29 Eylül 2025 Pazartesi

Dr. Osman Şevki Uludağ ve Uludağ

Keşiş Dağına Uludağ adının veren, sonra da Uludağ soyadını alan Dr. Osman Şevki Uludağ'ı, dağa adını verişinin 100. yılında, Bursa Büyükşehir Belediyesi Kent Tarihi ve Tanıtımı Dairesi Başkanlığı ile Arşiv Şube Müdürlüğü tarafından hazırlanan ve Bursa Kent Müzesi'nde izlenime açılan "Uludağ 100 Yaşında" sergisi ile andık.
Sergide Bursa Büyükşehir Belediyesi ve Dr. Osman Şevki Uludağ'ın kızı Ela'nın torunu İrem Ela Yıldızeli katkılarıyla ve Samet Altıntaş'ın yayına hazırlamasıyla ortaya çıkan "Osman Şevki Uludağ • Çok Yönlü Bir Cumhuriyet Aydını" kitabı ile Dr. Osman Şevki Uludağ'ın diğer kızı Emel'in torunu Sinem Çelebioğlu'nun yazdığı "Dağın Kızı • Dr. Osman Şevki Uludağ'ın İzinde" kitabı tanıtıldı.
“Uludağ’ı doğal güzellikleriyle korumak zorundayız”
Sergi açılışında konuşan Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, Bursa’nın çok fazla değere sahip olduğunu ancak öne çıkarılamadığını söyledi. Kentin sahip olduğu değerleri öncelikle Bursalıların bilmesi gerektiğini belirten Başkan Bozbey, Uludağ’ın bugün bile tam olarak bilinemediğini dile getirerek, “Uludağ’ı sadece bir kayak merkezi olarak görmemeliyiz. Çocuğundan yaşlısına herkesin Uludağ’ın aslında ne olduğunu ve ne anlama geldiğini bilmesi gerekir .Ne yazık ki Uludağ’ı bu zamana kadar hor kullanmışız. Planlayamamışız. Uludağ gibi bir kıymeti, turizm alanı olarak da değerlendirememişiz. 3-4 ay turizm var. Geri kalan 8 ay Uludağ’ı değerlendiremiyoruz. Bu konuda çalışıyoruz. 17’nci yüzyılda Avrupalı gezginlerin uğradığı Uludağ’ın değerini yeniden kazanmalıyız. Uludağ’ı doğal güzellikleriyle korumak ve kollamak zorundayız." dedi.
(15 Temmuz 2023 tarihli haberde der ki: "Resmi Gazete’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla yayımlanan karara göre, Uludağ Milli Parkı sınırlarının Uludağ Alanı sınırları ile çakışan kısımlarının milli park vasfı kaldırıldı. Bu alanda milli park iş ve işlemlerini yürütmek üzere ilgili idarelere tahsis edilmiş olan taşınmazlar Uludağ Alan Başkanlığına devredildi. Söz konusu kararın, 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu’nun 3’üncü maddesi gereğince alındığı belirtildi. Karara göre, Uludağ Alan Başkanlığı’nın kurulmasıyla birlikte yapılan görüşmeler neticesinde 13 bin hektar yüzölçümlü Uludağ Millî Parkı’nın yaklaşık 2 bin hektarlık bölümü Uludağ Alanı olarak belirlendi. Alanın doğal sit koruma statülerinde ise herhangi bir değişiklik yapılmadı. Kayak alanlarının bulunduğu çanaklar ve yapılaşmanın olduğu oteller birinci ve ikinci bölge ile Sarıalan ile Çobankaya, Bakacak Uludağ Alan Başkanlığı’nın sınırları içerisine dahil edilirken, buzlu yedi göller ve bölgedeki ormanlık alan Milli Parklarda kaldı.") 
23-29 Ocak 2023
"Uludağ" 100 Yaşında
Projesi Araştırmacı Yazar Serdar Kuşku'ya, küratörlüğü Kent Tarihi Araştırmaları ve Arşiv Şube Müdür Vekili, Araştırmacı Yazar Deniz Dalkılınç'a ait olan sergide Uludağ'ın Osmanlı'nın kuruluşuna ev sahipliği yapışı, yüzyıllarca dağda kurulan manastırlar, endemik bitki örtüsü, karcıları ve buzcuları, maden suyu, hem Bursa'nın hem de ülkenin ekonomik ve sosyal hayatına katkısı, kayak turizmi, sağlık turizmi, kampları, otelleri, yarışmaları, eğlenceleri ve magazini ile resmedilmiş.
Sergi, 27 Eylül-31 Aralık 2025 tarihleri arasında Bursa Kent Müzesi'nde ziyaret edilebilecek.
Dr. Osman Şevki Uludağ
"Ne Ulu bir Dağ"
Dağın isminin nasıl Uludağ olduğunu dağa ismini veren Dr. Osman Şevki, Bursalı Gazeteci-Yazar Musa Ataş'a şöyle anlatır:
"Ben Bursa-İstanbul yolu üzerinde yüzlerce seyahat yaptım. Fakat bu defa Keşiş dağını tetkike memur edildiğim için daha çok alâkalı idim ve Bozburun önünden geçerken (vapur ile olmalı) Keşiş dağına baka baka 'Ne Ulu Dağ' dedim. Birdenbire zihnimden geçen bir şimşek Keşiş dağının Uludağ adına çevrilmesi hakkında bana bir fikir verdi. Uludağ adı benim Bozburun önünden geçerken gördüğüm Keşiş dağına çevrilmiş ilk hitap oldu."
Osman Şevki Uludağ, önünde kızı Ela
Dr. Osman Şevki gezi sonunda hazırladığı raporda Keşiş adının Uludağ'a çevrilmesini önerir ve bu öneri Genelkurmay tarafından kabul edilip gereği için İçişleri Bakanlığı'na bildirilir. 
Bursa Coğrafya Encümeni ve Askerî Coğrafya Kurulu'nun teklifleri, İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı önerileriyle dağın Keşiş olan adı 24 Eylül 1925 tarihinde Uludağ olarak değiştirilir.
1934’te Soyadı Kanunu çıktığında soyadı olarak Uludağ'ı alır.
Dr. Osman Şevki Uludağ
Asker, doktor, radyolog, tıp tarihçisi, araştırmacı yazar, bestekâr, müzik adamı, dağcı, milletvekili, Kuvayı Milliyeci, Milli Mücadele Gazisi, İstiklâl Madalyası sahibi ve antropolog olan Dr. Osman Şevki Uludağ, 1889 Bursa doğumludur.
Genç Türkiye'nin ilk radyologlarından biri ve 1938'de kurulan Türk Tıp Tarihi Kurumu’nun kurucularındandır. 
"Osmanlı Tababet Tarihi” (1918) ve “Beş Buçuk Asırlık Türk Tababet Tarihi” (1925) eserleriyle Türkiye’de tıp tarihi ile ilgili yazı yazan ilk kişi unvanını almıştır.
Nilüfer Belediyesi Dr. Ceyhun İrgil Sağlık Müzesi'nde Dr. Osman Şevki Uludağ
İlk Devlet Konservatuvarı kanunu kabulü sırasında Türk Musikisi’nin de ders olarak alınması için mecliste (dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ile) girdiği tartışmalarla Türk Musiki tarihinde önemli bir isim olmuştur.
Osman Zeki Üngör’e ait İstiklâl Marşı bestesinin "Carmen Silva" valsinden, Cemal Reşit Rey'e ait 10. Yıl Marşı’nın Jean-Jacques Rousseau’nun "Le Devin du Village" adlı operasından alıntı olduğu iddiasını ortaya koymuştur.
Aydın yöresinden derlediği “Genç Osman” türküsü haricinde, bir kısmının güftesi kendisine ait 120’ye yakın eser bestelemiştir.
Balkan Savaşı’ndan sonra Tıbbiye’deki musiki topluluğunun şefliğini yapmıştır.
Cemal Nadir'in gözünden Osman Şevki Uludağ
Bursa’daki Yıldırım Darüşşifa Hastanesi’nin Osmanlıların Anadolu’da kurduğu ilk hastane olduğunu ortaya koymuştur.
Bursa ile ilgili araştırmaları olan “Bursa ve Uludağ”, “Yeşil Camii” ve “Uludağ Keşişleri ve Dervişleri” kitaplarını yayımlamıştır.

Bursa'da Akşam Gezisi İçinde Kısa Bir Mola
Yaz boyu Samet Altıntaş rehberliğinde gerçekleşen Bursa'da Akşam gezilerinin sonuncusunda, geziye katılan konuklar Pınarbaşı'ndaki Kent Tarihi Araştırmaları ve Arşiv Şubesi bahçesinde verilen bir saatlik molada, Dr. Osman Şevki Uludağ'ı, kızları Emel ve Ela'nın (Türkiye'de ilk Ela ismi babası Osman Şevki Bey tarafından konmuş) torunları olan İrem Ela Yıldızeli ve Sinem Çelebioğlu'ndan dinledi.
İki kuzen geziye katılanlara ve harici konuklara,  "Osman Şevki Uludağ • Çok Yönlü Bir Cumhuriyet Aydını" ve "Dağın Kızı • Dr. Osman Şevki Uludağ'ın İzinde" kitaplarının yazılma aşamalarını Samet Altıntaş'ın moderasyonuyla anlattı. 
(* İrem Ela Yıldızeli ve Sinem Çelebioğlu söyleşisine YouTube üzerinden "Dr. Osman Şevki Uludağ ve Uludağ" başlığı ile ulaşabilirsiniz.)
İrem Ela Yıldızeli • Sinem Çelebioğlu • Samet Altıntaş
Yıllarca dolaplarda bulunmak üzere bekleyen, sessizliğe bürünmüş ve adeta kıymetini bilmeyecek ellerden saklanmış olan fotoğraflar, yazılar ve belgeler, Osman Şevki'nin kızı Ela'nın torunu İrem Ela Yıldızeli ile gün yüzüne çıkmaya başlamış. Üçüncü kuşağa kadar saklandıkları yerde sabırla bekleyen her şey bir anda özgürlüğüne kavuşmuş. Saklandı dediğime bakmayın, onca yıl babaannenin evindeki bir büfenin çekmecelerinde yaşamış hepsi. 
Resimleyen: Sultan Özdemir
Babaanne Ela torunlarına babasını, yani Osman Şevki Bey'i anlatıp dururmuş ama kimse Osman Şevki Uludağ'ın ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunun farkına varmamış. İnsan yakındakini hem normal bulur hem de övünmek ayıp gelir ya, işte öyle. Lakin İrem büyümeye başladığında ve merak ettiğinde, yeniden dünyaya gelebilmek ve yaşananları anlatabilmek için biriktirdiği her şey ile birlikte Osman Şevki Bey de zaman bu zaman diyerek tekrar hayata dönmüş. 
Büyük büyükbabasının hayatının peşinde koşturan İrem Ela bu halleri ile kuzeni Sinem'e ilham olarak Dağın Kızı kitabının kızıl saçlı öznesi olmuş. Sinem istemiş ki Osman Şevki Uludağ'ı ve o dönemi çocuklar da öğrensin. Hatta esas çocuklar öğrensin.
Musa Ataş
"Suyuna azık, taşına çarık yetişmeyen dağ"
Bursalı Gazeteci-Yazar ve aynı zamanda Dağ Ajanı olan Musa Ataş yazılarında Uludağ'a o kadar çok yer verir ve Bursa'nın ve Uludağ'ın tanınması için o kadar çabalar ki, gazetecilik hayatı boyunca yazdığı yazılar ile bugünkü Uludağ'a ışık olur.
Mesela Uludağ üzerine neler anlatır derseniz:
"Su sathından 2300 metre yüksekte, Uludağ'daki plaj, Kayak Evi, (1 Nisan'a özel yazılan "Kayak Evi'ni Nasıl Yıktık" yazısı), Uludağ Oteli'nin yapım ve bakım aşamaları, dağın sağlığa faydaları, aile kampları ve çadır hayatı, uluslararası kayak yarışları, açık hava baloları, dağdan çıkan ve dağıtılan maden suyu, dağa yapılan şose yol, dağa otobüs seferleri, kesişen bayram ve yılbaşı tatilleri dolayısıyla "Uludağ'da Bayram", "18 Saat Süren Uludağ-İnegöl Yolculuğu", "Hava Hattı ve Kar Makinesi", "Kar Makinesini İstanbul’dan Nasıl Getirdik?", "Uludağ'a Dişli Tren", "Uludağ'ın İmarı İçin Hazırlanan Proje", "Çivi Batmayacak Kadar Sert ve Parlak Buzlu Uludağ", "Yirminci Asrın Cansız ve Reçetesiz Doktoru Uludağ", "Bütün İhtirasların Unutulduğu Saadet Diyarı", Uludağ'ı sağlık Kâbe'si olarak tanımlaması, Uludağ üzerine yazdığı "Dünya Cenneti Uludağ" kitabı, diğer kitaplarında da yer verdiği Uludağ, İstanbul Yakacık Sanatoryumu sahibi Dr. İhsan Rıfat tarafından 2 milyon lira harcanarak yaptırılan 100 yataklı Uludağ Sanatoryumunun kurulma ve açılma evreleri, yağmur yüzünden dağılan Dolubaba Kampı, Uludağ otelleri işletmesinin Kayak Evi ve Fatin Tepe'de kesip yaktığı ağaçlar üzerine mahkemeye verilişi, Uludağ otellerinin Merinos Kulübü'ne bırakılışı, Uludağ filmi, Halk Evi'nin çıkardığı "Uludağ" mecmuası, 1946'nın şubatında bir hafta Ömer İnönü ve arkadaşları ile, bir hafta da Erdal İnönü ile dağa çıkışları, Kayak Evi'ne gidiyorum diyerek Kuşaklı Kaya yolunu tutan, kayağının bağlaması koptuğu için olduğu yerde kalan, yani dağda kaybolan ve donmamak için yerinde zıplayan İstanbullu Arif'in bulunuşu, Bursa Valisi Şefik Soyer ve İstanbullu gazeteciler ile birlikte Uludağ'da izlenen güneş tutulması ve daha nice yazı ile dile gelen Ataş'ın Uludağ sevdası..."
"Uludağ Mevsiminde" yazısında Uludağ'ı karış karış gezen bir evliyanın Keşiş dağı için "Ey kahpe Keşiş, suyuna azık, taşına çarık yetiştiremedim" dediğini yazar. O yazının devamında, "Uludağ'a zayıf çıkan şişman iner, ihtiyar çıkan genç döner, gamlı çıkan memnun iner, yorgun çıkan zinde iner" der.
Uludağ üzerinde emeği olan arkadaşların yeni nesilleri
Musa Ataş yeğeni ben, Osman Şevki Uludağ torunları İrem Ela Yıldızeli ve Sinem Çelebioğlu, Hüseyin Kuşku oğlu Serdar Kuşku...
Bir Musa Ataş kitabında Dr. Osman Şevki Uludağ
İçine doğdukları Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişi tüm evreleriyle bizzat yaşayan vatanperver nesillerdendi onlar. İlk gençlikleri savaş meydanlarında geçti. Sonra da vatanı tekrar ayağa kaldırmak için her sahada çalıştılar, her sahada savaştılar. Kimi kalemiyle, kimi bileğiyle, kimi bilgisiyle verdi savaşını. Yokluğu da bildiler, yoktan var etmeyi de. Arkalarından gelen nesillere yurt bırakmaktı amaçları. Özgür, bağımsız, gücünü kendi içinden alan, kendine yetebilen bir ülkeydi hedefleri. Üzerlerine düşeni yaptılar ve 10 yılda her savaştan alınları açık çıktılar.
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından her şeyin değiştiği gibi Türkiye Cumhuriyeti de değişti. 1950'lerde başlayan geriye gidiş ile geldiğimiz noktada bugün kadın-erkek ayrı okuma, ayrı eğlenme, ayrı yüzme, hayatı ayrı yaşama konuşulur oldu. 
Cumhuriyet nesilleri olarak direniyor ve Atatürk Türkiye'si kazanımlarını kaybetmek istemiyoruz. Aradaki nesillerde boşluk olduğundan dolayı, Cumhuriyet'in kıymeti şimdilerde daha anlaşılır oldu. 
Yukarıda farklı bir biçimde dediğim gibi, insan elindekinin kıymetini bilmez ve kaybetmeye başladıkça anlar diye, işte öyle...
29 Eylül 2025 / C.E.Y.

21 Eylül 2025 Pazar

Artık Deniz Yarılmayacak!

Kocası henüz ölmüş genç bir ressam olan Catherine (Susanna Karolina Faesch) Weldon'ın, New York'tan Dakota Kızılderili yerleşim bölgesine sadece Oturan Boğa'nın portresini yapmak için gelişini ve Kızılderililerin topraklarının ellerinden nasıl acımasızca ve hileyle alınışını anlatan "Kadın Önden Yürür  Woman Walks Ahead" filminin sonunda, Beyaz Adam'ın Kuzey Amerika Kıtası'nı ele geçirmek için yaptığı Kızılderili kıyımı ya da diğer bir deyişle soykırımı sayılarla verilir.
Avrupa'nın sefaletinden kaçan sefillerin yeni topraklara ayak basar basmaz tüm toprakları kendinin sanması ve kıtada yaşayan yerli halkı gözünü kırpmadan yok etmesi ABD tarihinin nasıl koyu bir kanla yazıldığını anlatır. Ki Kristof Kolomb'un denizi yara yara giderek Karayiplere ayak bastığı 12 Ekim 1492 günü yerliler için trajik bir gündür.
Kanlı ABD tarihinde atların özgürce koşturduğu, bizonların sürülerce otladığı, yerlilerin huzurla yaşadığı topraklar vahşete bulanınca, atlara gem vurulur, bizonlar tüketilir, topraklar sahiplenilir, insanlar yok edilir.
Bir yandan da ABD, Hollywood'a çektirdiği Western tarzı filmler ile, yayınevleri de Tommiks, Texas gibi çizgi kitaplar ile 'kafa derisi yüzen' Kızılderililerin ne kadar vahşi olduğunu dünyaya anlatıp kendini aklamaya çalışır.
Gerçeği olduğu gibi anlatan filmler ve kitaplar ile ise bir bakıma özür dilenir.
Zorbalıkla ele geçirilen ve kendi içinde de uzun zaman uzlaşılamayan topraklar üzerinde kurulan bol ışıklı ve şaşaalı medeniyet insanları bal için çiçeklere konan arılara benzetir. Çiçek renklidir, çiçek kokuludur, çiçek bal özlüdür. Herkes özgürlükler ülkesi Amerika'ya ve 'Amerikan Rüyası'na koşar.
Kimse katliamları düşünmez, kimse keyfini bozmaz, kimse kendini suçlamaz. Kendini büyütme peşindeki malum sistem "Yaşandı bitti saygısızca!" deyip yoluna devam eder.

Gazze Rüyası
Şimdilerde Gazze Rüyası pazarlamaya çalışan ABD bunu başardıktan sonra kimse Gazze'de bugün yaşananları düşünmeyecek ve insanlar cânım Akdeniz sahillerinde ultra lüks tatiller yapacak, modern şehirler kuracak, bölge cazibe merkezi haline gelecek, herkes burayı görmeye, buralara yerleşmeye can atacak. Trump şimdiden Gazze'nin geleceğini gösteren yapay zekayla oluşturulmuş bir video paylaşmaya başladı bile.
Belki film platformlarına Filistinlilerin ne kadar 'kötü' ve ne kadar 'haksız' olduğunu anlatan filmler de yaptırılır. Hani İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Piyanist ya da Schindler'in Listesi gibi Yahudilerin haklılığını anlatan filmlerinin yaptırıldığı gibi. 
O günleri anlatan filmleri izlerken kahrolur ve "Dünya neredeydi?" derdim hep. Ya şimdi, bugün bu katliam yaşanırken dünya nerede?
Ya siz neredesiniz?
****
Ama o öyle ama bu böyle diye siyasî bahaneler yaratmaya gerek yok. Olan gün gibi ortada. 
Tüm dünyanın gözü önünde yaşanan ve durdurulamayan ya da durdurulmayan bu felâket dünya tarihi içinde kendine kapkara ve kıpkırmızı bir utanç ile yer bulacak.
Çok üzülerek söylüyorum ki; 
Galiba Netanyahu arkada tek bir Filistinliyi dahi sağ bırakmayacak. 
Ve maalesef ki deniz Filistinliler için yarılmayacak...
21 Eylül 2025 / C.E.Y.

Dümdüz de etseniz / 20 Kasım 2012
Ya siz neredeydiniz? / 26 Şubat 2013
Dümdüz / 29 Mayıs 2024
Dı Casus! / 20 Ağustos 2024

18 Ekim 2023 tarihli yazımı "Atatürk'ümüze ve Cumhuriyet'imize bir kez daha sarılıp, aklın yolundan ayrılmayalım derim ben. Her anlamda zaten zor koruduğumuz dengemizi daha fazla bozdurmayalım. Yoksa bu yangın herkesi yutacak büyüklükte koca ağızlı bir yangın olmaya aday açgözlü bir yangın..." sözleriyle nihayetlendirmiştim. 
O yazının üzerinden geçen iki sene içerisinde İsrail-Hamas-Gazze yangını bambaşka şekillere bürünerek ve dünya üzerine yayılarak büyümeye devam ediyor.

19 Eylül 2025 Cuma

Kime Diyorum Kimeeeee!!!

'Sosyal Medya'nın çöplüğe dönüştüğü günlerde yazdığım Sosyal Medya Çöplüğü başlıklı yazımın üzerinden geçen on yılın ardından sosyal medya adeta, kanalizasyon sisteminin olmadığı günlerde evlerin bahçelerine açılan, ağzı açık bir lağım çukuruna dönüştü. 
Pis kokulu, pis görüntülü, üzerinde uçuşan sineklerin ayaklarına yapıştırdıkları pisliği uzaklara taşıdığı, mikrop saçan bir mecra.
Tabii ki çukurun burada bir günahı yok. Tüm günah çukuru dolduran g.tlerde... Yani kedi kadar olmayıp sıçtığını örtmeyen hepimizde...

Sosyal medya insanların kapalı mecralarda konuştuklarını uluorta konuştukları bir yer olunca eğrisiyle doğrusuyla toplumun gerçekliğini de ortaya seriverdi. Eskinin bilge insanlarının yerini alan ağzı bozuk, dili bozuk, ahlâkı bozuk, bilgisiz ve küstah insan tipi elindeki telefon marifetiyle her yemeğe salça olmaya başladı.
Bunu bilen içerik üreticileri de toplumun bu kesimini gıdıklayan ve tahrik eden içeriklerle etkileşimlerini artırmaya başladı.

Sanatçıların sahne kıyafetleri, insanların deniz kıyısı halleri, kadın sporcuların spor yaparken giydikleri ya da insanların kendi öz tercihleri olan kıyafetleri yerli yabancı fark etmeksizin topa tutulur oldu. Buna bir de şarkı sözleri eklenmez mi! 
İnsancıklar topa tutulmakla da kalmadı, durumdan vazife çıkaran şahısların şikayetlerini kale alan yöneticiler 'suçlular'ı teker teker içeri almaya başladı. 
Bahçeli'ye kalsa sosyal medyayı kapatmakla kalmayacak, Jennifer Lopez'i bile içeri tıkacak! Nihayetinde en büyük 'suçlu' o! Ha bir de "Nesfiliks"! 
Ah bir de "Dark Web" ya da "Deep Internet"i bilseler.

O taraf derin bir konu, biz yine yüzeyde kalalım.
Sosyal medyayı çöplüğe çeviren kim derseniz; hayatında hiçbir konsere gitmemiş, deniz kıyısına hiç inmemiş, hiçbir spor dalıyla ilgilenmemiş, kendi dar çevresinden dışarı adım atmamış, hiç kitap okumamış, tarihten, coğrafyadan, sosyal bilgilerden, kültürden ve sanattan bihaber; bir yandan da sabah akşam gündüz kuşağı programlarının ekranından evlerin odalarına oluk oluk akan seviyesizliği şehvetle izlemiş, kendine 'hoca' diyen tiplerin "tomurcuk memeli bakireler" sözleriyle tasvir ettiği cenneti hak etmek için bugününü cehenneme çevirmiş, yıllarca türkülerin pornografik sözleri eşliğinde gerdan kırıp bel bükmüş güruh derim. 
Tamam. Şimdi biz sosyal medyayı kapatalım ama sosyal medyanın içine eden sosyal medya ahalisini ne yapalım?

Ah mirim, eskiden dutluk olan buralara 'gittikleri her yeri kendilerine benzeten insanlar' üşüşmemişken her şey daha masum ve daha seviyeli idi. Şarkı paylaşırdık, şiir paylaşırdık, yazı paylaşırdık, bilgi paylaşırdık, fikir paylaşırdık. Şimdi sıkıysa paylaş!
Buralar artık en ufak bir şeyin dahi köpürtüldüğü acayip bir yere dönüştü. Gözünün üzerinde kaşının olması dahi suç!
Lakin bir de şöyle bir duruma sebep oldu.
Mesela benim Manifest grubundan haberim yoktu, haberim oldu. Mabel Matiz'in şarkısını dinlememiştim, dinledim. Fatih Altaylı'yı izlemeyen milyonlar vardı, şimdi Altaylı'nın boş koltuğunu milyonlar izliyor. 
Görüyorsunuz, 'Psikolojik Tepkisellik Kuramı'nın bir örneği olan Streisand Etkisi ile yasaklanan her şey daha cazip hale gelip daha geniş kitlelere ulaşıyor. Kaş yaparken göz çıkartılınca sonunda da kendi kazdıkları kuyuya düşmeleri kaçınılmaz oluyor.

Üstte sorduğum soruyu bir kez de bu yönden sorayım:
"Şimdi biz sosyal medyayı kapatalım ama sosyal medyanın içine eden sosyal medya ahalisini ne yapalım?" 
Diğerlerini yasakladığımız gibi bunları da mı yasaklayalım? Yasaklayınca yok mu olmuş olacaklar yoksa yok mu sayılacaklar? Görmediğimiz yerlerde daha çok büyüyüp daha çok şişmeyecekler mi? Sonra da bom diye patlamayacaklar mı? Mesele yasaklamakta değil efendi gibi insan yetiştirmekte değil mi? Bu da ülkenin efendice yönetilmesinde değil mi? 
İnsanca yaşanan, sokaklarında korkusuz dolaşılan bir ülke olmayı istemek kötü bir şey mi? İnsanların güler yüzlü, huzurlu, sakin, saygılı, neşeli ve eğitimli olmasını istemek kötü bir şey mi? 
Hem; ekonomisi tıkırında, herkesin işinde gücünde olup haksız kazancın ve dalaverenin söz konusu olmadığı bir ülkenin başında olmak daha gurur verici değil mi?

Son söz de kendime gelsin;
Kime diyorum kimeeeee!!!
19 Eylül 2025 / C.E.Y.

12 Eylül 2025 Cuma

Tuhaf Zamanlarda Yaşarken

Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık kitabında anlattığı boza satıcısı Mevlut Karataş’ın kafası gibi bu ara kafam. Tuhaf, karışık, bomboş, dopdolu, sersem, dikkatli, dikkatsiz, sisli, bulutlu, berrak, ağlak, umutsuz, üzgün, neşeli... Bir garip... Bir değişik...
Hangi Çinli "Tuhaf zamanlarda yaşayasın" diye beddua ettiyse artık tuhaf zamanlarda yaşıyoruz...
Mevlüt'ün içinden geçtiği günler bugün kırk beş yılı dolduran 12 Eylül 1980 darbesine giden/götürülen günlerdi. İçinden geçtiğimiz bu toz duman tantanalı günler ile büyük bir tarihe tanıklık ediyoruz ve biz de bir yerlere götürülüyoruz ama acaba nereye?

Ülkeden dünyaya bakınca görünen ise adeta İkinci Dünya Savaşı öncesi yıllar.
Ki Bursalı Gazeteci Yazar Musa Ataş yazılarında o yılları gün be gün anlatır:
"İtalya’nın Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurma fikri ile yarattığı “Bizim Deniz” (Mare Nostrum) politikası sonucu Korfu Adasını, Habeşistan'ı ve Arnavutluk'u işgali; Japonya'nın Ortak Refah Alanı politikası ve “Asya Asyalılarındır.” fikri ile Mançurya, Çin ve Pasifik Adalarını işgali; Mussolini'yi kendisine idol yapan Hitler'in ülke topraklarına yeni yerler katmak amacıyla ortaya attığı Hayat Sahası (Lebensraum) fikri ile Avusturya ilhakı, Ren'e asker göndermesi, Münih Konferansı ve dahasına ek 1929'da yaşanan Büyük Buhran..."

Bizim çağımıza düşen günlerde yaşananlar ise kabaca şöyle:
"Her şeyi karıştırmakta üzerine olmayan ABD Başkanı Trump, Gazze'yi dümdüz etmeyi kafaya koyarak İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşadıklarının milyon katını Gazzelilere uygulayan İsrail Başkanı Netanyahu, sonsuza kadar yaşamayı ve sonsuza kadar Rusya'nın başında kalmayı kafasına koyan Rusya Başkanı Putin, sokaklarının sık sık karışması ile meşhur Paris ve halkın protesto ettiği Fransa Başkanı Macron, kaynamaya doyamayan Orta Doğu, kaynayan kazan kapak tutmaz misali patlayan Nepal..."

İçeride ise ibretlik günler yaşıyoruz:
"CHP'yi paramparça etmek üzerine yürütülen bir süreç, hain planlara çomak sokanların Silivri'yi boylaması, sokaklara taşan çetelerin sokaklara taşan ama ceza almayan cinayetleri, televizyonlara sığmayıp TikTok'tan fırlayan ve sosyal medya yorumları ile kendine hayat bulan ahlâksız bir güruh, sahne gösterilerini ya da farklı camiaların yaşantılarını kendi anlayışlarına uymadığı gerekçesiyle lanetleyen (bir önceki cümlede tarif ettiğim) ne dinden ne ahlaktan ne ilimden ne bilimden ne de sanattan haberi olan cahil kafalar, sanki yıllardır iktidarda olan kendisi değil de CHP imiş gibi gidip gelip CHP'ye laf sokup taş atan, her ama her şeyde CHP'yi suçlayan, bugün ak dediğine yarın kara diyen, sürekli yeni rota oluşturan Ak Parti Genel Başkanı ve T.C. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile iyi bir şeye mi yoksa kötü bir şeye mi çanak tuttuğunu bir türlü anlamadığımız MHP Genel Başkanı Bahçeli..."

Göründüğü üzere içerisi ayrı karışık dışarısı ayrı. Bu karmaşa içinde benim ruhum daralmış, kafam karışmış çok mu?
Yaşadıklarımız tam bir savaş hali değil de ne? Eğitim bozulmuş, ekonomi bozulmuş, hukuk bozulmuş, güven bozulmuş, sağlık bozulmuş. Varsa yoksa vergi, varsa yoksa ceza, varsa yoksa dayak...
Demek ki modern zamanların savaş hali artık böyle.
Bir başka ülke askerine ihtiyaç olmaksızın seni sana kırdırmak ve kırımdan geri kalanları da kendi kırmak.

Bu kötülük fırtınasına nasıl karşı duracağız, bu kadar zorlamaya nasıl dayanacağız, kanımızı emen bu hortumdan nasıl kurtulacağız diye düşünürken bir yandan da bu sancıların ardından acaba nasıl bir bebek doğuracağız diyorum.

Malum; Önce Kaos Vardı! 
Malum; Denizler dalgalanmadan durulmazdı.
Malum; Gecenin en karanlık ânı şafağa en yakın andı.
Malum; Dibe vurmadan yukarı çıkılmıyordu.
Da; 
Bilen varsa Allah rızası için söylesin:
Daha ne kadar dalgalanıp, daha ne kadar kararacak ve daha ne kadar dibe batacağız?

Bu bekleyişte enseyi karartalım mı karartmayalım mı?
Sabredelim mi etmeyelim mi?
İsyan edelim mi etmeyelim mi?
Su akar yolunu bulur deyip bekleyelim mi yoksa suyun yatağını mı değiştirelim?
Kendi başımıza söylenelim mi yoksa tek bir ses olup kükreyelim mi?

Vallahi halkı kin ve düşmanlığa sürüklemiyorum. Ben kiiim sürüklemek kim!
Siz bakmayan bana; dedim ya kafamda var bir tuhaflık diye. Yazdıklarım da beynimi didikleyen tuhaf tuhaf düşünceler işte.
Ne yapalım; tuhaf zamanlarda yaşarken başka türlüsü olmuyor...

12 Eylül 2025 / C.E.Y.