27 Nisan 2015 Pazartesi

Nice yaşlara Mor Salkım

Mor Salkım Kadın Dayanışma Derneği'nin yoğun kar yağışının olduğu bir güne denk gelen toplantısına hava muhalefetine rağmen katılmış ve derneğin çalışmalarını sizlere Farklılıklarıyla Mor Salkım başlığı altında anlatmıştım.
İşte o dernek artık 3 yaşında.
25 Nisan Cumartesi günü yaş gününü kutlamak için Nilüfer Dernekler Yerleşkesi'nde düzenlenen etkinliğe ben de katıldım.
Sağlık problemlerine rağmen etkinliği iptal etmeyen Dernek Başkanı Dilek Üzümcüler'in ve dernek üyelerinin bugüne özel çalışmalarını sosyal medya üzerinden takip ediyordum.
Başkan Dilek Üzümcüler yaptığı açılış konuşmasında; Mor Salkım Derneği olarak daha yolun başında olduklarını belirtti ve kadına yönelik şiddetin durması için ellerinden gelen her türlü mücadeleyi vereceklerinin altını çizdi.

Başkan'ın ardından dernek üyeleri de konuştular tek tek. Pek çoğu gözyaşlarına hakim olamadı konuşmalar esnasında. Katılımın yoğun olduğu organizasyona gelerek katkı koyan ve destek olan herkese ayrı ayrı teşekkür etti Dilek Üzümcüler. Kızları Burcu ve Nur Üzümcüler'in ve dernek gönüllülerinin yanında eşi Haluk Üzümcüler'eydi en büyük teşekkürü.

Dernek olarak 3 yılda 978 kadın ve 520 çocuğa dokunmuşlardı. Destek hattına gelen aramalarla sayısı 150'yi geçen kadına ulaşmışlar, dertlerine derman olmuşlardı.
35 acil durumda kadına psikolojik ve hukuki destek vermişler, birebir görüşmüşlerdi. Güçlenene kadar destek verdikleri kadınlar güçlendikten sonra "Biz artık iyiyiz" deyip ayrılıyorlar, kimseye yük olmuyorlardı...
Tekrar belirtmeden geçmeyelim; Mor Salkım hem devlet politikaları üretiyor, hem de saha çalışmaları yapıyor.
Gençlere ve çocuklara, özellikle de kahvedeki erkeklere şiddetin tanımını yaptırıyor, yönlendirme ve farkındalık çalışmaları düzenliyor. Yapılan çalışmalarla medyanın dilini değiştiriyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimleri verip tecavüz ve taciz vak'alarına müdahil oluyor.
En önemlisi de dernek siyasetler üstü çalışıyor...
23 üyesi içinde 4 gönüllü psikolog ve 3 avukat barındıran Mor Salkım güçlü bir dernek.
24 saat açık bir şiddet hatları var ve ayrıca Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve TBMM şiddet üst komisyonun yazılışı görüş istediği tek kurum. Bunun dışında, Valilik üst kurulunda yer aldıkları için kendi konumlarında tekler. Bugüne kadar 50 bin kişiye dokunan dernek vakıf olma yolunda hızla ilerliyor.

Nilüfer Dernekler Yerleşkesi'nde gerçekleşen bu etkinliğe, Osmangazi, Yıldırım ve Nilüfer Belediyeleri Kent Konseyi üyeleri, bazı kadın sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ile AK Parti Nilüfer İlçe Başkanı Celil Çolak ve çok sayıda davetli katıldı.

Kendilerine nice yaşlar diliyor, emeklerinin sesi olmak için elimden geleni yapacağımı belirtmeden geçmiyorum...

Şu dünyada bir Firez olmak

Çocukların bir enstrüman çalması ve sanatla haşır neşir olmasına olan inancımdan çocuklarımın ikisi de kısa da olsa bir müzik eğitiminden geçtiler. Birisi klavyenin tuşlarında tanırken sesleri, diğeri gitarın tellerinde gezindi.
Lakin ikisi de müzik üzerine devam etmedi.
Bu eğitimlerden onlara bir kaç tını, bana da o tınıları öğretenlerin arkadaşlıkları kaldı.
90’lı yılların sonunda Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Müzik Öğretmenliği Bölümü’nde öğrenci olan Efgan Rende, o zamanlar altı-yedi yaşlarındaki oğluma öğretmenlik yaparken, aynı zamanda o yaş grubundaki ilk öğrencisine eğitim veriyordu.

Yıllar geçti, çocuklar büyüdü, Efgan Hoca mezun oldu ve Bursa’dan ayrıldı.
Sosyal medya vesilesi ile kesişen yollar bizleri tekrar birbirini takip etmeye vardırdı.
Ben onun yaptığı çalışmaları takdirle izlerken, uzun zamandır İstanbul Avni Akyol Güzel Sanatlar Lisesi‘nde öğretmenlik yapan Efgan Rende, yine aynı okulun öğretmenlerinden olan arkadaşı Ali Kâzım Akdağ ile yeni ve farklı bir projeye imza attıklarının ve 27 Nisan günü konser vermek için Bursa’ya geleceklerinin müjdesini verdi bana. Projenin adı Bağlama&Gitar Duo idi. Albümlerini de çıkartmışlardı. Firez ismini verdikleri albümlerindeki gibi bağlama ve gitarı sahnede çalacaklardı.
Vakit gelip de Bursa’ya geldiklerinde konser öncesi sohbet etmek için sözleştik ve kampüste buluşarak konserin verileceği Prof.Dr. Mete Cengiz Kültür Merkezi’ne geçtik.
Onlar önce ses provalarını yaptılar, enstrümanlarını konsere hazırladılar.

Sonra da bana zaman ayırdılar ve birlikte müzik dolu bir sohbete koyulduk.
Bu kısmı soru-cevap olarak anlatmak istiyorum sizlere.

Hoş geldiniz Sevgili Efgan, hoş geldiniz Sevgili Ali Kâzım. Öncelikle şunu sorayım, ben daha önce böyle bir proje duymadım. Var mıdır?
Ali Kâzım Akdağ: Bu anlamda yapılmış, gitarın ve bağlamanın eşit derecede rol aldığı bir çalışmaya biz rastlayamadık. Denenmiş fakat yayınlanamamış ta olabilir. Var olan çalışmalarda genelde bağlama solist, gitar ise eşlik saz konumunda. Biz ise düet yapıyoruz. Her iki çalgı düzenlemeye göre eser içinde hem solist hem de eşlikçi.
Efgan Rende: Bizim kendi camiamızdan insanlar da soruyor nasıl oluyor diye. En güzeli konserde dinlemeleri. Daha önce yapılmış çalışmalar var ama hiç kaydedilmemiş. Ne notaya alınmış ne de albüm olmuş.  Proje olarak bakılmamış.
Bu projenin albüm haline geliş yolculuğunu sorsam…
A.K.A.: Uzun bir süreç bu. Bilgi ve birikimlerimizi karşılıklı paylaşmak amacıyla başladık. İki enstrümanın duo repertuvar eksiği olduğu gerçeğinden hareketle bu alana katkı sağlayacak üretimler yapmak istedik. Pek çok şey yazdık, çizdik, denedik. Bu çalışmaların sonucu olarak ortaya çıkan eserlerin duyurulması gerekiyordu, bu da profesyonel bir yaklaşımla yani albüm aracılığıyla olmalıydı.
E.R.: Sanatsal projelerin müzik endüstrisinde yer alması gerektiğini düşünüyorum. Projenizi albümleştiremezseniz müzik endüstrisine dahil olamıyorsunuz. Bir performans olarak geçip gidiyor; kalıcı olamıyor.
A.K.A.: Albümünüz varsa müzik dünyasına girmiş sayılıyorsunuz. Bir bakıma giriş kartı o oluyor.

Bunu kim akıl etti?
E.R.: Ali etti.
A.K.A.: Böyle bir eksikliği fark ediyordum. Daha önceden albüm tecrübelerim vardı. Yapımcı firmalar aracılığı ile müzik endüstrisiyle bağlantılarım var. Böyle bir proje yapılırsa albümleşmeli diyordum. Albüm yapmak düşünüldüğü kadar zor bir iş değil aslında. Siz yeter ki yaptığınız işi tamamlayın ve gidip görüşün. Bir şekilde sonuçlandığını göreceksiniz.
Bir de anlayan kişiyle görüşmek lazım tabii. Vizyonu olan yapımcıyla. Genelde ekonomik anlamda iş yapacak müzikler seçilir malum…
A.K.A.: Türkiye’de popüler müzik tercih edilse de uluslararası camiada sanatsal olan projeler firmaları bir yerlere taşıyor. O yüzden firmalar bu tarz projelere yakın duruyorlar. Çünkü Türkiye’de çok ses getirmese de yurtdışında ‘‘Benim firmam var, ürünlerim var” dediğinizde sunabileceğiniz şeyler bu tarz işler oluyor.
E.R.: Bazen prodüktörleri de aşan konular var. En çok da dağıtım konusunda sıkıntı var. Tekelleşme söz konusu. Raflarda yer almak kolay değil. Hele de böyle projelerle yer almak…
Albümünüzü almak isteyenler nereden alabilecekler?
A.K.A.: İnternet alışveriş sitesi olan 
www.esenshop.com ‘dan temin edilebilir. Albümümüzün adı Firez. Ya albümün adını ya da isimlerimizi (Efgan Rende - Ali Kâzım Akdağ) yazdıklarında bulabileceklerdir.
Firez adı nerden geliyor?
A.K.A.: İlk bestemizin adıdır Firez. Halk ağzı bir terimdir. Ekinler biçildikten sonra toprakta kendiliğinden filizlenen bitkilere firez denir. Bu isim besteye de albüme de yakıştı.
Kaç eser var albümde?
E.R.: On eser var. Sekizi duo olarak yorumladığımız eserler. Her iki enstrümanın da solosu olsun istedik. O yüzden birer tane de sololarımız var.
Eserler daha çok Türk bestecilerden mi, yabancı bestecilerden mi seçildi?
E.R.: Repertuvar halk müziği eserlerinden oluşuyor. Bir tek orijinal bestemiz var, o da Firez. Ali ile ortak bestemiz o ve ilk yaptığımız bestemiz. Öyküsü de şöyle; Dede Sazı ve Gitarla ilk buluştuğumuz, hadi bir şeyler yapalım dediğimiz gün eserin % 70’i çıktı. Çalarken insanları etkileyen bir tarafı var eserin. İnsanlar üzerindeki etkisini görünce tam “firez olmuş” diyoruz.
Sizin birlikteliğiniz de bir şekilde “firez” aslında değil mi?
E.R.: Evet, her şekilde örtüştü bu isim bizimle.

Konserlerinizde seyirci ile iletişiminiz nasıl?
E.R.: Konserlerimizde basılı bir program kullanmıyoruz. Konserler interaktif geçiyor. Parça aralarında konuşarak seyirciyi de konserin içine çekmek istiyoruz. Geçtiğimiz günlerde Caddebostan Kültür Merkezi’nde yaptığımız konser epey sıcak geçti. Gelenlerden çok olumlu dönütler aldık. Ayrıca bizi izleyenler arasında otoriteler de vardı.
Ali Kâzım ile nasıl buluştunuz?
E.R.: Ali ile buluşmamızı çok değerli buluyorum. 2012’den beri birlikte çalışmalar yapıyoruz. Yıllarca aynı okulda ders verdik. Ama albüm çalışması başka. Dünyaya eser bırakmış oluyorsunuz. Sizden sonra gelenlere bir anlamda yol açmış oluyorsunuz. Eminim ki bunun benzeri, daha güzelleri ve daha iyileri de çıkacak.
Konserlere kimler geliyor?
E.R.: Akademisyenlerin ilgisini çekeceğini düşündük. Kiminle buluşursa buluşsun bu proje insanı içine alıyor. Üniversitelerde olduğumuz kadar dışarıdaki insanlarla da buluşmayı hedefliyoruz.

Gitar ve bağlama birbirlerine çok da uzak değil, değil mi?
E.R.: Evet, iki enstrümanın da DNA’sı aynı aslında. İkisi de telli, ikisi de ağaç gövdeli, ikisinin de çok benzer çalınma özellikleri var.
‘Gitar ve bağlama birlikte olmaz’ dediler mi?
E.R.: Biz bu projeye başlarken ezberleri yok sayıp girdik. Deneye yanıla öğrendik. Olacağını düşündüklerimiz olmadı, olmayacağını düşündüklerimiz oldu.
A.K.A.: Bu iki çalgının birlikteliğiyle ilgili geçmiş duyuşlardan kaynaklı soru işaretleri var elbette. Yeni modeller ve fikirler ortaya çıktıkça bakış açısının değişeceği kanaatindeyim. Sonuçta bir çalgı ile yapılanlar çalanla ilgili bir konudur, çalanın yapabilecekleri veya yapmak istedikleriyle ilgilidir. Sanatsal açıdan nitelikli ve güzel olanı yakalama hedefiyle hareket emeliyiz. Bizim için en önemli konu tekrar edilebilir olması. Biz bu çalışmada tekrar edilebilir bir müzik yapmak istedik ki yaşasın.
E.R.: İkimizin de öğretmen olmamızdan kaynaklanıyor bu. Üstelik bizim çaldıklarımızı öğrencilerimiz de çalıyor. Kendimize saklamıyoruz. Zaten düzenlemelerimizi bir kitap haline getirmeyi amaçlıyoruz.

Yeni nesil çocuklar nasıl? Siz öğretmen olarak onları sınırlandırıyor musunuz?
E.R.: 90’lıların büyük çoğunluğu dediklerinizi yaparlardı. 2000’liler sorguluyorlar. Anlatmanıza rağmen yapmıyorlar. Odaklanma sorunları var.

Okula gelenler aileleri istediği için mi, kendileri istediği için mi geliyorlar?
E.R.: Her iki türlüsü de var. Eskiden Güzel Sanatlar Liseleri, Anadolu Lisesi konumundaydı. Özel bir diploma notuna sahip olmanız gerekiyordu girebilmek için. Daha sonra özel yetenek sınavına da giriyordu çocuklar. Bunlar da bir süzülme vazifesi görüyor ve yola süzülenlerle devam edildiği için başarı da artıyordu. İnsanlar artık meslek liseleri ya da genel liselere kaydolmamak için bizim liselerimize akın ettiler. Ama bizim gibi okullar özel amaçlarla kendine hedef koyanların gelebileceği okullar olmalılar. Tıpkı fen liseleri gibi…
A.K.A.: Öğrencilere doğru bir bakış açısı kazandırıp sonra enstrüman öğrettiğinizde başarı kendiliğinden geliyor. Fakat onlara gelecek adına iyi şeyler gösteremiyoruz bu ülkede. Sıkıntı orada. Gelecek kaygısı, öğrencilerin hem bu okulları tercih etmelerini hem de öğrenci profilini olumsuz yönde etkiliyor. Neden sanat eğitimi almalıyım? Sorusuna cevap olarak; biz bunu seçtik, ruhen çok tatmin olduk, çok mutluyuz demekten başka bir şey söyleyemiyoruz.

Ya yurt dışında sanatçı olmak?
E.R.: Çok farklı avantajları olsa da dünyada da popüler kültürün müzik endüstrisi üzerinde ağırlığı var. Ama sanatsal işler hala çok talep görüyor. Hala onların bir ekonomisi var, onların menajerleri var, talep edenleri var. Biz onlarla kendimizi kıyaslayamayız. İstanbul Gitar Festivali’nde ABD’de yaşayan Türk gitarist Celil Refik Kaya ile master class yaptı öğrencilerimiz ve bu soruları sordular. Ufuklarını açan cevaplarla karşılaştılar. Amerika’daki standartları anlattı çocuklara Kaya. Müzisyenin yapması gerekenleri anlattı. Her şeyden önce işin başında çalışmanın var olduğunu anlattı. Müzik eğitiminin sizi sadece öğretmenliğe hapsetmediğini anlattı.

Popüler iş yapanları nasıl görüyorsunuz?
A.K.A.: Bu bir tercih meselesidir. Nitelikli işleri tenzih ediyorum fakat popülist kaygılarla veya çeşitli bahanelerle sanatın basitleştirilmesini doğru bulmuyorum. Bir insanın sanatı anlayabilmesi için kendisini bu alanda biraz geliştirmesi gerekir. Bunun için müzisyen olmaya ya da müzik eğitimi almaya gerek yok. Dinleyerek, izleyerek ve karşılaştırarak öğrenebilir. Sanatı halka indirmek diye bir şey yok bence. Sanatı halk anlasın diye basitleştirmek niteliksiz ürünler ortaya koymanın en yaygın bahanesi. Sanat dâhil herhangi bir konuyu değerinde anlayamıyorsak bu bireysel bir meseledir. Bu durumda insanlar bireysel olarak kendilerini geliştirmelidirler ki yapılanı anlayabilsinler.
E.R.: Sanatın insana kazandırdığı en iyi şey estetik bilinçtir ve her alana yansır. Sanat algısı gelişen insanlarda estetik algısı da gelişiyor.

Aynı fikirdeyiz Sevgili Efgan, Sevgili Ali Kâzım. Güzel sohbet için çok teşekkürler.
(Efgan Rende ve Ali Kâzım Akdağ’ın akademik kariyerlerini bir önceki haber yazımda anlatmıştım.
Şimdi konser zamanı…
****
Sohbetimizi sonlandırıp konsere hazırlanmaları için Hocalarımızı kulise yolcu ettik. Konser saati yaklaştıkça salon da yavaş yavaş dolmaya başladı.
Üniversite konserlerine Uludağ Üniversitesi ile başlamış olmalarının altında yatan düşünce, Efgan Rende’nin bu okuldan mezun olmuş olmasının vefa duygusu idi.
Kendi eserleri olan Firez ile başladılar konsere, Tofiq Quliyev’den Akşam Mahnısı, Karadeniz’den Batum Türküsü, İstanbul’dan Üsküdar’a Gider İken, Trakya’dan Aman Bre Deryalar, Brezilya’dan Tico Tico no Fuba ve son olarak üç denizi dolaştıkları ve üç parçayı birbirine bağladıkları, Akdeniz, Ege ve Karadeniz’den havalarla konseri nihayetlendirdiler.
Ali Kâzım Akdağ sahneye sıra sıra yatırdığı 5,5 sazı da ayrı ayrı tanıtarak çaldı.
(Buçuk da ne derseniz, diyeyim; “Parmak Curası”)
Özellikle de tenor sazın gitar ile olan sakin uyumu dinlenmeye değerdi.
Sazın zaman zaman agresifleşen, zaman zaman insanın içine işleyen dokunuşları, gitarın insanı alıp uzaklara uçuran naif dokunuşları ile birleşince ortaya leziz bir performans çıkmış doğrusu.
Konser esnasında iki enstrüman bazen adeta düelloya tutuştular, bazense birbirlerine lütuflarda bulundular.
Enstrümanları çalanların yüz ifadeleri de notalarla birlikte değişiyordu. Göz temasını ise hiç kaybetmediler…
Konserin sonunda öğrencisi olan Efgan Rende’ye ve sahne partneri Ali Kâzım Akdağ’a teşekkürlerini sunan ve sahnede ufak bir konuşma yapan Murat Cemil’in de dediği gibi; iki halk enstrümanı olan Türklerin sazı ile İspanyolların gitarı aynı sahnede buluşmuştu…

Konser bitip de kulise geçtiğimde onları tebrik ederken söylediğim tek bir cümle oldu:
“İşte şimdi sohbetin içi doldu”
Müzik otoritelerinin bu konudaki yorumlarını bilemem.
Fakat dinleyenlerin yorumlarını alkışlar ve konser sonunda da kulise edilen akından anlayabiliyorum.
Bu iki farklı enstrümanı farklılıkları ile kullanmak ve onları birlikte var etmeyi başarmak enstrümanları kullanan mahir ellerin işiydi.
O eller de sanatçı ruhuna sahipti…
O yüzdendir ki sanatın insanlar üzerindeki en olumlu etkisi estetik bilincini oluşturmasıdır.
Ve bu bilinç hayattaki her alana yansır ve dokunduğu her yere güzellik katar.

Sanatsız kalmak ise ilk önce insanlığı siler atar.
Geriye de ‘görünen köy’ kalır…

26 Nisan 2015 Pazar

Şiirlerden şiir, kliplerden klip beğen

7 yaşlarında, biri erkek biri kız iki çocuğun 23 Nisan'da şiir okuyuşlarının videosunu izledim birkaç gün önce.
Şiirin dörtlüklerini erkek çocuk ile dönüşümlü okuyan kız çocuğunun içinin kaynayışını, gülmemek için kendisini zorlayışını, dörtlük okuma sırası kendisine geldiğinde yüzünün ciddi bir hal almaya çalışışını ve bunu başaramayıp, yani kendini tutamayıp kıkır kıkır kıkırdayışını.
Onun gülüşüne kayıtsız kalmak ne mümkün.
Hani zaman zaman nedensiz bir gülme krizine girer ya insan, bir türlü engelleyemez kendisini. Aklına en hüzünlü, en acılı şeyleri getirir gülme hissi uzaklaşsın diye, sonra da tüm tuttuklarıyla birlikte patlar kahkahası...
Durdurana aşk olsun...
İşte öyle şirin, öyle içten, öyle önlenemezdi onun kıkırtıları da...
O kıkırdamaya erkek çocuk da tutamadı sonunda kendisini.
Şiiri bitirmeyi başardılar neyse ki.
Mikrofonlarını teslim ederken yüzlerindeki ifadeler ile hem o anda orada, hem daha sonra ekran başında kendilerini izleyenlerde sevgi dolu izler bıraktılar...
İzlemek için tıklayın:

Çocukların şiir okuma mücadelesini izlerken ekranlarda iyi şiir okuyuşlarıyla aklımda kalanları andım.
Necdet Evliyagil'i mesela. Şiir programları yapan şair Atilla İlhan'ı mesela...
Ve günümüzün şiir okumayı en seven karakteri olan Cumhurbaşkanımız'ı mesela...

Şiir hisli insanların işidir.
Yazması da okuması da kolay değildir.
Cumhurbaşkanımız da hislenmiş ve okumuş sağolsun...
Çanakkale Zaferinin 100. Yıldönümüne ithafen çekilen klibin üzerine Arif Nihat Asya'nın ‘Dua' şiirini okumuş. Kendisi de gitmiş şehitliklere, el açmış, dua etmiş. Allah kabul etsin... 
İzlemek için tıklayın:
Kamera arkasını merak ediyor insan şimdi bu çekimlerin.
Siz etmiyor musunuz?
Senaryoyu yazanı, kamerayı kullananı, sesçiyi, ışıkçıyı, montajcıyı...
Yönetmenin işi de zor. Hadi figüranlara hükmetmek kolay. Ya koskoca Cumhurbaşkanı'na...?
Şehitlikteki o sahne bir kerede mi çekildi mesela?
İlk denemede olmadıysa yönetmen bunu nasıl söyledi? İkinci, üçüncü, dördüncü denemeler gerekti mi?
Yönetmenin dizleri 'Tekrar etmemiz gerek efendim' derken titredi mi?
Hadi film öyle böyle çekildi. Sonra sıra geldi üzerine şiir okunmasına. Bunun için de stüdyoda çalışılmasına.
Elde şiir metni ile bir kerede mi okundu acaba o şiir? Yoksa ezberden mi okundu? Okurken şaşırıldı mı?
Sabırsızlanmayın; sadece hayal etmeye çalışıyorum sahneleri...
Kameralara alışkın gerçi Cumhurbaşkanımız. Mikrofonlara da öyle...
Hüzünlü bakışları ve duygulu ses tonunu yakalamak zor olmamıştır kendisi için...

Çekimlerin sonunda montaj masasında filme Mustafa Kemal'i ve bayrağı da ekleyivermiş yönetmen, olmuş mu sana mis gibi bir video klip. İstemezükçüler ona da kusur bulmuş gerçi... Teknik hataları sıralamışlar ardı ardına...
Bize de yaranılmaz değil mi, ekleseler bir türlü, eklemeseler bir türlü...
Bir yerde bir "arıza" var da, ne?
****
Şimdi buradan başka bir videoya geçeceğim ve ikisinin kuyruğunu birbirine bağlayacağım.
Malum Cumhurbaşkanımızın öfkesinin dozu zaman zaman kaçıyor. Yukarıda anlattığım naif duygulardan eser kalmıyor. O zaman ağzından çıkanı kulağı duymuyor.
ABD Başkanı Obama ise her dem 'cool' hali ve kendisine muhalefet edenlere karşı esprili yaklaşımları ile hayranlık uyandırıyor.
Sinirlerini mi aldırmış acaba da hiç sinirlenmiyor? diyor insan.
Aldırmamış.
Bir videoda gördüm ki 'Cool Başkan Obama', 'Kızgın Başkan Obama'yı başka bir bünyede canlandırmış...
Kendisinin sakin sakin söylediklerinin açılımını tüm kızgınlıkla dile getiren bir başka Obama yaratmış kendisine.
Bir konuşması esnasında sahneye çıkan bu kızgın Obama'yı da bir komedyen oynamış. Aşağıda linkini verdiğim videoda izleyeceğiniz gibi ortaya epey eğlenceli ve düşündürücü görüntüler çıkmış.
İzlemek için tıklayın:
****
Görüldüğü üzre; Erdoğan da 'oynamış', Obama da.
Lakin birisi oyunun içine dalmış, -mış gibi yapmamış, diğeri ise havada asılı kalmış...
İzleyenleri kendisine inandıramamış...
****
İnsan içinde her duyguyu barındırıyor malum.
Bazen ağzını burnunu dağıtmak istediklerine, bazen de koşup boynuna sarılmak istediklerine karşı nazik bir tebessümle yetinebiliyor.
Duygularını kendisine saklıyor yani...
Bazen değmez diyor, bazen de şımarmasın...
Balataları sıyıranlar ise yokuş aşağı dümdüz gidiyor.

Aman diyim, ilerde ÇEVİRME var, RADAR var, MOBESE var...
Direksiyona sıkı sarılasınız, kontrolü elden kaçırmayasınız, hiçbirisine takılmayasınız...

22 Nisan 2015 Çarşamba

Koltuğa oturan o çocuk büyüdü

23 Nisan Koltuğa Oturma ve Beyanat Verme Günü geldi yine…
(2013’de son denmişti aslında ama izlediğimiz kadarı ile devam etmekte)
Valiler, Kaymakamlar, Belediye Başkanları, Garnizon Komutanları’nın koltuklarına şirin, çok bilmiş ya da çok öğretilmiş çocukları oturtacaklar birkaç saatliğine.
Çocuk şakıyacak “Birlik, Beraberlik, Barış, Oyun, Park, Doğa, Çevre” ve pek çok afili konu üzerine.
Çocuğun ettiği laflara gülünecek. İçin için “Fotoğraf çekimleri bitse de bir an önce koltuğumuza geri dönsek” denilecek. Ya da belki tüm bu ağır sorumluluklardan bıkmış bir halde, “Al çocuğum, hepsi senin olsun” diye düşünülecek.
Öğretmen tarafından seçilmiş o çocuğu kıskanacak seçilmeyen diğer çocuklar.
Seçilme ve seçilmeme duygusunun yarattığı eziklik ile kibir ilk olarak orada yaşanacak.
Gün gelecek yapılan bu seremoninin çocukları büyüyecek…

Böyle böyle derken bir de baktık ki o çocuklar büyümüş ve koltuklara talip olmuş.
İşte yarın artık bugündür, beklenen o gün artık bugündür…

CHP’nin Bursa’daki adaylarının doğum tarihlerine bakıyorum da; 1952 doğumlu Asude Şenol ile 1979 doğumlu Özgür Şahin iki ucu tutmuş, arayı da  50’li, 60’lı 70’li 16 aday doldurmuş.

Dün gece hepsi çıkıp haykırdılar iktidara geldiklerinde yapacakları çalışmaları.
Sayıları 30 milyonu bulan gençler, asgari ücretliler ve emeklilerdi hedefleri.
Artık somut kavramları soyut kavramların üzerine taşımış ve oradan yürümeye başlamışlardı.
Bayramlarda emekliye çift maaş, asgari ücretin 1 500 TL olması, Ayda 277 TL taksitle 70 metrekarelik ev sahibi olmak, mazotun 1,5 TL olması, kredi kartı borcu olanların faizlerinin %80’ininin silinmesi, bunları gerçekleştirebilmek için de israfın önüne geçilmesi…
Mevzubahis açlıksa geri kalan teferruattı. Önce insanı o açlıktan çıkartıp muhtaçlığını ortadan kaldırmak lazımdı.

Her aday insan haklarına, özellikle de kadın haklarına olan duyarlılığını anlattı.
Tüm bunlardan farklı olarak seçildiği takdirde Meclis’te edeceği yemini önce Bursa önünde etti 2. sıradaki Ceyhun İrgil.
“AND OLSUN Kİ….” diye başladı yeminine ve sıraladı yapacaklarını. En çok da sağlık ve yoğun bakım üzerineydi verdiği sözler.
3. sıradaki Orhan Sarıbal hakkını arayan işçilerin yanında olduğunu söylerken coşku iyice tavan yapmıştı.
Tanıtım sonlandığında adaylarla bire bir tebrikleşmeler başladı.
1. sıradan aday olan arkadaşım Lale Karabıyık için indim sahnenin önüne. Sonra Ceyhun İrgil’i gördüm ve kutladım.
Sahnedeki çiçeklerden birini tutuşturdu elime İrgil.
“Al evine götür. Burada ziyan olacak. Biz israfa karşıyız” dedi.
Aldım tabii…

Bizim dönemin çocukları işte böyleydi.
Bana hiç aykırı gelmeyen bu davranış başkaları için belki de çok küçük bir hareketti…
Ama bizlere ‘damlaya damlaya göl olacağı’ öğretilmişti.
Havuz problemlerinde ‘akan su ile boşalan suyun’ hesabı öğretilmişti.
‘Hak yememek, haksızlık etmemek’ öğretilmişti.
O yüzden “bugünlerin adamı”(!) olamadık işte.
Biz hep yarınlarımızı düşlerken de “olanlar” oldu…
****
Günümüze dönersek;
Dünün sembolik olarak koltuğa oturan çocukları bugün artık gerçek koltukların sahipleri.
Bugünün sembolik olarak koltuğa oturan çocukları yarınların gerçek koltuklarının sahipleri.

O yüzden; çocukların içinde birer büyük insan yaşadığını unutmamak lazım.
Çocukları angarya olarak görmemek lazım.
Onları önemsemek, saygı göstermek ve onların geleceğin yapı taşları olduğunu idrak etmek lazım.
Ve ülkenin harcından malzeme çalmamak lazım.
Yoksa yıkılan memleketin altında çoluk çocuk, genç yaşlı hepimiz kalırız..

Atamız’dan armağan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız Kutlu Olsun.
Ulusumuz egemen, çocuklarımız hep mutlu olsun…

12 Nisan 2015 Pazar

Örgüden ayakkabı, kumaştan kaporta, ağdan bahçe

Başlığa bakıp da, “Hiç olur mu?” demeyiniz…
Geleceğin şehirlerini tasarlarken ve yaratırken sadece inşaat malzemesi kullanılacak mı zannediyordunuz? Seramik, ahşap, cam, beton, çelik, demir, pvc ve irili ufaklı her detay için ayrı malzeme.
Ya tekstil?
İnşaatta tekstilin ne işi var diyeceksiniz. Evet, ben de; “İnşaat biter, evimize geçeriz, dikeriz perdelerimizi, alır yayarız örtülerimizi, koltuklara kumaş seçer, halıları koltuklara uydurur, öyleydi böyleydi döşeriz evimizi. İnşaat aşamasında tekstilin ne işi var?” dedim…
Çok işi varmış…
Dinledik, öğrendik…
Nerede mi?
3T – Tekstil Teknoloji Transfer Merkezi’nin, “Dostlarla Birlikte” sloganıyla, BUTTİM Kongre Merkezi’nde yaptığı sunumlarda.
****
Dünyanın önemli teknoloji ve AR-GE yapılanmalarından bir tanesi olan ve teknoloji transferiyle eğitim hizmetleri sunan 3T, Türkiye ve Almanya arasında know-how değişimi, mesleki ve akademik eğitim desteği sağlama, yenilikçi teknik tekstil ürünleri ve ortak kalkınma projeleri geliştirilmesi amacıyla Bursa’ya kurduğu ofisinin açılışını bir dizi etkinlik sonrasında yaptı.
Aachen Belediye Başkanı Marcel Philipp ve 100’ü aşkın Alman iş dünyası temsilcisi ile birlikte Türkiye’den de çok sayıda konuğun katıldığı ve tüm gün süren etkinlikte Bursa iş dünyasından tanıdık simalar da vardı.
Neden Bursa?
3T Teknoloji Transfer Merkezi CEO’su Uwe Merklein “Neden Bursa?” diye başladı söze ve sonra kendi sorusunu kendisi yanıtladı; “Çünkü Bursa Sanayi’nin Başkenti”
Biliyoruz ki Bursa’da sanayi çok çeşitli. Tekstil, otomotiv ve enerji şirketleri mevcut. Türkiye’de uzun yıllardır projeler yapan 3T, yatırım olarak Türkiye’ye Bursa ile giriş yapıyor. Teknoloji transferinde üniversite-sanayi işbirliğinin etkisinin farkında. Üniversitelerle yaptıkları ortak çalışmalar ile öğrenci ve akademisyen değişim programları var. AB fonları ve TÜBİTAK tarafından destekleniyorlar. Bursa’ya kalıcı olmak amacı ile gelen 3T BUTTİM’deki ofisi satın almış.
Almanya’da bir Türk; Bayram Aslan…
RWTH Aachen Üniversitesi Tekstil Teknik Enstitüsü Türkiye Müdürü olan Bayram Aslan, Almanya’daki enstitüde 15’in üzerinde iyi eğitimli Türk akademisyenin çalıştığını söyledi. Sanayicinin ihtiyacı olan her türlü alanda çözümler üreten ekip tekstil başta olmak üzere birçok sektöre hizmet veriyor. Teknik ve medikal tekstil, kompozit ürünler gibi birçok alanda çalışmaları var.
'Geleceğin Şehirleri' nasıl olacak?
Önümüzdeki yıllarda şehirlerde yaşayanlar kırlarda yaşayanların iki katına çıkacağını söyleyen Prof. H.C. Dr. Thomas Gries bu yüzden en çok enerjiye ihtiyaç var diyor.
Daha iki gün önce yazdığım “
Üretmek için de enerji lâzım, tüketmek için de” yazımı hatırlıyorum.
Şehir insanının ihtiyaçları çeşit çeşit. Trafik, İletişim, Sağlık Hizmetleri ve Atık sorunu dağ gibi…
Bunca karmaşaya rağmen “Zorlukların olduğu yerde fırsatlar da var” diyor Dr.Gries.
Sonra da tekstil ile ilgili bizi şaşırtmaya başlıyor.
“Tekstil sadece giyim mi?”derken projeksiyonda görüntüler dönmeye başlıyor.
Tekstil sert olabilir.
Tekstil esnek olabilir.
Tekstil yangına karşı dayanıklı olabilir.
Tekstil suya dirençli olabilir.
Tekstil ağ sağlayabilir.
Tekstil kapalı yapılar ile ağır yük taşıyabilir.
Sunum sırasında Uludağ Üniversitesi hocalarından bir soru geliyor; “Depreme dayanıklılıkla ilgili ürün geliştirebilir mi?”
Cevap; “Evet. Yeni binalar yapılırken de, eski binaların güçlendirilmesinde de tekstil kullanılabilir.”
Lastik pabuçlu adam
16 yıldır Adidas’ta çeşitli pozisyonlarda çalışan Liverpoollu Tim Lukas hedef ve hedefe gidilen yoldaki yolculuktan ve bu yolculuğu hızlandırmaktan söz etti hızlı hızlı. Sahneye gelir gelmez ayağındaki ayakkabılarının beyaz sünger tabanlarına dikkat çekerek kaşla göz arasında firmasının ilk reklamını yaptı.
Enerjik konuşması sırasında firmasının dünyayı nasıl gözlemlediğini ve yol haritasını buna göre nasıl belirlediğini anlattı. “Adidas Future Team olarak sporu, yaptığımız her şeyin odağına yerleştirmiş bir markayız.” dedi.
Değişim içindeki dünyaya ayak uydurmak için bir gecede ürün hazırlayacak hale gelmeyi hedefliyorlarmış. Speed Factory ile kendi tasarladığınız bir modeli tasarladıktan 24 saat sonra elinize alabilecekmişsiniz.
Sadece atçılık ve jokey ürünleri yokmuş Adidas’ta. Onların dışında ürün yelpazeleri çok büyükmüş. Her yıl 250 milyon ayakkabı çift ayakkabı üretiyorlarmış ve her model 21 farklı numarada üretiliyormuş.
Her renkte üretilmiş olduğu kadar, her parçası farklı renklerde üretilmiş ürünler de varmış.
Milyonlarca üretilmiş ayakkabının yine aynı sayıda tüketilmesi gerekiyor tabii değil mi?
Sunumlar arasında verilen kahve molasında, “Peki ya kim tüketecek bu kadar ayakkabıyı, her ay bir ayakkabı mı alacağız yoksa?” diyorum Tim Lukas’a; pazarlamada hedef aldıkları ülkelerin doğunun da doğusunda olduğunu söylüyor…
Almanya’nın Alman Türkleri
Almanya’daki ikinci nesil Türklerden Atilla Vuran insan davranışları ve etkileri üzerine epey etkili bir sunum yaptı bizlere. Pek çok aforizma ve pek çok örneklemelerle yaptığı tespitler hem yerindeydi, hem de eğlenceliydi.
“Alınganlık, lider olamama özelliğinden kaynaklanıyor” diyordu mesela.
“Neyi nasıl yapman gerektiğini söylersin ama içselleştirmek ve özümsemek başka. Hazır değilsen olmaz. O yüzden davranışı değil düşünceni değiştir” diyordu.
“Aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar beklemek aptallıktır” diyordu.
“Para ahlâk bozar, para iyilik yapar”,
“Düşüncelerimiz kaderimizdir”,
“Statüye odaklıyız”,
“Güven iyidir. Kontrol etmek iyidir. Kontrol edilen kontrol edildiğini fark ederse, o iyi değildir”,
“Güven hız demektir. Güven duymak hız kazandırır.” diyordu.
3T Bursa ayağı
3T Bursa Temsilcisi Ecem Zaimoğlu da yaptığı konuşmada; “Bursa’da kalıcı olmak için varız. Tekstil ve sanayi için gerekli olan AR-GE çözümlerimiz ile sanayiciler için doğru çözümler üreteceğimize inanıyoruz. Akademi sanayinin yapı taşıdır. 3T akademi ve pazar arasındaki köprüyü güçlendirmek, pazara sadece hizmet eden değil yön veren olmak için kuruldu” dedi.
Ve 3T hakkında kısa bilgi:
3T Tekstil Teknoloji; Sanayi içine tekstil makineleri geliştirme ve tekstil teknolojisi araştırma sonuçlarının transferi, Menkul ürünleri araştırma prototiplerin gelişimi, Sanayi doğrudan prototip, Gelişim ve tekstil makineleri ile bileşenleri inşaatı, Malzeme ve özellikle menkul ürün geliştirme, Yenilikçi tekstil yapıları, Test yöntemleri ve ölçme teknolojileri geliştirme, Süreç analizi, Ticari analiz ve Fizibilite çalışmaları açısından danışmanlık gibi pek çok alanda çözümler sunuyor…
****
Görüldüğü gibi daha çok üretimin hedeflendiği pazarda; “Daha hızlı, daha çok ve daha kaliteli nasıl üretirim?”in peşinde artık iş dünyası.
AR-GE bölümleri sürekli daha ileriye, hep daha ileriye diyerek proje üzerine proje üretmekte..
Rakiplerini geçip bir adım öne çıkmak ve pazardan pay kapmak tüm hedefleri.
Hedefsiz bir yolculuğun ya hiçbir yere ya da herhangi bir yere gittiğinin inancıyla kendilerine hep daha büyük hedefler koymaktalar.
Teknoloji marifetiyle iyice küçülen dünyada tüm dünya bir pazar halini almış durumda.
Herkes kendi tezgâhını kuruyor, herkes kendi malını satmaya çalışıyor.
Burada öne çıkan, doğru ve düzgün iş yaparak çalışanından ürettiğine, ürettiğinden tüketicisine ve en çok da çevreye saygılı olan oluyor…