29 Aralık 2011 Perşembe

Aklından bile geçirme!

Yani; senin olmayana el uzatmayacaksın, harama uçkur çözmeyeceksin, bilir bilmez konuşmayacaksın...
Genelde eline ve beline sahip olmakta o kadar zorlanmaz insan da, dilini tutabilmek her zaman en zorudur.
En son söyleyeceğini en başta söyleyiverir.
Çam devirir, pot kırar.
Patavatsızlık ettiği yetmezmiş gibi bir de “açık sözlülüğüyle” övünür...
Bilmez ki söz ağızdan çıktıktan sonra artık dönüşü yoktur.
Mesele o sözü söylemekten ziyade o sözü aklından geçirmemekte değil midir aslında?
Aklından geçirdikten sonra diline düşmesi de çok zaman almaz zaten...
İyi niyetli ve safdil insanların akıllarından kötülük geçmediği için dilleri de kötü bir laf edemez.
Kötü niyetli ama kurnaz insanlar ise kötü düşündükleri halde kendilerini engeller ve içlerindekini dışarıya pek belli etmezler.
Ancak çok gerildikleri ya da çok gevşedikleri zamanlarda patlayarak yüreklerinde biriken ‘kara kan’ı kusarlar. Biraz damarına basıp üzerine gittiğinizde gerçek yüzleri ortaya çıkıverir.
Ya da birkaç kadeh devirdikten sonra...
Eee ne demişler, sarhoşun söylediği ayığın düşündüğüymüş...
Hem kötü niyetli hem de kontrolsüz insanlarsa içlerindeki kötülüğü bir türlü engelleyemez, her yerde saldırgan ve asabi tavırlar sergilerler.
Gerçi; ‘sahte’ bir iyiliktense ‘dürüst’ bir kötülük her zaman daha kıymetlidir.
En azından gerçektir...
“Aşufte” kelimesini kullanan zat bu saydıklarımızdan hangi sınıfa giriyor bilemem ama dilinin kemiği olmadığı ve kadınlar için ilginç düşünceler beslediği besbelli.
Mesele malum;
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın periyodik olarak düzenlediği Başkent Toplantıları’nın son konuğu olan TRT Müdürü İbrahim Şahin’in TRT Şeş ile ilgili bir sorulan bir soruya cevap verirken, “Burada kadın yok değil mi?” demesi ve ardından da Rojin için “Aşufte Kadın” demesinden bahsediyorum.
Haberi okuduğumda ‘Müdür Bey acaba ne kadar zamandır bileniyordu Rojin’e’ diye düşündüm bir anda.
Kim bilir, belki de etrafında gördüğü her kadın için böyle düşünüyordur...
Belki de kendisini günaha sokan kadın kişilere duyduğu nefret Rojin’de hayat buldu. Bütün zehirli oklarını ona sapladı.
Böylece tek bir kelimeyle rengini ve duruşunu ortaya serdi.
Takke düştü kel göründü. Hatta keli örtmek için çekiştirilerek uzatılan, bir taraftan diğer tarafa aktarılan saçlar bile kelin görünmesine mâni olamadı.
“Benim üslubum böyle” diyerek kendini savunan kişi geri önce adım atmadı ama daha sonra büyüklerinin uyarıları üzerine özür dilemek zorunda kaldı.
Tabii bu dilenen özür ne kadar gerçek bir özürdür ve ne kadar samimidir, orası tartışılır...
****
Kişinin ağzından çıkan her kelime sadece ama sadece kişinin aynadaki kendi yansıması oluyor değil mi?
Bazı kelimeler için kavgada bile söylenmez deriz ya hani, işte o kelimeler öyle ulu orta her yerde sarf edilmemeli.
Tartışılan konunun dışına çıkılarak kişinin insani haklarına tecavüz edilmemeli. Onuru ve şahsiyeti zedelenmemeli.
Artık zaman değişti ve hiçbir şey iki kişi arasında kalmıyor.
Kimse kendisine edilen hakareti sineye çekmiyor.
Soluğu mahkemede alıyor. Hakkını arıyor.
Ben’ce;
Tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkartabiliyor iken, zehirli bir dil kullanarak insanları zehirlemek ve kendisinden uzaklaştırmak zaman içinde kendi yalnızlığını oluşturmanın ilk adımlarından başka bir şey olmuyor...
29 Aralık 2011 / C.E.Y.

28 Aralık 2011 Çarşamba

Özür dilerim...

'Ben kimseden özür dilemem!' derler.
Tamam, dilemeyin.
Özür dilemeyi gerektirecek davranışlarda bulunmadığınız sürece zaten özür dilemenize gerek de kalmaz. Siz de sevmediğiniz bir işi yapmak zorunda kalmamış olursunuz.
'Özür dilerim' demek, bu hatayı bir daha tekrarlamayacağım demektir.
Tekrarlanan yanlışlara hata denmez. Cehalet denir, öğrenmemezlik denir, aymazlık denir. Bir yanlış bir kere yapılır, bilemedin iki.
Özrü vardır, dilenir. Özrün kabulü sağlanır ya da sağlanmaz. Bu da karşı tarafın size olan inancı ve güvenciyle alâkalıdır. Hata çok zaman istem dışıdır, telafi edilebilir.
Yoksa; nasılsa özür dilerim affederler mantığıyla sürekli yapılan yanlışlara hata demek doğru bir tanım olmaz. Verilen zararlardan sonra bir de üstüne üstlük dalga geçercesine dilenen bir özre kim inanır?
Göz göre göre, bile bile aynı yanlışları yapmak sadece kendi menfaatlerinin peşinde koşan, çevresindekileri önemsemeyen insanların işi. Eğer ki yapılan iş azınlığın menfaatini sağlayıp çoğunluğa zarar veriyorsa ortada bir yanlış vardır.
Bunu bilinçli yapan kişiler yanlışlarını kabul edip özür dilemeye tenezzül dahi etmezler. Kendilerine göre ortada bir yanlış da yoktur nasılsa. Zaman içinde bu yanlışlara alışan insanlar neyin doğru olduğunu yavaş yavaş unuturlar. Her şey normal gelmeye başlar. Yeni düzen budur. Eskisi çoktan unutulmuştur.
Gün içinde minik özürlerimiz olur. Yanlışlıkla birisinin sırasını alırız, koluna çarparız, belki ayağına basarız. Fark ettiğimiz anda bunu bilmeden yaptığımızı belirten içten bir özür dilemeden geçmeyiz.
Bazen daha büyük olaylara sebebiyet veren hatalar yaparız.
Bir kazaya karışırız, belki de bir dedikoduyla bir canın yanmasına sebep oluruz. Özrün yetmeyeceği derin pişmanlık ve suçluluk yaratan bu durumun telafisini sağlayacak kelime ‘özür dilerim' olmaz o zaman. Kifayetsiz kalır.
Bir de hatalarını kabul etmek yerine hatalarını savunanlar olur. Lâfı dolandırdıkça dolandırır, türlü çeşit bahaneler sunar, kıvırır, kıvranırlar. Kıvrandıkça da 'özrü kabahatinden büyük' sözünü haklı çıkartırlar.
Oysaki dürüstçe söylenen bir 'Özür dilerim' cümlesi her şeye ilaç olacaktır.
Hata ortadadır, bu hatayı kabul ederek telafisine gitmek varken hâlâ daha savunmaya kalkışmak insanlara yapılan çok daha büyük bir hakarettir. Kabul edilmeyen hata doğurgandır. Daha büyüklerini doğurur, daha çıkmazlara sapar. Kendi girdabını oluşturur, ilk olarak da merkezdekini yutar.
Bir de devletin milletine yaptığı yanlışlar vardır.
Yanlış verilen kararlar sonucunda hapislerde yıllarca günahsız yatanlardan nasıl bir özür dilenebilir. Sadece ‘Pardon' mu denilir? Boşa geçmiş bir yirmi yıl, bir beş yıl hangi özürle geri gelebilir?
Son günlerde yaşadığımız, kabullenilmeyen ve sürekli savunulmaya çalışılan durumdaki hatanın mağduru olan insanların mağduriyetleri nasıl giderilebilir? Onlardan nasıl bir özür dilenir? Ya da dilenir mi? Dilense de o özür hangi işe yarar? Kimi memnun eder? Neyi geri getirir?
Bir kez daha benzer bir olayın yaşanabileceğini düşünen insanlara böyle bir şeyin tekrarlanmayacağının güvencesini kim verebilir?
Kimsenin koruyamadığı, devletin sahip çıkamadığı kadınların katledilmesinde kimlerden özür dilenir? Ölüp giden kadınlardan mı, perişan halde geride kalan çocuklardan mı?
Alkollü araç kullanıp can kayıplı kazalara sebep olan sürücü kimden özür dileyebilir? Suçu kime atabilir? TEKEL'e mi? Araba üreticilerine mi? Yollara mı?
Kısacası; kendisinden başka herkese mi?
Hatasız kul olmaz. Hatasından ders alabilen, tekrarlanmasına izin vermeyen, aklını kullanan, vicdanlı ve merhametli insan olabilmek marifet olan.
Böyle bir tasaları olmayanlar hayatlarını nalıncı keseri gibi hep kendilerine yontarak yaşıyorlar.
Bu arada unuttukları bir şey var:
Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner...
28 Aralık 2011 / C.E.Y.

23 Aralık 2011 Cuma

Göğüs farkıyla kadın olmak…

Sanat camiasından, yaşı genç sayılabilecek yaşta ve toplumun büyük çoğunluğunun tanıdığı kişilerin bu hastalıkla karşı karşıya gelmiş olması hastalığı daha bir yakınımıza getirdi sanki.
Ki çevremizde muhakkak bu hastalıkla savaşmış, kazanmış ya da kaybetmiş yakınlarımız olmuştur.
Sıradan insanların hastalanması normalmiş gibi gelir insana da, tanınmış kişilerin hastalanması...
Üstelik de bu kadar hareketli ve bu kadar sağlıklı görünüyorlar iken...
Tanınmış kişiler olmalarından dolayı onlar bütün hayatlarını olduğu gibi, hastalıklarını da toplumun gözü önünde yaşıyorlar.
Bu yüzden de hem içinde oldukları durum karşısındaki güçlü duruşlarıyla diğer hastalara moral oluyorlar, hem de sevenlerinin sevgisiyle sarıp sarmalanıyorlar
****
Kanserin her türlüsü kötü ve korkutucu ama bence kadınlar en çok da meme kanserine yakalanmaktan korkarlar.
Kadınların korkulu rüyası olan meme kanseri hakkında pek çok şey okuruz, pek çok şey duyarız, pek çok şey biliriz. Bütün bunlara rağmen kanserli bir göğüsün nasıl göründüğü hakkında pek bir fikrimiz olmaz.
Meme kanseri denince genelde gözümüzün önüne bir kolunu hafifçe yukarıya kaldırmış, diğer eliyle de koltuk altından göğsüne doğru dokunarak göğsünde kitle olup olmadığını anlamaya çalışan güzel bir kadın figürü gelir.
Oysa internetteki görsellerde şöyle bir gezinmeye başladığımızda meme kanserinin bir kadının göğsünde neler yapabildiğini görürüz.
Meme dokusu temelde vücut ter bezlerinden türemiş bir yapıdır ve göğüs bölgesinde 2. ile 7. kaburgalar arasında yerleşmiştir. Dış kısmı cilt ile kaplı bu dokunun iç yapısında salgı bezleri, yağ dokusu ve bağ dokusu bulunur.
Bir bebeğin beslenmesi için orada duran o çıkıntılar bir nevi kadınlığın da simgesidir.
Hastalıktan dolayı bozulan dokuyla birlikte ortaya çıkan görüntü kadının bedenine olan güvenine de zarar verir.
Kadın için bu durum hastalık yüzünden çekilen acılardan daha da büyük bir zarardır belki de.
Can derdine düşünce ilk önce canını kurtarmayı düşünür insan elbette. Öncelik sağ kalmaktadır.
Her ne kadar aklı ve mantığı bunu söylese de yine de göğüslerine kıyamaz kadın. Onlarsız düşünemez kendisini.
Sökülüp alınan göğsünün yerine takılacak olan protez bir göğüs ne kadar ikna edecektir onu.
Yapay ve hissiz bir eklentiyle kurtarılacak olan sadece zevahirdir belki ama zevahir de olmazsa olmazdır...
Ya yanındaki erkek?
O ne hissedecektir?
Yıllanmış birlikteliklerde bir yağ parçasının lafı bile olmaz tabii ki. En genç ve en güzel günlerini birlikte geçirmiş insanların bu badireyi de atlatırlar.
Lâkin bunun üstesinden gelebilmek de kolay iş değildir.
Ne safra kesesinin alınmasına benzer bu durum, ne de böbreğin...
Göğüs dediğin görseldir, cinseldir, tinseldir...
Sevgi ve şefkatle iyileşmek güzeldir.
Tutku ve beğeniyle arzulanmayı eskisi gibi istemek ise başka.
İnsanın herhangi bir organının olmamış olması ne arkadaşlığı ne dostluğu ne de akrabalığı bozar.
İkili ilişkilerde ise aşkı ve birlikteliği farklı bir boyuta taşıması kaçınılmaz olur.
Hasta olmayan taraf hasta olana karşı soğuk ve bıkkın da davranabilir, haddinden fazla özenli ve şefkatli de.
Bu durumda ikisi de rahatsız edicidir.
Her şeyi doğal haliyle kabul edip doğal davranmak, bedenimizde olan biteni sadece tıbbî açıdan kavrayabilmek, vücudumuzun canlı bir organizma olduğunu ve zaman zaman bir yerlerinin bozulabileceğini idrak etmek, hastalığın bir suç ya da bir ceza olduğunu düşünmemek, “Neden ben?” diye sorgulamamak hastalığın daha da ağırlaşmasına engel olacaktır.
Kansere neden olabilecek unsurlardan uzak durmak, “Bana olmaz!” demeyip sık sık -en azından kendi kendine- minik kontroller yapmak, en ufak bir şüphede doktora danışmak ve erken teşhis sayesinde hastalığı erken evrede yakalamak da hastalanmamak için alınabilecek önlemlerdir.
****
Ömür denilerek bize verilen zamanı uzatıp kısaltmak elimizde olmasa da ömrümüzü nasıl geçireceğimizi ellerimizin arasında tutuyor olabiliriz.
Günlük hayat telâşelerine kendimizi haddinden fazla kaptırmamak, kendimizi severek bedenimize iyi davranmak, onu hırpalamamak ve yormamak bize sağlıkla yaşanan bir ömür olarak dönebilir.
Ki her şeyin başı sağlık...
Eee, ne demişler:
"Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi..."
Derin derin alabildiğiniz nefeslerinizden sıhhat eksik olmasın...
23 Aralık 2011 / C.E.Y.

14 Aralık 2011 Çarşamba

Eşek sudan gelinceye kadar

Bu tabir nereden geliyor acaba diye merak ettim bugünlerde.
Birkaç “tık” tan sonra da buldum tabii ki.
Okuyalım bakalım bu cümlenin öyküsü neymiş, ne değilmiş...
****
"Balkan Harbi sıralarında cephedeki askerî birliklerin su ihtiyacını her bölüğün saka neferleri temin edermiş. O zamanlar Mekkare katırlarından başka, adına Karanfil Kolu denilen, eşekli nakliye kolları da varmış. Her bölüğe de bir eşek tahsis edilmiş. Saka neferleri bu eşeklere yükledikleri fıçılarla ordugâha en yakın bir pınardan bölüklerine su taşırlarmış.
Bölüklerden birinin saka neferi çok saf ve çok tembelmiş. Bir gün pınar başında yatmış uyumuş. Eşek de çimenler üzerinde otlarken uzaklara gitmiş. Uyandığı zaman akşam olmak üzereymiş. Eşeği aramış bulamamış. Koşarak bölüğe gelmiş. Susuzluktan kıvranan bölüğün çavuş ve onbaşıları sakayı yakaladıkları gibi bölük komutanının karşısına çıkarmışlar.
Çok sert ve aksi bir adam olan komutan saka neferini sorguya çekmiş. Neticede uyuduğunu ve eşeği kaçırdığını öğrenince hemen etrafa atlılar çıkartıp eşeği aratmaya göndermiş. Sakayı da çadırın direğine bağlayıp başlamış dayak atmaya. Can acısı ile avaz avaz bağıran saka :
"Aman kumandanım, ölüyorum, bir daha uyumayacağım, bağışla" diye bağırdıkça komutan:
"Acele etme, daha eşek bulunmadı. Eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyeceksin. Yiyeceksin ki, bir daha eşeğine sahip olup, muharebe yerinde, vazife başında uyumayacaksın" demiş...
****
İzmir Karabağlar Karakolu’nda zevkle dövülen kadının görüntülerini izlerken bu tabirle birlikte daha neler neler geldi aklıma bir bilseniz.
İş kamera kayıtlarının incelenmesi raddesine gelmemiş olsa eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyen o kadın, bütün yaşadıklarının üzerine bir de polis elbisesine zarar vermekten 6.5 yıl hapis yatacakmış.
Dayakçı polislere 1.5 yıl, polise direnmeye çalışan kadına 6.5 yıl.
Pes!
Şikayetçi olan kadın için de neredeyse “Esas bu kadın tek başına hepimize saldırdı. Biz üç erkek polise etmediğini bırakmadı” demişler. Bu arada kadının garson değil de konsomatris olduğu imalarını da araya sıkıştırmışlar.
Yani bu kadın zaten değersiz ve ahlâksız bir insan, o yüzden de her şeye müstahak demeye getiriliyor...
Öyle olsa da olmasa da bu durum çöp gibi bir kadını yerden yere atmakla, yüzünü defalarca tokatlamakla, sırtına binip kollarını kelepçelemekle mi neticelenmelidir?
Kendinden güçsüz ve savunmasız ve üstüne üstlük bir de suçsuz bir insana nasıl böyle davranılabilir? Nasıl her şey bu kadar kişisel bir hırsa dönüşebilir? Nasıl öfke bu kadar kontrolden çıkabilir? Nasıl bir insanın içi bu kadar büyük bir hınçla dolu olabilir?
İşin ilginci; iki güçlü kuvvetli erkek polis küçücük odada sıkıştırdıkları kadına Allah yarattı demeden vuruyorken, yaşı biraz daha büyükçe olan kır saçlı ve resmi giysili polis gayet duyarsızca etrafta dolaşabiliyor. Cep telefonuyla konuşabiliyor.
Galiba bu dayak onun için o kadar sıradan, o kadar rutin...
Kanımca bazı insanlar mesleklerinin kendilerine sağladığı gücü kendi öz kişilikleriyle biraz fazla özdeşleştiriyorlar. Böylece de amaçlarının dışına taşıyorlar...
Bu arada polislerin kendilerini aklama girişimleri doktor raporuyla da destekleniyor. Nasıl oluyorsa oluyor ve “darp edilmemiştir” raporu da dosyaya ekleniyor.
Neyse ki sonunda kamera kayıtları devreye giriyor ve her şey gün yüzüne çıkıyor.
****
Bandırma’da yaşayan bir başka kadın ise “aşk”ına karşılık vermediği evli bir erkek tarafından kezzaplı saldırıya uğruyor. Yaralanan kadın polise giderek şikayetçi oluyor.
Daha önce de yaralama olayına karıştığı öğrenilen erkek, çıkartıldığı adli makamlarca "Kasten adam yaralamak" suçundan işlem yapılarak tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor.
Şimdi;
Adlî makama çıkartılana kadar acaba o erkeğe de karakolda eşek sudan gelinceye kadar dayak atılmış mıdır?
Yok, yanlış anlamayın, atılsın demedim.
Benimkisi sadece basit bir merak...
Tutuksuz yargılanacağına göre bu erkek bundan sonraki eylemini hangi suç aletiyle ve hangi derecede yapacaktır?
Sonu cinayete dayanana kadar her ne yaparsa yapsın her seferinde serbest bırakılıp, etrafta serseri mayın gibi dolaşmasına müsaade edilecek midir?
Son olarak şiddet meraklısı erkekler için iyi bir haberim var:
Mor Çatı ve 17 kadın örgütünün 25 Kasım Uluslararası Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Günü nedeniyle hazırladığı kamu spotları RTÜK tarafından "toplumsal cinsiyet eşitliğine" aykırı bulunarak engellendi. Gerekçe olarak da kadına karşı şiddet toplumsal bir sorun değilmiş gibi “genellemeler” içermesi gösterildi.
Sayın "asabi beyler",
Yolunuz açık, şamarınız kavi olsun!!!

13 Aralık 2011 Salı

Yolların ustasıyım, gözlerinin hastasıyım!

"Kadın Kişinin Araba Neyine!" başlıklı yazımda, yazımda, Suudi Arabistan’ın en üst dinî konseyi olan Meclis el-İfta al-A’ala’ya göre araba kullanan kadının toplumun ahlâkını bozacağı iddiasından söz etmiştim hatırlarsanız.
Suudi Arabistan’da 2000’li yıllarda bile hâl böyleyken, biz Türkler’in eski çağlarına uzanmak istedim biraz.
Uzanmak ve Türk Tarihi’nde kadının yerine şöyle bir göz atmak...
Eski Türk kültüründe kadınlar ata da biner, silah da kullanırlardı. İyi ata binmek, iyi kılıç kullanmak, iyi savaşmak bir kadında aranan özelliklerdendi. Kadın her zaman erkeğinin yanında ve her şekilde söz sahibiydi. Diğer toplumlarda kadının varlığı kabul edilmezken Türkler kadınlarına en büyük kıymeti vermişlerdi.
Altay dağlarının en yüksek tepesine "Kadınbaşı" demeleri de bu sebeple belki de.
İngiliz kocalar karılarını satabiliyorken, o dönemdeki kadınlar İncil’i dahi okuyamıyorken, sofralara dahi oturtulmuyorken, sorulmadan söze başlayamıyorken, hatta çocukları tarafından dahi hizmetçi olarak görülüyorken; Çin’de boşanma hakkı sadece kocadayken, yeni doğan erkek bebekler ipeklerle, kız bebeklerse çaputlarla beleniyorken; Roma’da, hukuk derslerinde okutulan Roma hukukunda, kadınlar kendi mallarına hükmedemeyip yarım akıllı sayılıyorken, dul kalanları tekrar evlenemiyorken ve Araplarda doğan kız bebekler diri diri toprağa gömülüyorken; Türkler kadınlarına imza yetkisi dahi vermişlerdi.
Hakan’ın buyrukları sadece ‘Hakan buyuruyor ki!’ cümlesiyle başlamışsa geçerli sayılmazdı. Hakan her zaman hatunuyla yan yana idi. Tören ve şölenlerde Hatun her zaman Hakan’ın solunda oturur, görüşlerini bildirebilirdi. Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile barış antlaşmasını imzalayan kişi Mete Han’ın hatunudur.
Bir rivayete göre;
Bir gün Cengiz Han, tüm hanlarını toplamış, sağ yanına da eşini oturtmuş.
Cengiz Han hanlarına,
"Ben Hanlar Han'ı Cengiz Han, hepinizin Han’ıyım",
Sonra da eşini göstererek;
"Bu da benim Han’ım" demiş.
İşte erkeklerin "eşim" anlamına söyledikleri "hanım" kelimesi oradan geliyormuş...
Cumhuriyetin ilânından sonra da (5 Aralık 1934'te) Atatürk pek çok medenî Avrupa ülkesinden önce Türk Kadınına seçme ve seçilme hakkını bahşetmişti.
Hep merak ederim; Türklerde kadınlar bu konumdayken ne oldu da daha sonraları kadınlar gittikçe aşağıya çekilmeye başladı ve bütün kadınlar evlerine hapsedilmeye çalışıldı.
Köylerde yaşayan kadınlar hem iş gücü olarak hem de söz sahibi olarak yine kocalarının yanındalar. Birlikte üretip, birlikte paylaşılan bir hayat sürmekteler. Kadın gerektiğinde tüfek de kullanabiliyor, traktör de sürebiliyor.
Köylerden kasabalara ve şehirlere doğru gelindikçe kadın da etkisizleşmeye mi başlıyor acaba? Bir yandan çalışan kadın hayatın her alanında rol alırken, bir yandan da etrafındaki erkekler tarafından taciz edilerek sindirilmeye mi çalışılıyor?
Kadınlar da engellenip baskılandıkça iyice tutuklaşıp kendilerine olan özgüvenlerini mi kaybediyorlar?
Belki de bu engelleri aşabilmek için haddinden fazla bir kendini kanıtlama savaşına giriyorlar...
Kadınlar artık, sosyal hayatın pek çok dalında olduğu gibi, en az erkekler kadar çoğunlukta araba kullanıyorlar. Eskiden yollarda tek tük görülüp hayretle bakılan kadınların yerini çok daha fazla kadın sürücü aldı.
Trafikte araba kullanan kadınların esprili hikâyeleri de malûmunuzdur.
Onlar trafik lâmbalarında makyaj yapabilirler. En sol şeritte giderken birdenbire sağ sapaktan döneceklerini hatırlar ve en sol şeritten en sağ şeride şahane(!) bir makasla geçebilirler, üstelik sinyal vermeye de pek hacet görmezler. Bazen de sinyal verme olayını abartarak 2 km sonra döneceklerinin sinyalini 2 km öncesinden vermeye başlarlar. 
Kadınlar direksiyonda ön cama yapışmış gibi otururlar, epey(!) geniş bir park yeri bulmak için dört dönerler, araçlarını park edince kapılarını kilitlediklerinden emin olmak için bütün kapıları tek tek kontrol ederler, yine ikna olmaz, girecekleri yere girene kadar arkalarına dönüp dönüp arabalarını süzerler.
Ama emniyet kemerlerini her zaman takarlar...

Ayrımcı Dil
Nerede düzgün gitmeyen bir araç gördüğünüzde, nerede garip park edilmiş bir arabaya rastladığınızda, nerede en sol şeritte ağır aksak giden ve arkasında konvoy oluşmuş araçlar gördüğünüzde, hemen içinizden ‘Kadın şoför işte!’ dersiniz.
Kaza haberlerinde bile kaza yapan erkekse ‘Erkek şoför kaza yaptı!’ diye yazmaz da eğer kazayı yapan kişi kadınsa, haberin başlığı muhakkak ki ‘Kadın Şoför’ diye başlar.
Baştan kayıp yani...

Kadınlar genel olarak hakikaten de pek iyi araba kullanamazlar.
Çok iyi derecede kullananlar yok değil. Haklarını yemeyelim. Çok şükür ki gittikçe de çoğalmaktalar.
Araba kullanmak biraz yetenek işiyse de çokçası devamlılık işi. Sürekli araç kullanan birisinin arada sırada kullanan birisine oranla çok daha iyi bir şoför olacağı yadsınamaz.
Mesela erkek çocuklar çok küçük yaşlardan itibaren babalarının kucağında araba kullanmaya başlarken, kızlar her zaman arka koltukta oturmaya mahkûm edilirse o ürkekliği üzerlerinde ömür boyu taşırlar.
Kullandıkları arabalar ya babaları ya da kocaları tarafından satın alınan kadınlar kaza yaptıklarında arabaya verecekleri hasarlardan dolayı kendilerine hesap sorulacağını da çok iyi bilirler. Bu yüzden yola çıktıkları anda sanki sırtlarında yumurta küfesi varmışçasına arabayı omuzlarında taşımaya başlarlar. Çünkü en ufak bir hatalarında dolayı suçlanacak ve azarlanacaklardır.
Başına gelecekleri bilen kadınlar bu davranışlara maruz kalmamak için azamî bir dikkatle araba kullanırlar. Zaten her ne olursa da o ‘azamî’ dikkat sebebiyle olur.
Bu şekilde araba kullanırken kendileri kaza yapmazlar belki ama ziyadesiyle çok kazaya sebebiyet verirler.
Erkekler de trafikte bu tarz araba kullanan kadınları istemezler.
İyi kullananlarıysa HİÇ istemezler.
Pek çok erkek şoför kendisini sollayan bir kadın şoförse eğer bunu kendisine ar eder, hırs yapar ve ne yapıp edip o kadını geçmeye çalışır. Kadını sıkıştırır, arkasına yapışır, selektör üstüne selektör yapar. Soldan geçemezse sağı dener. Slalomlar yapa yapa kendisini nafile yere yorar. Sonunda geçer ve boyu bir anda 1 karış uzar...
Yanlış anlamayın, bunları söylerken; kendisiyle barışık, kompleks sahibi olmayan, saygılı, hoşgörülü ve nazik erkeklerin hepsini tenzih ediyorum.

Ben'ce;
Annelerinin kullandığı arabalarda büyüyen çocuklar böyle bir ayrımcılığa karşı duracak tek güçtür.
Ki artık çocukların can güvenliği için üretilen çocuk koltukları anne arabalarının arka koltuğunda durmakta...
13 Aralık 2011 / C.E.Y.

4 Aralık 2011 Pazar

Kadın kişinin araba neyine!

"Milliyet gazetesinin haberine göre, Suudi Arabistan'ın en üst dini konseyi olan Meclis el-İfta al-A'ala, kadınlara araba kullanma hakkı verilirse 10 yıl içinde ülkede bakire kalmayacağını, fuhuş, porno, homoseksüellik ve boşanmanın artacağını öne sürdü."
Bu düşünceye göre demek ki kadınların araba kullanmadığı bir memlekette herkes huzur içinde ve herkes son derece sakin. Ne bir sapıklık ne de bir aykırılık mevcut.
Her erkek melekler kadar saf, pür pak ve bütün kadınlar kutsal bakire.
Bütün evlilikler yolunda, bütün çocuklar anne-babasına muti, bütün eşler birbirine sadık...
Eğer ki kadın denen şeytan arabaya bir binerse, direksiyona bir oturursa bütün bunların elden gitmesi an meselesi.
Erkek ise yıllardır araba üzerine ve her şey güllük gülistan.
Ne bir hata ne de bir kaza...
E hani arabaya oturan kişi yoldan çıkıyordu.
Erkek kişi oturunca çıkmıyor demek ki...
Şimdi bu sava göre; toplumun bütün düzenini biz direksiyon başındaki kadınlar bozduk, öyle mi?
Hem 'koca'nın üzerinden bin türlü işi al hem her işe koş, hem her ihtiyaca cevap ver, hem de adın düzen bozucuya çıksın. Ne alâ ne alâ...
Çok şükür ki bizim buralarda ehliyeti olmayan kızlar koca bile bulamıyor.
Erkeklerimiz artık çok akıllı. Araba kullanabilen bir kadının erkeğin üzerindeki yükü ne kadar hafiflettiğinin farkındalar.
Herkes elinden geldiğince karşı tarafa ağırlık olmadan, evi ve ailesi için elini taşın altına sokacak insan istiyor yanında. Evin içinde yaşayan süs bitkisi değil...
Durun bakın Subhi Bey daha neler söylemiş:
Kadınların otomobil kullanmasına izin verilen bir Arap ülkesindeki bir kafede oturduğunu anlatan Kral Fahd Üniversitesi'nden emekli Subhi, "Tüm kadınlar bana bakıyordu. Biri bana uygun olduğunu açıkça gösteren bir jest yaptı. İşte kadınların araba kullanmasına izin verirseniz olacağı budur."
Subhi Bey, siz tüm kadınlara bakıyor olmasaydınız tüm kadınların size baktığını nereden bilecektiniz acaba? Bütün kadınlara mel mel bakacağınıza önünüze baksaydınız ya! O zaman kimsenin size baktığını da görmezdiniz.
Hem belki de kadınlar sizin bakışlarınızdan rahatsız oldukları için, bu adam niye böyle her kadına birden bakıyor diye şaşırdıkları için öyle bakıyorlardı size.
Siz de hak bayram sandınız...
İşte bütün mesele de burada zaten.
Bazı erkekler kendilerini bütün kadınlara birden bakmaktan alıkoyamıyorlar. Baktıkları zaman da zihinlerinden geçenlere engel olamıyorlar. Zihinlerinden geçen şeyler her neyse artık, bütün hepsinin kendilerine günah olarak yazıldığını düşünüyorlar.
Dolayısıyla bu günaha girmelerine sebep olarak da ‘günah keçisi kadın'ı görüyorlar.
Etrafta kadın olmasa böyle günahkâr bir düşünce de olmayacak diyerek, hayatın her alanında kadınları yasaklıyorlar.
Gözleri görmesin de bari cennete gitme işleri de tehlikeye düşmesin değil mi?
Bu arada;
Cennete gitmeyi neden bu kadar istiyorlar orası da ayrı mevzu.
40 huri, dile kolay...
Sorarım size;
Dağ başında kendi kendine ibadet etmek mi daha makbuldür, yoksa günlük hayat içerisinde yaşanan her olay karşısında nefsini bozmadan yaşayabilmek mi?
Ben'ce;
Toplum içinde genciyle yaşlısıyla, çocuğuyla büyüğüyle, kadınıyla erkeğiyle, nebatıyla hayvanıyla hep birlikte yaşayabilmek, herkesi olduğu gibi kabul edip hepsine ayrı ayrı saygı göstermek, "özel" alâkamız olan kişiler dışında her gördüğümüz canlıya hislenmemekte iş.
Onları ortadan kaldırmakta değil...
4 Aralık 2011 / C.E.Y.

24 Kasım 2011 Perşembe

Geçmiş zaman olur ki

Dersim üzerine yapılan tartışmaları izledikçe aklımdan sürekli şu düşünce geçiyor:  
Bilim-kurgu filmlerinde gördüğümüz Zaman Makinesi icat edilse de, tarihte ne olmuştu ne bitmişti kavgaları artık bir sona erse. 
Gitmek istediğimiz tarihi söylesek makinemize, uçup gitsek istediğimiz tarihe, görsek her şeyi bütün gerçekliği ile ve bu dalaşmalara hiç gerek kalmasa.

Olayların yaşandığı zamanlarda tarihçilerin tuttukları kayıtların hangisi doğru hangisi yanlış bilemiyoruz. Ortalarda dolaşan belgeler var ama canı isteyen o belgelere itibar ediyor, istemeyense etmiyor. 
Bazı belgelerin ise kozmik odalarda saklandığı, ortalara çıkartılmadığı söyleniyor.
Bir kesim Dersimliler’den devlet adına özür diliyor, diğer bir kesim de yaşananlara devlet adına bahane gösteriyor.
Hepsi de sanki bu olay daha dün olmuş gibi bir tavır içindeler.
Daha önce hiç konuşulmayan, hiç bilinmeyen bir olaymış da yeni ortaya çıkmış gibi.

Belki de yeni gelen nesiller için yaşananlar bir kez daha yinelenmek isteniyor. 
Evet, geçmişini bilmeyen geleceğini kuramaz, doğrudur.
Yeter ki o geçmiş tüm hatlarıyla doğru olarak anlatılabilsin.

Tarihi aydınlatma işi tarihçilerden çıkıp siyasetçilerin işi haline gelince bu çaba samimiyetini kaybederek politik malzemeye dönüşüyor. Herkes ayrı telden çalmaya başlıyor ve yaşananlar ya saptırılıyor ya da üzeri örtülüyor.

Dünya üzerinde yapılan soykırımları kınayan herkes bu konuyla ilgili biraz araştırma yaptığında görecektir ki dünya tarihi soykırımlarla dolu.
Fransızlar Cezayirliler’e, İspanyollar ve Amerikalılar Kızılderililer’e, Norveçliler Taterler’e, İngilizler Avusturalya yerlileri Oberjinler’e, Almanlar Namibyalılar’a, Yahudilere ve Çingeneler’e, 2.Dünya Savaşı sırasında Amerika ve İngilizler Almanlar’a, Danimarkalılar Alman mültecilere, Rumlar Kıbrıs Türkleri’ne, Yunanlılar Batı Trakya Türkleri’ne, Bulgarlar Türkler’e, Amerikalılar Felluce’de Iraklılar’a, Sırplar Srebrenitsa’da Müslüman Bosnalılar’a.... 
Bütün bunların hepsinin açılımında yüz binlerce ölüm, yüz binlerce tecavüz, kısırlaştırma, işkence, asimilasyon, kan, gözyaşı ve acı var.

Yeni topraklar fetheden her kim olursa olsun, o toprakların sahiplerini topraklarından sürerek ya da hepsini yok ederek kendilerine yer açıyorlar. Ele geçirdikleri bölgelerdeki doğal zenginlikleri kendi milletlerine aktarırken, bir yandan da o zenginliklerin gerçek sahiplerinin kanlarını akıtıyorlar.
Bu değişmez bir kural ve hâlâ daha uygulanmakta.

Benim büyüdüğüm zamanlarda ASALA Ermeni terör örgütü vardı ve “ermeni soykırımı” adına sürekli Türk diplomatlarına saldırıyorlardı. 
İnternette ufak çaplı bir sorgulama sonucunda ASALA tarafından şehit edilen diplomatlarımızın isimlerini listeledim:

MEHMET BAYDAR 27 Ocak 1973 Los Angeles / ABD, BAHADIR DEMİR 27 Ocak 1973 Los Angeles / ABD, DANİŞ TUNALIGİL 22 Ekim 1975 Viyana / Avusturya, İSMAİL EREZ 24 Ekim 1975 Paris / Fransa, TALİP YENER 24 Ekim 1975 Paris / Fransa, OKTAR CİRİT 16 Şubat 1976 Beyrut / Lübnan, TAHA CARIM 9 Haziran 1977 Roma / İtalya, NECLA KUNERALP 2 Haziran 1978 Madrid, BEŞİR BALCIOĞLU 2 Haziran 1978 Madrid / İspanya, AHMET BENLER 12 Ekim 1979 Lahey / Hollanda, YILMAZ ÇOLPAN 22 Aralık 1979 Paris / Fransa, GALİP ÖZMEN 31 Temmuz 1980 Atina / Yunanistan, NESLİHAN ÖZMEN 31 Temmuz 1980 Atina / Yunanistan, ŞARIK ARIYAK 17 Aralık 1980 Sidney / Avustralya, ENGİN SEVER 17 Aralık 1980 Sidney / Avustralya, REŞAT MORALI 4 Mart 1981 Paris / Fransa, TECELLİ ARI 4 Mart 1981 Paris / Fransa, M. SAVAŞ YERGÜZ 9 Haziran 1981 
Cenevre, CEMAL ÖZEN 24 Eylül 1981 Paris / Fransa
KEMAL ARIKAN 28 Ocak 1982 Los Angeles / ABD, ORHAN GÜNDÜZ 4 Mayıs 1982 Boston / ABD, ERKUT AKBAY 7 Haziran 1982 Lizbon, ATİLLA ALTIKAT 27 Ağustos 1982 Ottawa / Kanada, BORA SÜELKAN 9 Eylül 1982, NADİDE AKBAY 7 Haziran 1982, GALİP BALKAR 9 Mart 1983 Belgrad / Yugoslavya, DURSUN AKSOY 14 Temmuz 1983 Brüksel / Belçika, CAHİDE MIHÇIOĞLU 27 Temmuz 1983 Lizbon / Portekiz, IŞIK YÖNDER 28 Nisan 1984 
Tahran / İran, ERDOĞAN ÖZEN  20 Haziran 1984  Viyana / Avusturya, EVNER ERGUN 19 Kasım 1984  Viyana / Avusturya

1910-1922 yılları arasında Ermeni çetelerinin yaptığı katliamlar sonucunda yaşanan ölümler de rakamlarla ifade edilecek gibi değil.
Birkaçını yazmam bile durumun vahametini anlatmaya yetecektir. 
22 Mayıs 1916 Van (80 bin ölü), Şubat 1914 Kars-Ardahan (30 bin ölü), 17 Ekim 1920 Pasinler (9 bin 287 ölü), 18 Ekim 1920 Tortum (3 bin 700 ölü), 19 Ekim 1920 Erzurum (8 bin 439 ölü), 26 Ekim 1920 Kars civarı (10 bin 693), 7 Aralık 1920 Kars-Digor (14 bin 620 ölü), 14 Aralık 1920 Sarıkamış (5 bin 337 ölü)...
Liste o kadar uzun ve rakam o kadar kabarık ki nedense bunlar katliamdan sayılmıyor.
Toptan yok edilen köyler, kaybolan gençler, yakılan çocuklar, tecavüz edilerek öldürülen kadınlar... 
Okurken dahi can dayanmıyor.

Şimdi; bütün bunlar yaşanmışken birilerinin diğerlerine karşı mazlumu ve günahsızı oynaması haksızlık değildir de nedir?
Günah keçisi ilan edilenin devletine sahip çıkmaması ve her şeyi kabul etmesi de akıllara şu soruyu getiriyor:
Bu kabulleniş; Dersim olayları sırasında iktidarda, şu anda da muhalefette olan partiye karşı yapılan bir saldırı mıdır, yoksa gerçekten bir taziye midir?
İsyanlarla uğraşacak meşru otorite devlet olduğuna göre, devletin bekasını sağlamak için isyan çıkartanlara karşı her türlü müdahaleyi yapmak da devletin göreviyse bu görevin ifa edilmiş olması mıdır suç?

Yıllardan beri PKK ile mücadele ediyoruz. Pek çok terörist öldürüyoruz. Pek çok şehit veriyoruz.
Bir gün de bunların hesabının sorulmayacağı ve bugünkü hükümetin bunlar yüzünden suçlanmayacağı ne malum...

Tarihimizle gerçekten yüzleşecek isek ve her şeyi dosdoğru ortaya dökeceksek ne alâ. 
Yok bu çıkışlar gündem yaratmaksa,
O başka...

Ölenlerden geriye kalanlar

Sevdiğimiz sanatçıları art arda kaybettik bu ara.
Esin Afşar, Çetin Köroğlu, Ömer Lütfü Akad ve Şükran Ay...
Arkalarında yeri dolduramaz boşluklar bırakarak eşlerinden, çocuklarından, dostlarından ayrılıp gittiler sessizce.
Ellerinin arasından kayıp giden sevdiklerinin ardından, ölümün kaçınılmazlığını kabullenip mutedil davranan yakınları da oldu.
Bu acıyla sarsılıp yıkılanları da...
Annesinin ardından, çaresiz bir çocuklukla gözyaşı döken “koca adam”ın acısını biz de yüreğimizin en derininde hissettik.
Ya da, ölen eşinin ardından donuk gözlerle bakakalıp, gözyaşlarını içine akıtan bir eşin çaresizliğini.
Akan her damla yaşla birlikte, beraber yaşadıkları hayatlarından lâhzalar gelip geçti zihinlerinden.
O zamanları bir daha yaşamayacak olmanın isyanıyla döktüler o yaşları.
Sonra da toprağa verilen beden ve o sonsuz boşluk...
****
Bugün de Ali Taran’ın kanser hastası olan eski eşinin vefat haberini duyduk.
Kanser tedavisi sırasında boşanmaları ve Ali Taran’ın yaptığı ikinci evliliği oldukça fazla meşgul etmişti basını.
Evlendikleri sırada kurulan en dikkat çekici cümle eski eşin yeni eşe ithafen:
“Gelin hanıma bir tavsiyem var; sakın hasta olmasın. Benim geçirdiğim hastalığı geçirmesin." demesi olmuştu.
Bu cümlenin kurulmasının ardındaki kırgınlığın, kızgınlığın ve hayal kırıklığının ne kadar büyük olduğu nasıl da bariz değil mi?
İyi gün dostluğu ve vefasızlığın vurgulandığı bu cümleyi ancak büyük bir ihanete uğramışlık ve aldatılmışlık hissiyle dolup taşmış bir insan kurabilirdi...
Bu bir çeşit davaya ihanetti...
Birlikte çıkılan yolda iyi günde-kötü günde denmemiş miydi? Şimdiye kadar el ele-göz göze yürünmemiş miydi?
Hastalığın baş göstermesi, ilerlemesi ve operasyon sonrası yaşanan bedensel değişiklikler yüzünden miydi şimdi bütün bunlar?
Yani şimdiye kadar yaşanan her şey aslında bedenle mi sınırlıydı?
Belki öyleydi, belki değildi. Bilinmez.
Bu ayrılığın ardında erkeğin de kendince sebepleri vardı muhakkak.
Ama yanlış, ama doğru.
Kimine yanlış, kimine doğru...
Gönülsüz bir kalış gönüllü bir gidişten daha evlâdır da, mesele de artık gönlün uçmuş olmasında.
Gönlü uçup gitmiş bir insanın hâlâ daha kalmasını istemek her iki taraf için de ızdıraptan başka bir şey değildir zaten.
Lâkin; hasta olan kişinin en zor zamanlarında en yakın bildiği kişiyi yanında bulamaması, onun desteğinden mahrum kalması, kendisinden genç ve sağlıklı bir hemcinsine tercih edilmiş olması da hazmedilir bir durum değil.
Üstelik de tanınır kişi olma sebebiyle bütün bu olanlar iki kişinin arasında kalmaktan çıkmış ve herkesin gözleri önünde seyretmekteyken, bu vesileyle eski eşin kadınlık gururu haddinden fazla incinmiş, eleştiriler ve acıma sözcükleri insanların diline dolanmışken, ilaç paralarının dahi ödenmediği mevzu bahis ediliyorken...
Son günlerde de hastalığın ağırlaşması ve kaçınılmaz son:
Emr-i Hak...
Şimdi artık herkes dilediği gibi yaşamakta özgür.
Ya da;
Belki de artık bundan sonra başlıyor esaret...

22 Kasım 2011 Salı

Bir çocuğun gözünden...

İnsan henüz küçük bir çocuksa onun için bütün mesafeler çok uzun, bütün merdivenler çok dik, bütün raflar çok yüksek, bütün kapı zilleri ulaşılmaz, bütün şekerlemeler, bütün çikolatalar vazgeçilmez ve uzun günlerde zorla yatırılan öğlen uykuları dayanılmazdır.
Onun için yaz günleri bitmez, kış geceleri tükenmezdir.
Pazartesiden cumaya, cumadan pazartesiye ağır ağır sürüklenen okul günleriyse hiç geçmezdir.
Anneler çok şişman, anneannenler-dedeler çok yaşlı, ağabeyler-ablalar çok büyük, babalar ise en en en büyüktür.
Ve sen hepsinden küçüksündür.
Hem de küçücüksündür.
Adımların minik, boyun kısa, sesin cılız, bedenin zayıf, bakışların ürkektir.
****
İlkokulda iken Orman Bölge Şefi’nin oğlu ile aynı sınıftaydım. Ya ders çalışmak ya da bahçelerinde oynamak için zaman zaman onlara giderdim. Orman Bölge Şefliği bizim eve ÇOK uzaktı. O kadar çok uzaktı ki, ben yürürken o ev gittikçe uzaklaşır, sanki benden kaçardı.
Her adımımda oraya bir türlü ulaşamayacağımı düşünürdüm...
Evden çıkarken annem hep 'çok dikkatli' olmamı tembihlerdi.
O dönemlerde karşıdan karşıya geçerken dikkat etmem gereken trafik keşmekeşi yoktu belki ama her türlü küçük taşımacılık için kullanılan at arabaları da oldukça tehlikeliydi.
Benim için o yaşta Cumhuriyet Alanı’nın diğer tarafına kendi başına geçmek büyük cesaret isterdi mesela.
O 'alan’dan ötesi bana bambaşka bir memleketmiş gibi gelirdi.
Ve büyük teyzemler o bambaşka memlekette yaşıyorlardı.
Anneannem genelde bizimle kalırdı.
Zaman zaman da diğer teyzemlere giderdi.
Bizden gideceği zaman gideceği yere kadar çantasını taşıma işi bana düşerdi.
Mantosunu giyer, siyah krep kumaştan başörtüsünü başına bağlar, eğer hava soğuksa atkısına sarınır, küçük kahverengi çantasını bana verir ve birlikte Cumhuriyet Alanı’ndan geçerek büyük teyzemlere giderdik.
O'nu teyzemlere bıraktıktan sonra o yoldan geriye tek başına dönme sınavını her seferinde başarıyla verirdim..
Çok şükür ki diğer teyzeme gitmek kolaydı. Evleri Cumhuriyet Okulu’nun karşısındaydı. Aynı adadaydık yani. Ne cadde, ne de sokak atlıyordum onlara giderken. Kaldırımdan inmeye dahi gerek yoktu.
Sadece yolda büyük bir tehlike vardı.
Çocukları çok seven Kahveci İhsan Amca!
Kendisinden kaçarken Yoğurtçu Sebahattin’den aldığım ve eve gelene kadar kaymaklarını bitirdiğim yoğurtları birkaç kez dökmüşlüğüm vardır.
Dünyam o kadar küçüktü ki; İmaret Camii, Canbolu mahallesi, Esentepe, Hastane, Lise... Hepsi benim için çok uzak yerlerdi.
Cezaevinin nerede olduğunu dahi bilmiyordum...
****
Ortaokula başladığım sene henüz 10 yaşındaydım. Okula gittiğim o ilk günü hiç hatırlamıyorum. Belki ablam ile gitmişizdir, belki de yalnız.
O zamanlar bana çok uzak gelen o yolun ben büyüdükçe ne kadar kısaldığını, liseye geldiğimde de arkadaşlarımla güle oynaya geldiğim yol bitmesin diye farklı yollardan dolaşa dolaşa o yolu nasıl uzattığımı çok iyi hatırlarım.
Ben büyüdükçe her şey küçülmeye başlamıştı sanki. Yollar kısalmış, ziller alçalmıştı. Günler uçarcasına geçiyordu. İnsanlar da artık eskisi kadar yaşlı değillerdi.
On üç yaşlarındayken on sekiz yaşlarında olanlara gıptayla bakardım da, kendim o yaşa geldiğimde değişen hiçbir şey olmadığını büyük bir hayal kırıklığı içinde gördüm.
Sabırsızlıkla beklediğim on sekiz yaşımın üzerinden geçen on yıllar, o anda yaşadığım hayal kırıklığını çoktan unutturdu.
Yerini yenileri aldı...
On'lu yaşlarda olanlara çok küçük, yirmiler ve otuzlarda olanlara çok genç dediğim günlerdeyim artık.
Yaşlılık yaşı için ise henüz bir fikrim yok :)
Demek ki bütün değerlendirmeler kişinin yaşadığı günlerle ve zamanla değişiyormuş.


Bugün Dünya Çocuk Hakları Günü
Okuduğunuz yazıda; çocukluğunu neşe içerisinde geçirmiş, çocuk olma hakkı hiçbir zaman gasp edilmemiş, ailesi tarafından çok sevilmiş bir çocuğun gözünden -kendisine göre çok büyük ama aslında çok küçük- dünyayı algılayışını anlattım.
Dilerim ki bütün çocuklar çocukluklarını ve gençliklerini doyasıya yaşayabilsinler.
Yaşayabilsinler ve sağlıklı erişkinler, gözü arkada kalmamış büyükler olabilsinler...

18 Kasım 2011 Cuma

'Bedelli'nin bedeli 'ne' olacak?

Çıksındı çıkmasındı, çıkacak mıydı çıkmayacak mıydı, çıkabilir de çıkmayabilir de gürültüsünün nihayetinde bedelli askerlik tasarısına çıkmış gözüyle bakabiliriz artık.
Bekleyeniyle beklemeyeniyle pek çok kişi bu durumdan faydalanıp, yapmadığı ya da yapamadığı askerlik borcunu bir şekilde yerine getirecek.
Bu durumdan faydalanamayanlarsa söylenip söylenip oturacak.
Hâttâ şimdiden bu söylenmeler başladı bile.
"Biz boşuna mı yaptık?" diyenler var.
Hayatında eşini bir kez bile aldatmamasına rağmen ihanete uğrayan tarafın yıllarca etmediği ihanetten dolayı kendisine kızması gibi bir şey bu. Zamanında yapamadığı herşeyden duyduğu pişmanlığı karşı tarafın yapabildiklerine olan öfkesine dönüşüyor haliyle. Adı da kıskançlık oluyor..
"Hep zengin çocukları kayırılıyor." diyenler de var.
Evet biraz paraya dayanan bir iş bu. Gerçi parası olmayanlara da farklı kolaylıklar sağlanmaya çalışılmıyor değil.
Demek ki devletin insandan çok paraya ihtiyacı var.
Tabii umarız ki bu toplanan paralar gerçek hedefine ulaşır...
Depremzedeler naylon çadırlardan kurtulur, çocuklar zatürreden ya da yangından ölmez, askerliğini yapan çocuklar daha donanımlı hale getirilir.
"Yine olsa yine yaparım diyenler" ise askere sorgusuz sualsiz, koşa koşa gidenler. Onlar ne askerliğini yapmışlara, ne de yapmamışlara bakan, gidip vazifelerini yapıp dönenler.
****
Görüyorsunuz bedelli askerlik için talep de oldukça fazla. Anlaşılıyor ki memlekette zorunlu askerliği reddeden büyük bir çoğunluk var.
Neden reddettikleri tartışılır. Kendilerince sebepleri vardır nasılsa. Korka da bilirler, istemeye de bilirler, içlerine sindirememiş de olabilirler.
Belki de vatanlarına ve vatan savunmasına olan inançları dağlarda keklik gibi avlanmalarıyla sınırlı değildir.
Ha tabi avlananlar insan değil midir, tabii ki insandır. Hepsi bu vatanın evladıdır.
Bence bu avlanmalarda sorumluluğu olanlara ve bu insanları kolayca avlayabilenlere de iyi bir bakmak lâzım. Gençlerin ordularına ve devletlerine olan güvenlerini iyi bir sorgulamak lâzım. Ondan sonra oturup yargılamak lâzım.
Güven ve inanç demişken;
Atatürk'ün savaş alanlarında verdiği ve kayıtsız şartsız uygulanan dört emri hatırlatmak isterim.
Düşüncede, amaçta ve uygulamada çok büyük farkları olan, bu farklar sebebiyle yanıltarak birbirinin karşıtı gibi görünen dört kararı ve bu kararları ile ilgili dört emri şunlardır:
1- Çanakkale muharebeleri sırasında verdiği "Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum" emri.
2- Kütahya-Eskişehir muharebelerinden sonra verdiği 100 km geriye, Sakarya doğusuna çekilme emri.
3- Sakarya Meydan Muharebesi sırasında verdiği "Her karış toprak vatandaş kanı ile sulanmadıkça terk edilemeyeceği" emri.
4- 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Muharebesinden sonra verdiği "Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir. İleri!" emri.
Görüldüğü gibi, bu dört emrin her biri çok farklı uygulamalara yöneliktir. Dördü de şartların ve ihtiyaçların gerektirdiği çok zor tedbirlerdir.
Bu karar ve emirlerde kendisine ve emrini uygulayacaklara büyük bir güven, bilgi birikimi, deney zenginliği, ilkelere bağlılık, cesaret, askerî stratejinin gerekleri olan coğrafyaya (mekâna), zamana, kuvvete hâkimiyet vardır.
Askere gitmek istemeyenlerde bütün bu saydıklarımızdan bazıları eksik demek ki...
****
Şimdi "Bedelli" vesilesi ile bahanesi her ne olursa olsun askere gitmemiş olanların hepsi "vatan borcunu ödememiş insan" psikolojisinden bir nebze olsun arınacaklar.
Belli bir kesim de bedelli askerlik hakkından yararlanan bu insanlara "yarım insan" gözüyle bakacak.
Yani askerliğini yapmış her insana tam insan, yapmamış olanlara ise yarım insan diyecek...
Öyle mi?
Askerliğini yapmış ama dünya üzerinde etmediği kötülük kalmamış birisi "adam gibi adam", askerliğini yapmamak dışında bir açığı bulunmayan insansa "adamdan" değil...
Bir insanı nitelendirmek için yeterli bilgi "askerliğini yapıp yapmadığı" ise, o zaman herkes kolayca iyi ya da kötü diye ayrılabilir.
"Cumaya gitmiyorsan kâfirsin" diyenlerden pek farklı bir yaklaşım değil bu da...
Bakın farkındaysanız, bu durumdan yararlanacak insanlar alınan bu tavırlarla daha şimdiden tacize uğramaya başladılar.
Aslında bu haktan yararlanacak olanlara yapılacak olan baskılar bu hakkı verenlere yapılsa da böyle bir yasa çıkmasa daha doğru bir yaklaşım olmaz mıydı?
Askerlik çağı gelmiş her erkek okulundan-evinden-işinden teker teker toplansa ve silah altına alınsa. Böylece tartışılacak bu durum da başından hiç oluşmamış olsa.
Arz-talep meselesinin "talep" ayağı hiç önemsenmese, dolayısıyla da "arz" edilmese...
Ve;
"Bedelli"nin bedeli, insanların onurlarının ayaklar altına alınmasıyla ödetilmese....