasını ziyaret etmek için şehre gelmiş, Ticaret Bankası Müdürü Zeki Ulay vefat etmiş, Avrupa’da harp korkusu varmış, havacılık sporunu geliştirmek maksadı ile kurulan Kanatlılar Cemiyeti şehrimizde şubesini kurmak için yedi kişilik müteşebbis bir heyet faaliyete geçmiş, Erkek Lisesinde Namık Kemâl günü düzenlenmiş… Ve dahası…

Kalbini samimiyetle açarak kaleme alan Musa Ataş’ın yazılarında, hayat felsefesini anlamaya çalışmak, acısıyla tatlısıyla yaşadığı hayatın izlerini sürmek, klavyede her harfe dokunurken onun daktilosuna dokunan parmakları olmak, her cümlesini birlikte kurmak, onun yazılarından dönemin isimlerini öğrenmek, dedikodularına kulak vermek, meslektaşlarıyla olan tatlı atışmalarını gülümseyerek dinlemek, dertlendiği mevzuların hâlâ devam ettiğini içim burularak görmek, bu yolculukta Musa Ataş olmak hem çok keyifli hem de çok ama çok anlamlıydı. Adeta zamanda yolculuktu.

Yazılarını elektronik ortama tek tek aktarırken ben O oluyordum. Sonra O herhangi bir anda benim bedenimde canlanıyor ve yaşamaya başlıyordu. “Bak Musa dayı,” diyordum, “hani sen böyle böyle anlatmışsın ya, şimdi onlar şöyle şöyle oldu. Bak senin yürüdüğün caddeler şimdi böyle, bak tek katlı bahçeli evlerin yerinde sıra sıra apartmanlar var, bak eski Çelikpalas hâlâ yerinde ama daha sonra yapılan otelin yanında Gulyabani gibi upuzun camlı bir otel diktiler. Üzüleceksin ama Uludağ’a eskisi kadar kar yağmıyor, trafik keşmekeşinden kurtulup Bursa’dan çıkabilirsek Mudanya’ya gitmek 15 dakika, gelsin diye çok mücadele ettiğin tren ise hâlâ Bursa’ya gelmedi.”
Kâh o anlatıyor ben dinliyorum, kâh ben anlatıyorum o dinliyor. Bazen gülümsüyor, bazen hınzırlığına şapka çıkartıyor, bazen onun o naif anlatımı ile hüzünleniyor, çok zaman da “Ne kadar haklısınız Musa Dayı.” diyorum.
Biz konuşurken babam bizi kenardan izliyor. Zaman zaman söze girip, “Aferin benim kızıma!” diyor. “Hep resim yapardın, sana sergi açalım derdim ama böyle yazdığının farkında değildim. Madem yeteneğini Musa Ataş’tan aldın, onu anlatmak da sana düşer. Aferin, durma anlat!” diyor. Ben daha çok yazıyorum.
Durmaksızın yazarken, babamın, dayısı Musa Ataş’tan bahseden cümleleri çıkıp geliyor aklıma derinlerden. Babamın sesi ile Musa’nın yazıları birbirine karışıyor.
Ben tam 1 yaşımdayken göçmüş bu dünyadan Musa Ataş. Ben doğduğumda “Ali’nin bir kızı daha olmuş” deyişini hatırlıyor kızı Serap. O gün doğan o kız şimdi büyüdü ve seni yazılarından tanımaya, tanımayanlara tanıtmaya, unutanlara hatırlatmaya çalışıyor Musa Ataş.
Musa, ablası Fatma’ya (babaanneme) ne kadar düşkünse, yeğeni (babam) Ali’yle de o kadar yakın. Babamın fiziksel benzeyişinin dışında el yazısı da Musa dayısına benziyor. İlkokulu ikinci sınıfa kadar Siği/Kumyaka köyünde okuyan bir adam olan babamın, okumaya, yazmaya ve kitaplara olan düşkünlüğünün altında dayısına olan hayranlığının yattığını söyleyebilirim. Ve tabii ki benim de…
eserek defterlere yapıştırmış ve böylece ardında koskoca bir arşiv bırakmış. Bu arşivdeki yazıları ben de tek tek bilgisayarda yazmaya başladım. Yazarken çok zaman Musa Ataş’ın parmakları oldum, dili oldum, sözü oldum, sesi oldum. Artık cümlelerin sonunu nasıl getireceğini, söze nasıl başlayacağını biliyordum. Derin hislerle okuduğum yazılarından sonra Bursa’ya olan bakışım değişti. Bu sefer de ben onun gözleri oldum, ona Bursa’nın yeni halini gösterdim.

Yazılarını okurken ne kadar adil yazdığını, yanıldığı zamanlarda yanılgısını nasıl kabul ettiğini, her zaman hakikatin peşine düştüğünü gördüm. Vefalıydı, hakikatliydi, çalışkandı, muzipti, duyguluydu, nüktedandı, vatanseverdi, ateşliydi, tutkuluydu, sıkı bir entelektüeldi.

Musa Ataş’ın “Türk Milletinin makûs talihini yenen Birinci İnönü” başlıklı yazısını kayda geçirirken bir baktım ki günün tarihi 11 Ocak 2024. Birinci İnönü 6-11 Ocak 1921 tarihleri arasında gerçekleşmişti. Musa Ataş bu yazıyı savaşın 19’uncu yılında, yani 11 Ocak 1940’ta yazmıştı. Yazının yazılışının üzerinden geçen 84 yılın ardından yazı kitaba alınmak üzere yine aynı günde elektronik ortama aktarılıyordu.

Kitap çalışması boyunca bu ve bunun gibi pek çok kesişme içimi ürpertti, Mesela; benim hayatımda önemli yer tutan rakamların, (üstelik sırasıyla), onun basın kartının numarası olduğunu gördüğümde yaşadığım hayreti tahmin edersiniz…

Yazmaya başladığı 1920’lerden 23 Nisan 1964’teki vefatına kadar olan süredeki Bursa cemiyet hayatını, iş hayatını, kültür hayatını, Ankara ve İstanbul ile olan temaslarını ilk ağızlardan dinleyerek, görerek, yaşayarak kalem almıştı. Onun yazılarında, dönemin tarihe mal olmuş isimlerine rastlamak ne kadar da sıradandı.

Türkçesi zengin, dili edebî, yazı dili ise şimdiye göre farklı. Televizyonun henüz olmadığı, insanların havadisleri radyolardan ve gazetelerden öğrendiği zamanlar. O yüzden gazeteciler her olayı detay detay anlatıyor, adeta resmediyor. Yazılar genelde uzun, bazı yazılar ise tefrika halinde. İnsanlar okumaktan haz alıyor, çünkü okurken her şeyi kendisi de yaşıyor.
****
Hep zamanda yolculuk yapmak ister ve benim olmadığım dönemlerde neler yaşandı acaba diye düşünürdüm. Bu vesile ile 30’larda, 40’larda neler yaşandığını gördüm. Yazıların yazıldığı tarihlerdeki mevzuların kimisi eskimiş, kimisi hâlâ günceldi. O günlerde tahmin edilmeye, öngörülmeye çalışılan gelecekte yaşıyordum şimdi ben. Onların tahayyül ettiği her şey olmuş bitmişti.

Mesela 30’lu yıllardaki yazılarda konu en çok dünyanın içinde olduğu büyük çalkantıydı. O günlerde onlar İkinci Dünya Savaşı’nın başlayacağını ve savaşta 60 milyon kişinin öleceğini, savaşı bitirmek için Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılacağını henüz bilmiyorlardı.

Ama ben 30’lu yılların yazılarını okurken neler olacağını biliyordum. Dünyanın önündeki 15 yıl çok büyük acılarla geçecekti.

O, Demokrat Parti’yi ve Adnan Menderes’in muhalif tutumunu eleştiriyor; 26 Ağustos Büyük Taarruz’u anlatırken, “Afyon taarruzundan korkunç tablo” yazısında; “Ve şüphesiz biz böylece bugün kaldırıma düşen bir demokrasi (!) için harp etmiyoruz.” diyordu.
Ben ilerleyen yıllarda o meydanlara darağacı kurulacağını biliyordum.

Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış, Cumhuriyet dönemine emek vermiş biri olarak; “Bizler 19 yaşında gençler, kamyon kasalarına doluşmuş harbe gidiyorken aklımızda sadece vatan vardı” diyor ve vatanına olan bağlılığını gösteriyordu.

Keşke yazılarla değil gerçekten de zamanda geri gidebilseydik ve gidişatı değiştirebilseydik diyor insan, sonra da kendi arzusunu kendi çürütüyor. “Bu gidişlerin sonu mu var? Hadi İkinci Dünya Savaşı’nı önledin, ya Birinci Dünya Savaşı’nı, ya öncesini, ya daha öncesini, ya çok öncesini? Hangi birini nasıl düzelteceksin? Belki birini düzeltirken diğerini bozacaksın. Sen en iyisi geçmiş zamanları düzeltmeyi bırak da, kendi çağında barışı sağlamaya bak!”

Yazımın başında Şafak Etike’nin kitabından bahsetmiştim. Etike’nin kitabının tanıtım yazısı Musa Ataş’ın kısa bir özeti aslında:
“Bağımsızlık savaşında bir kurtuluş destanı yazanlar, Cumhuriyet'in ilk yıllarında da bir kuruluş destanı yazmaktaydılar… Musa Ataş, Bursa'da o destanın hem anlatıcısı hem de yazıcılarındandır. Musa Ataş, Cumhuriyet kadrolarının yazdığı Bursa destanını anlatmaktadır… Kurtuluş Savaşı'na katılmış bir Türk aydını, Bursa Gazeteciler Cemiyetinin kurucu başkanı, duayen gazeteci Ataş'ın 1928-1934 yılları arasında Hâkimiyet-i Milliye'de yayınlanan “Bursa Mektupları” sadece Bursa'yı anlatmaz. Yüz yıl önce Cumhuriyetimizin nasıl kurulduğunu, buğdayı bile dışardan alan bir milletin kendi ipeklisini üretir hâle nasıl geldiğini bize en canlı biçimde göstererek geçmişle bugün arasında köprüler kurar… Ataş'ın Hâkimiyet-i Milliye yazılarından herkesin öğreneceği şeyler vardır. Gazeteciler, halk için ve kamu yararı için nasıl gazetecilik yapıldığını öğrenirler. Valiler, belediye başkanları ve diğer yöneticiler, o en zor yokluk zamanlarında yolların, hastanelerin, fabrikaların ve okulların nasıl inşa edildiğini, modern kentlerin imkânsızlıklar içinde nasıl kurulduğunu okurlar. Doktorlar, sıtma ve diğer hastalıklara karşı hiç karşılık beklemeden verilen büyük mücadelelere tanıklık ederler. Öğretmenler, yüzlerce yıl karanlıklar içinde kalmış bir halkı aydınlatma savaşının nasıl verildiğini görürler. Ve bu mektupları okuyan herkes, en önemlisi de gençler, Cumhuriyet'in nasıl kurulduğunu öğreneceklerdir. Ataş'ın satırlarında o ruh, yüz yıl sonra yeniden hayat bulacaktır…”

MEORİNOS FABRİKASI
*** Yazılarında Merinos fabrikasının ülkemize sağlayacağı faydaları enine boyuna anlatan Musa Ataş’ın Merinos fabrikasının başka bir boyutunu anlatan bu yazısını o kadar sevdim, o kadar etkilendim ki, buraya da koymak istedim. Şehirle röportaj yapmak kimin aklına gelebilirdi? Kim sabahın erkeninde gördüğü bu manzarayı bu kadar etkileyici anlatabilirdi? Hem duygularını, hem bilgisini böyle insanın içine zerk olacak derecede kim harmanlayabilirdi? O Musa Ataş’tı…
Şehirden Reportaj / Sabahları Merinos fabrikasına akan insan nehri…
“Karacabey’den sabaha karşı Bursa’ya dönüyoruz. Tan yeri henüz ağarıyor, Uludağ, şehrin üstünde haşmetli bir silonet halinde yükseliyor. Bursa derin bir sessizliğe gömülmüş uyuyor... 
Yalnız Merinos fabrikasına giden asfaltın üstünde bu sessizliği bozmayan sessiz bir insan nehri akıp gidiyor. Kadın, erkek, genç, ihtiyar yüzlerce ameleden mürekkep karmakarışık bir insan yığını yürüyor... Bunlar fabrika işçileridir. 
Kiminin koltuğunda çantası, kiminin nevalesini saklayan bir paketi var. Sabahın ayazında pardesülerinin yakalarını kaldırmış kimseler, alaca karanlık içinde zor seçilen tipler, sabah uykusunun tatlı mahmurluğunu bozmaya çalışır gibi ağır ağır ilerliyorlar... Altıparmağı dönüyoruz, Kuruçeşme’ye çıkıyoruz. Elân bu insan nehrinin arkası alınmamış bulunuyor. Evlerinde yavrularını uykuda bırakmış genç analar, belli ki: Onların maişetini kazanmak için uykularını terk etmişler... Fecirle birlikte fabrikaya gidiyorlar. Manzara görülecek haldedir. 
Merinos fabrikasının, bu memlekete hiç bir şey kazandırmadığını farz etsek, yalnız orada çalışan yüzlerce insanın geçindirdiği binlerce nüfusun bu yüzden mayişetlerini kazanması bile bu muazzam devlet müessesesinin kuruluşunda Bursa lehine kaydedilen hikmeti işarete kâfidir. Kaldı ki: Bursa’dan Çanakkale’ye kadar uzayan engin meralarda yetiştirilen Merinos sürüleri mevcudiyetlerini sadece bu fabrikaya medyun olmasınlar.  
Büyük sanayide devletle birleşmenin memlekete temin ettiği en büyük kazanç da budur. Çünkü: Böyle milyonluk fabrika kuracak aramızda kaç vatandaş vardır? 
Nehir akıyor ve ben bunları düşünüyorum. Bursa, bu manzarasile hakiki bir sanat şehri yaşıyor... Yolunuz düşer ve sabahın o saatinde uyanabilirseniz, Merinos asfaltının başında durup bu azametli tabloyu siz de seyredersiniz.

”FIRTINA (4 Aralık 1935) . 
“Üç günden beri fırtınayla kucak kucağayız. Yalnız kucak kucağa değil, hatta göğüs göğüseyiz. Pençeleşiyoruz. Yakamızı şapkamızı sımsıkı tutuyoruz. Buna rağmen yenimiz, eteğimiz açılıyor; ensemizden giren bir tutam toz, soluğu sırtımızdan belimizde alıyor, kaşınıyoruz, mustarip oluyoruz; evimizde sallanarak bizi rahatsız eden, uykumuzu kaçıran camı, dörde bükülmüş kâğıt parçalariyle sıkıştırdığımız halde o; bu camı isterse top gibi yerinden koparıp alıyor ve bin parça ederek uzaklara götürüyor.
Bunun adına (Lodos!) diyorlar. Bence bu bir lodos değil, tabiatın insanlara verdiği bir hayat ve ibret dersidir.
Yüz binlerce yıllık tabiat hayatı içinde insanın bir tutamlık hayatı da işte böyledir.
Günlük güneşlik ve bulutsuz geçer gibi görünen hayatı günün birinde müthiş bir fırtına ile karşılaşacağı zaman insan iki hal ile baş başa kalır! 
Birincisi; eğer bu fırtınaya karşı göğüs gerebilirse mücadeleyi kazandı gitti demektir.
İkincisi; onun ortalığı kasıp kavuran sağanaklarına dayanamadığı gün; tıpkı Setbaşı köprüsünden yuvarlanıp giden şapkalar gibi bu hayat mücadelesinde göz göre göre partiyi kaybetmiş olur. 
Tabiatın verdiği her ders; küçüklerden tutunuz da büyüklere kadar herkes için en kuvvetli ibret levhasıdır.”

BU YAZIYI YAZDIĞINDA, GÜN GELİP HAYATININ SETBAŞI KÖPRÜSÜNDEN YUVARLANIP GİDEN ŞAPKALARA BENZEYECEĞİNİ BİLİR MİYDİ?

23 Nisan 2024 / C.E.Y.


29 Mart 2024 Cuma

"Medenî Kanun Sil Baştan Yazılamaz!"

Bursa Barosu Kadın Hakları Merkezi tarafından düzenlenen ve MEF Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Av. Nazan Moroğlu tarafından verilen bir konferanstaydım bugün. BAOB Ortak Salon'da gerçekleşen konferansın konu başlığı "Medeni Kanun, 6284 Sayılı Kanun ve Kadınların Kazanımları" idi ve konferansta "Kadının İnsan (OLMA) Hakları" konuşulacaktı.
Av. Nazan Moroğlu
Av. Nazan Moroğlu'nu daha önce Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği'nin İstanbul'da düzenlenen "Önder Kadın Ödül Töreni"ninde tanımıştım. Bu kez canlı dinleme fırsatını buldum. Sayın Moroğlu, kadın hakları üzerine yaptığı çalışmalarla pek çok saygın kurum ve kuruluş tarafından defalarca onurlandırılan, pek çok kadına ışık olan, pek çok kadına el uzatan, 2021 yılında da Uluslararası Üniversiteli Kadınlar Federasyonu’nun (GWI) 100. yılına özel hazırladığı GWI Pioneers: Dünyanın 100 Öncü Kadını Listesi'nde yer almış, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi bir kadın, bir kadın avukat ve bir kadın öğretim üyesi. Kadın sıfatını özellikle bastırarak söylüyorum; çünkü o; kadın haklarını savunurken kadınlığından ödün vermeyen ama kadınlığını kimsenin gözüne sokmayan, fikri hür, vicdanı hür, mücadeleci, kazanımların da, henüz kazanılmamışların da, kaybedilmişlerin de farkında, insan gibi insan bir kadın.
Ve ben bugün adeta onun dersinde bir öğrenciymiş gibi büyük bir hazla dinledim kendisini...
Konferansa Bursa Barosu Başkanı Av. Metin Öztosun'un yanı sıra, genç kadın avukatlar katıldı. Avukat hanımlar sordukları sorular ve konulara olan hakimiyetleriyle içimdeki umutları yeşerttiler.

Konu malum: KADIN...
Hani şu, konuşmaktan bıktığımız, hak aramaktan usandığımız ve neden "yok" sayıldığımızı anlamadığımız konu. İnsan seçmediği bir durum için nasıl yüceltilir ya da nasıl aşağılanır değil mi? 
Kadın konusu sakıncalı ancak AİLE KURUMU baş tacı. Kadın olmadan aile nasıl olunacak sorusunu sormayın, cevap yok! 
Yazıma Av. Nazan Moroğlu'nun konuşmasından kısa başlıklar alıntılayarak devam ediyorum:
1990 yılında kurulan "Kadın Bakanlığı" 8 Haziran 2011 tarihinde kaldırılır, yerine "Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı" kurulur, 2018 yılında, "Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı" olarak yeniden yapılandırılır. 21 Nisan 2021'de adında ve politika alanında "kadın olmayan" "Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı" kurulur. 

Kadın yok, aile var!
Kadın ortalarda dolanmasın, erkekten rol çalmasın, insanı günaha sokmasın, haddini bilsin, evinden çıkmasın, kocasına KADINLIK, çocuklarına ANALIK yapsın! Hak mak, eşitlik meşitlik karıştırmasın.

Hele siyasete hiç bulaşmasın!
Moroğlu, konuşmasında siyasette kadın oranına dikkat çekti. 1935 yılında dünya ikincisiyken 2023 yılında 105. sıraya düşmüşüz. Dünya ülkeleri kadın siyasetçi oranlarını hızla yükseltirken biz yerimizi koruyamamışız. Üstelik seçme ve seçilme hakkına dünya ülkelerinin pek çoğundan önce kavuşmuş bir ülke iken...

Nisa taifesi gözü açılmadan erkenden evlensin!
Kadınlarda evlenme yaşı 1926 yılında 18 iken, 1938'de 15 ya da 14'e çekildi. 2002'de 17, olağanüstü şartlarda ise 16 yaşa alındı. Yüz senede epey ilerleriz derken...
Not: 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun (TCK) 6/1-c maddesi uyarınca 18 yaşını doldurmamış kişi çocuktur. Çocuğun "kendi rızası" olmaz!

Evlense ayrılmasın, ayrılsa nafaka talep etmesin!
Halk arasında nafakanın süresiz olduğu algısı söz konusu fakat yoksulluk nafakası ile iştirak nafakası birbirine karıştırılıyor. Hukukta 'süresiz nafaka' yok. Nafaka, kadının çalışmaya başlaması, yeniden evlenmesi veya bir başkasıyla fiilen evli gibi yaşaması durumlarında kesiliyor. Ayrıca nafakayı illa kadın talep edecek diye bir şey yok. Yoksul olan kimse o talep ediyor. Genelde de erkekler eşlerinin çalışmasını (ki bir zaman bu bile kocanın iznine tabiydi) istemedikleri için onları mesleksiz ve gelirsizliğe, yani kendilerine mahkûm ediyorlar. Sonra da taşıdıkları yük ağırlaştıkça bunalıyorlar. Yeni bir hayata geçiş yapmak isteyince kadını kapının önüne dımdızlak koymaya kalkışıyorlar. 
Haliyle kızılca kıyamet kopuyor.  
Mümkünse acıkmasın, susamasın, nefes almasın!
E ya çocuklar? Onlar da mı hiçbir şey talep etmesin?
Evin ihtiyaçları için eve para bırakmaktan ödü kopan erkekler için de çözüm var diyor Moroğlu. "Evin geçimi için gereken parayı doğrudan kadının hesabına yatırtabiliyoruz. Böylece kendisine evin dışında  bir hayat kurmaya çalışan erkek iki evi birden idare edemeyince "el mahkûm" evine, yuvasına(!), dönüyor." diye ekliyor. Eve "el mahkûm" dönen kocaya ne yapılacağı evdeki kadına kalmış artık...

Miras meselesi
Kocası ölen kadın yasal olarak kocasına ait varlıkların dörtte birine sahip oluyor. Mirasın dörtte üçü çocuklarına kalıyor. Çocukları yoksa miras, ölenin ana-babasına, kardeşlerine diye devam ediyor. Moroğlu burada da "katılma payı"ndan söz ediyor. Sağ kalan eşin mirasın yarısına, sonra da yarısının 1/4'üne sahip olabileceğini söylüyor. 

Soyadlarına özgürlük!
Biliyorsunuz, evlenince soyadı değişen kadın oluyor. Aslında bu zorunlu değil. Karşılıklı anlaşmayla kimin soyadının kullanılacağına karar verilebiliyor. Tansu Çiller-Özer Uçuran Çiller çiftini hatırlayın. Soyadının evlilikle değişmesi de şart değil, isteyen bir kişi adını olduğu gibi soyadını değiştirmek için de mahkemeye başvurabiliyor.

Önce önlem, sonra mücadele
Koruyucu sağlık hekimliğindeki gibi, aile içi şiddette de önce şiddeti önlemenin yolları aranmalı, bunun için eğitime çok erken yaşlarda başlanmalı. Eğitimde geç kalınmış vakalarla da yılmaksızın mücadele edilmeli. Ediliyor da. 4320 ile 6284 sayılı kanun ve kadını da erkeği de bu açmazdan çıkarmayı kendine ilke edinmiş hukukçularla edilen mücadeleler başarıya ulaştıkça kadınlar birbirlerine yol gösterir oluyor.

Şiddet Çeşitlerimiz
Şiddet sadece fiziksel değil. Ekonomik, cinsel, ruhsal, sosyal ve dijital şiddet de var. Şahıslar şiddeti ihbar ve koruma kararı almak için karakola, jandarmaya, kolluk amirine, mülkî amirliğe (vali, kaymakam), aile mahkemesine ve baroların Adli Yardım ve Kadına Yönelik Şiddet Bürolarına başvurabilirler. Şiddet mağduru kişilerle karşılaşan sağlıkçılar vakayı hastane polisine bildirmekle mükelleftir. 
****
Hepimizin büyük bir alaka ile dinlediği konferansın sonunda Genel Sekreter Av. Yener Poroy, Av. Nazan Moroğlu'na anı plaketi verdi. Sonra da hep birlikte kameralara böyle poz verdik.
Hukukçuların hukuk diliyle konuştukları, sorunlara kanunlarla çözüm aradıkları bu toplantıda ilerlemeleri ve gerilemeleri bir arada gördük. Bir yasanın 9 yıl çık(a)mamasına şaşırdık. Nazan Moroğlu gibi öncü kadınların ömürlerini kadın haklarına ve eşitliğine vakfetmelerine büyük bir minnet ve saygı duyduk.
Diyanet İşleri'nin "Koca izin vermezse kadın çalışamaz" söylemi, müftülere resmî nikâh kıyma yetkisinin verilmesi, hükümetin hep bardağın dolu tarafını gösterip yapılmayanları söylememesi ve medenî kanunun sil baştan yazılmaya çalışılması bizlere, laik hukukun simgesi devrim yasamıza ve medenî hukukumuza sahip çıkmamız gerektiğini gösteriyor.
Yolumuz, "Medenî Kanun Sil Baştan Yazılamaz!" sloganı ile yola çıkanların yoludur...
29 Mart 2024 / C.E.Y.

KADIN üzerine yazdığım yüzden fazla yazıdan sadece birkaçı:
Hesapta biz de varız! / 5 Aralık 2016
Eşitlik Berekettir / 7 Mart 2017
İzin verme, BEKLET! / 4 Ocak 2018