22 Aralık 2024 Pazar

Türkiye'nin Komşularını Sayınız

2024'ün son günlerinde son 24 seneyi kantara koyup tartıyorum da; 2000'e girerken umduklarımız ile 2024 biterken bulduklarımızın hesabının içinden çıkamıyorum. 
Sadece ülkemiz değil, dünya da İkinci Dünya Savaşı'nın ardından yaşanan suskunluk ve (mecburî) huzur dönemini atlattı, milyonlarca kişinin ölüp şehirlerin yerle bir olduğu bir savaşın ardından tamir ve iyileşme süreci tamamlayıp da bitleri kanlanınca ne yapsam, nereye karışsam, nereyi kaşısam, nereyi karıştırsam derdine düştü. O süklüm püklüm olmuş, o yara bere içindeki anlayış tedavülden kalktı, yerine saldırgan, vahşi, kaba, gözü kara, küstah bir anlayış geldi. 
Bu yeni anlayışın kahramanları da yeni dünyanın kahramanlarıydı. 

Malum, her nesil arkada bıraktıkları ile önüne kattıkları ortasında kendi tarihini yazar. Tarih de onların bıraktıkları izleri tarih sayfalarına yazar. Kimisi örnek, kimisi ibret alınası izlerle dolu bu sayfalardan ne örnek alınır ne de ibret. 
Savaşlar ve sevişler birbirine karışır, gidenlerle-gelenlerle ve kalanlarla-dönenlerle siyasî harita her seferinde yeni baştan çizilir.

Mesela Sosyal Bilgiler dersinin en baş konularından biri olan "Türkiye'nin komşuları" konusu kitapların güncellenmesini gerektirecek. 
70'lerde komşularımızdan biri SSCB idi, 90'lara geldiğimizde SSCB dağılmış (26 Aralık 1991), Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan yeni komşularımız olmuştu. 
Şimdi biz, 2024 yılının son ayında tarihe karışan komşumuz Suriye'nin yerine yeni komşumuz kim ya da kimler olacak merakla beklemekteyiz...
İnşallah doğru düzgün birileri olur da komşuluk ilişkilerimizi medenî düzeyde yürütürüz. Evinde kavga kıyamet olan komşuların çevrelerine verdikleri zararı bizzat yaşamış bir ülke olarak, Ata'mızın "Yurtta sulh, cihanda sulh!" sözünün kıymetini bir kez daha anladık değil mi?

Dünyayı bir kenara bırakıp ülkemize dönecek olursak; ekonomik anlamda kıvranan, üst üste intiharların yaşandığı, bilgisi yok fikri var insanların bilirkişiymişçesine görüş bildirdiği, hatta bu zatların toplumun nasıl yaşayacağını belirlediği, suçu işleyenlerin değil, suçu ifşa edenlerin suçlandığı, adalete ve hukuka olan inancın kaybolduğu, üstenci ve kibirli bir cahil güruhun ülkeyi ele geçirerek, kibar ve donanımlı insanların yaşama özgürlüklerinin gittikçe azaltıldığı, boğucu, yorucu ve tüketici bir ülke haline geldik. 
Çarpık kentleşme, delicesine bir betonlaşma, yetersiz alt yapı, içeriden ve dışarıdan düzensiz göç, ne oralı kalabilmiş ne buralı olabilmiş insanlar, şehirlerin kapasitesinin çok üzerinde bir nüfusartan trafik ve değişen demografi ile birlikte değişen sürücü profili, değişen eğitimci profili, değişen sağlıkçı profili, değişen gazeteci profili, değişen siyasetçi profili ve dahası... 

Zannedersem biz de yurtta sulh konusunda biraz sıkıntılıyız.
Ki arada komşularımıza sarıyoruz. Neyse ki sarıp sarıp bırakıyoruz.
Bir gece ansızın gelebiliriz dediğimiz Yunanistan'ın sahil korumaları ellerini kollarını sallayıp Bodrum'a çay içmeye geliyor. 
Ey Netanyahu haykırışları yerini Suriye olayında iş birliğine bırakıyor. 
Ermenistan ile geçmişten bugüne uzanan (kim kimi daha çok öldürdü) meselemiz mevcut. Azerbaycan ile Ermenistan arasında Dağlık Karabağ'da başlayan savaşta Türkiye, hem savunma sanayi alanında hem de diplomasi alanında Azerbaycan'a ciddi bir destek verdi.
Dost ve kardeş ülke Azerbaycan İsrail'e petrol ihracını kesmedi diye  Azerbaycan ile bir dargın bir barışık takılıyoruz. Bir yandan da boru hattı ülkemizden geçiyor. (Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı olan BTC, Azeri petrolünü Hazar Denizi'nden Ceyhan Limanı'na, oradan da Akdeniz üzerinden Avrupa pazarlarına taşıyor. Toplam uzunluğu 1.768 km olan ve tüm uzunluğu boyunca gömülü olan boru hattı, Gürcistan'da 249 km, Azerbaycan'da 443 km ve Türkiye'de 1.076 km uzunluğunda.)
Kuzey Irak yıllardır başımızda. İran deseniz, o hep rejim ihracı derdinde. 
Rusya ile artık kara sınırımız yok ama deniz komşusuyuz. Onunla da bir kankayız, bir düşman. 
Daha doğrusu dışişleri konusunda Cumhurbaşkanımız sayesinde içeride başka, dışarıda başkayız.
Geriye bir Bulgaristan kaldı. Neyse ki Bulgaristan ile mutedil bir ilişkimiz var.

Bahar Geldiğinde mi Ben Böyle Olurum?
18 Aralık 2010 tarihinde Tunus'ta başlayan, daha sonra Mısır, Yemen, Cezayir ve Ürdün'e sıçrayan Arap Baharı'nın ilerleyişi Suriye'ye ulaştı. 
O günlerde yazdığım Bu 'Yalancı bir Sonbahar' olmasın... yazısının tekrarını yaşıyor gibiyiz bugünlerde. 
Yine bir alkış, yine bir aferin, yine bir bravo...

Adım Adım
2024, haritaların değişmeye başlayacağının emareleriyle bezenmiş bir yıl oldu.
7 Ekim 2023'te Hamas'ın İsrail'e saldırmasıyla başlayan süreç hızla ilerledi. İsrail Gazze'yi adeta dümdüz etti.
* 31 Temmuz 2024'te İsrail'in Tahran'da düzenlediği saldırıda Hamas lideri İsmail Haniye öldü.
17 Eylül 2024'te Lübnan'da yaşayan Hizbullah üyelerinin çağrı cihazlarına gönderilen bir sinyal ile telefonlar patlatıldı. Onlarca insan öldü, binlerce insan yaralandı. 
* 16 Ekim 2024'te, İsrail Savunma Kuvvetleri birlikleri Hamas'ın Siyasi Büro Şefi Yahya Sinvar'ı öldürdü.
8 Aralık 2024'te HTŞ Suriye'nin başkenti Şam'ı ele geçirerek Beşar Esad hükümetini devirdi ve Esad ailesinin ülke üzerindeki 53 yıllık iktidarına son verdi.
* 10 Aralık 2024'te İsrail, Golan Tepeleri'ndeki yerleşimleri genişletme kararı aldı.
* 12 Aralık 2024'te MİT Başkanı İbrahim Kalın Suriye'nin başkenti Şam'a gitti. HTŞ lideri Muhammed Colani'nin sürdüğü araçla Emevi Camii'ne gidip namaz kıldı. 
* 14 Aralık 2024'te, Gazeteci Nevşin Mengü, Suriye'deki yeni düzen ile ilgili olarak PYD’nin lideri Salih Müslim ile yaptığı röportajdan dolayı "suçu ve suçluyu övdüğü" iddiasıyla gözaltına alındı.
(Bu arada (bir değişiklik olmadıysa) HTŞ de, PYD de Birleşmiş Milletler ile birlikte Türkiye'nin de terör listesinde yer alıyor.)
* 20 Aralık 2024'te Gazeteci Özlem Gürses YouTube kanalından yaptığı yayın sırasında, TSK'yı işkence ve katliamlarda bulunan terör örgütleriyle birlikte hareket eden işgalci bir kurum olarak nitelediğinden ötürü, "halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma" suçundan göz altına alındı ve ev hapsine mahkûm edildi.
* Cumhurbaşkanı Erdoğan, Esad'ın devrilişinin ardından ortaya atılan görüntülere istinaden, bana diktatör diyenler diktatör görsün dedi.
* Yine Cumhurbaşkanımız neye istinaden söylediğini anlamadım ama, bir Putin bir de ben kaldık dedi.
****
Tarih dersinde tarih atlası kitabımız vardı. Kurulan ülkeler ve yıkılan ülkeler konumları ve tarihleriyle birlikte, kronolojik olarak resmediliyordu. 
Benzerini elektronik ortamda şöyle hazırlamışlar. 
İnsan dünyaya böyle bakabilir, medeniyetlerin kuruluş ve yıkılış tarihçelerini iyi öğrenirse kendi kalıcılığını o oranda sağlayabilir. 
Tarihi iyi okuyan ve 57 yıllık hayatında 4 bine yakın kitap okumuş olan Atatürk'ün, "Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." dediği de budur zaten.

Yoksa;
Kimler geldi kimler geçti...
Ya da;
Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi...
Ya da;
Ev alma komşu al...
Ya da;
Komşularına iyi bir komşu ol...

22 Aralık 2024 / C.E.Y. 

4 Aralık 2024 Çarşamba

Bir Yıldırma ve Bezdirme Hareketi Olarak MOBBING

Türk Kadınlar Birliği Bursa Şubesi'nin Nilüfer Belediyesi, Nilüfer Kent Konseyi ve Bursa Barosu ile birlikte düzenlediği "İnsan Kadın" 3. Konferans'ın konusu bu kez, dilimize yeni yerleşen bir sözcük olan "MOBBING" idi. 
"MOBBING'E HAYIR!" sloganıyla yola çıkan kadınlar, bundan böyle yıldırma ve bezdirme hareketlerine karşı duracaklar, anlatacaklar, öğretecekler, mobbinge uğrayan kadın erkek tüm insanlara sahip çıkacaklardı.
'Türk Kadınının Seçme ve Seçilme Hakkı'nın 90. yıldönümü olan 5 Aralık 1934'e istinaden, 4 Aralık 2024 günü Plaza16'da gerçekleşen etkinlikte, TKB Genel Merkez Yön. Kur. Üyesi Gamze Tokman da konuyla ilgili olarak, "Mobbing ve ILO 2019/190 No’lu Şiddet ve Taciz Sözleşmesi" başlığı ile bir konferans verdi ve Mobbing'i tanımlayarak, Mobbing karşısında neler yapılması gerektiğini anlattı.

Mobbing nedir ne değildir konusuna girmeden önce konferans başlığına ve kadınların seçme-seçilme hakkına istinaden yapılan konuşmalara şöyle bir değinmek isterim.
"Cumhuriyet'in kazanımlarına sahip çıkın!"
Konferans öncesi TKB Kurucusu, Gazeteci, Yazar, Aktivist ve Kadın Hakları Savunucusu Nezihe Muhittin'in yapay zekâ ile canlandırılan görüntüsü barkovizyondan bizlere seslenerek, tüm kadınları ve gençleri birlik çatısı altında, laik çağdaş ve Atatürkçü bir toplumda Cumhuriyet'in kazanımlarına sahip çıkmaya davet etti.

Kadına Bakış
Konferansın açılış konuşmalarında; TKD Bursa Şubesi Yürütme Kurulu Başkanı Tijen Sözeri Barın, Nilüfer Belediye Başkanı Şadi Özdemir, Nilüfer Kent Konseyi Başkanı Doç. Dr. Mustafa Berkay Aydın ve Bursa Barosu Başkanı Metin Öztosun birer konuşma yaparak, "kadın"ın toplumdaki yeri hakkındaki bilgi ve verileri, duygu ve düşünceleri ile birlikte paylaştılar.
Konuşmalarda, kadının toplumdaki yeri, aile içindeki yeri, çalışma hayatındaki ve sosyal hayattaki yeri, belediyelerin kadına bakışı, hukukun kadına bakışı, STK'ların kadına bakışı, yöneticilerin kadına bakışı, toplumun kadına bakışı irdelendi.
Türk Kadınlar Birliği Bursa Şubesi Yürütme Kurulu Başkanı Tijen Sözeri Barın
"Cumhuriyet bir kadın devrimidir!"
1924 yılında kurulan ve Cumhuriyet’in 100 yıllık derneği olan Türk Kadınlar Birliği'nin Bursa Şubesi Yürütme Kurulu Başkanı Tijen Sözeri Barın, "Kadın, önce insan" diyerek yola çıktıklarını, her türlü kötülüğün kanıksandığı bu çağda Türk kadının rengarenk varlığı ile karanlık bulutları dağıtacağını ve dünyayı kadınların kurtaracağını söyledi. 
1924 yılındaki kuruluşunun ardından 1935'te kapanan (1935 yılında yapılan 5. Dönem milletvekili seçimlerinde Meclis’e 18 Kadın milletvekili girer ve Türk Kadınlar Birliği de amaçlarını gerçekleştirdikleri düşüncesiyle dernek için fesih kararı alır) ama 1949 yılında tekrar kurulan, 1996 yılından bu yana Sema Kendirci önderliğinde faaliyet gösteren ve merkezi Ankara'da olan TKB'nin siyaset üstü bir kurum olduğunun altını çizerek, kadının bilinçlendirilmesi ve eğitilmesinin birinci amaçları olduğunu ve bu amaçtan hiçbir zaman vazgeçmeyeceklerini belirtti.
Nilüfer Kent Konseyi Başkanı Doç. Dr. Mustafa Berkay Aydın
"Bugünün değerleri ile geçmişe bakamayız"
Konuşmasına, "Bugünün değerleri ile geçmişe bakamayız" sözleriyle başlayan Nilüfer Kent Konseyi Başkanı Doç. Dr. Mustafa Berkay Aydın, bir akademisyen ve bir STK temsilcisi olarak konuştuğunu, TKB'nin Türk kadınının modernleşmesindeki ve kâğıt üzerindeki hakların uygulanabilir kılınmasındaki öncü rolünün çok değerli olduğunu belirtti. Kadınların Seçme ve Seçilme Hakkı konusuna değinirken; Bursa'da ne Şükran Yemişçioğlu'ndan önce ne de Şükran Yemişçioğlu'ndan sonra hiç kadın belediye başkanı olmadığına dikkat çekti ve kadın belediye başkanı olarak 1973-1976 yılları arasında Karacabey Belediye Başkanlığı yapan Şükran Yemişçioğlu'nu saygıyla andı. 
Bir Karacabeyli olarak hem gururlandım, hem de 76'dan bu yana Karacabey'de bir daha hiçbir kadının ortaya çıkmamasına hayıflandım.
Nilüfer Belediye Başkanı Şadi Özdemir
"Nilüfer bir kadın kadar güzel"
Nilüfer Belediye Başkanı Şadi Özdemir, Bursa ölçeğinde yaşayan kadınların, insanca ve korkusuzca yaşamak için Nilüfer'i tercih ettiğini, Nilüfer'de 64 muhtardan 19'unun, 45 meclis üyesinden de 15'inin kadın olduğunu, ancak bu sayıların Nilüfer için çok az olduğunu söyledi. Nilüfer Belediyesi'nde 7 başkan yardımcısından 4'ünün, 32 müdürden 17'sinin kadın olduğunu gururla dile getirdi. "Nilüfer bir kadın kadar güzel" diyen Özdemir, "Kadın" konusunda her alanda ve her anlamda hassasiyet içinde ve kadınların yanında olduklarının altını özellikle çizdi. 
Bursa Barosu Başkanı Metin Öztosun
"Cumhuriyet, okula giden kız çocuklarının gülüşüdür"
Bursa Barosu Başkanı Metin Öztosun da Bursa Barosu'nun ilk kadın başkanı olan Av. Asude Şenol'un, Türkiye'nin ilk kadın baro başkanı olan Nermin Özkaya'nın ardından gelen birkaç hukukçu kadından biri olduğunu, Bursa'da %50 kadın hukukçu oranı ile toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamış bir kurum olduklarını, söyleyerek başladı söze. Kadınların seçme hakkına sahip çıktıkları kadar seçilme hakkına sahip çıkıp çıkmadıklarını sorguladı. "Cumhuriyet, okula giden kız çocuklarının gülüşüdür." diyen Öztosun, kız çocuklarının eğitiminin önemine dikkat çekti.

"Mobbing ve ILO 2019/190 No’lu Şiddet ve Taciz Sözleşmesi" / Gamze Tokman
Gamze Tokman konferansında, yaşadıklarımızın mobbing olup olmadığını nasıl anlayacağımızı, buna karşı kendimizi nasıl koruyacağımızı, 190 no'lu sözleşmeyi tane tane anlattı. Onun anlattıklarını ve benim anladıklarımı şöyle bir özetlemek isterim:
TKB Genel Merkez Yön. Kur. Üyesi Gamze Tokman
Nedir bu MOBBING?
"Selfie" sözcüğü gibi dilimize yerleşiveren "Mobbing" kavramı, İngilizce “mob” kökünden gelmekte olup, "aşırı şiddetle ilişkili ve yasaya uygun olmayan kabalık" anlamında. Türk Dil Kurumu mobbing kavramının karşılığı olarak “bezdiri” kelimesini belirlemiş ve 'bezdiri'yi “İş yerlerinde, okullarda vb. topluluklar içinde belirli bir kişiyi hedef alıp, çalışmalarını sistemli bir biçimde engelleyip huzursuz olmasına yol açarak yıldırma, dışlama, gözden düşürme” olarak tanımlamış.
Mobbing kavramı ilk olarak 1984 yılında Dr. Heinz Leymann tarafından ‘İş Hayatında Güvenlik ve Sağlık’ konulu raporda ortaya atılmış ve böylece bilimsellik kazanmış.

Bezdum daa!
En basitinden insanı canından bezdirip, "Lanet olsun!' dedirtene kadar uğraşmak diyelim biz buna. İşine gücüne okuluna evine koşa koşa değil, ayakları ters ters gitmek, sistematik biçimde aşağılanmak, beden dili ile dövülmek, iş yükü ile yıldırılmaya çalışılmak, istenmeyen dokunmalar, istenmeyen şakalar ve istenmeyen bakışlar ile taciz edilmek, yapmak istemediği bir işe ya da olmak istemediği bir yere mecbur bırakılmak, örselenmek, örselenmek, örselenmek...
Bir insanın bedenini ve ruhunu ızdırap içinde bırakıp, insan olma hasletlerini yok etmek için durmaksızın bezdiri uygulamak, uygulayan tarafın acizliğini gösteriyor. Ancak ne acı ki, bezdiriyi yapan taraf bu acziyetten kendine güç devşiriyor...

Aşağıdan Yukarıya Mobbing
Mobbing her zaman yukarıdan aşağıya uygulanmıyor. Ters Mobbing (Reverse Mobbing) kavramı, "Bir astın veya grup olarak astların üstlerine, kendilerine yapılan mobbing sonucunda, kişisel anlaşmazlıklar sonucunda veya politik oyunlar sonucunda kasıtlı olarak psikolojik tacizde bulunarak, işten ayrılmadan ziyade üstün hiyerarşik pozisyonunu bozmayı hedeflediği bir yıldırma eylemi" olarak tanımlanıyor.

Mobbing'i nasıl anlarız?
Öncelikle psikolojik taciz anlık değil, sistematik olmalı. Bunun tespiti için en az altı aylık bir süre öngörülüyor. Anlık, stresten kaynaklanan sorunlar kastedilmiyor. Her çatışma ya da her anlaşmazlık psikolojik taciz olarak değerlendirilmiyor. Davranışların ayda birkaç kez tekrarlanması, tekrarlama sıklığı, uzun süre devam etmesi ve davranış tarzlarının kişiye kötü muamele şeklinde olması gerekiyor. 
Mobbing uygulanan bir kişinin iş yerinde kendini göstermesi engelleniyor, sosyal hayattan izole ediliyor, dedikodu ile itibarı zedeleniyor, 
Mobbinge uğrayan bunun nedenini çözemiyor, sağlığı bozuluyor, performansı düşüyor, az evvel dediğim gibi işe gitmek istemiyor, ya geç kalıyor ya rapor alıyor, hastalık bir türlü geçmiyor ve bu süreç ya istifa ya da işten atılma ile sonlanıyor.
Pandemi dönemi en büyük mobbing dönemiydi mesela. Belirsiz mesai saatleri, gecenin bir yarısı ya da sabahın körü gelen ve acilen cevaplanması istenen mailler, 7x24 ekran başında olması beklenen çalışanlar...

Şimdi düşünün; işte-evde-okulda hiç böyle bir süreç yaşadınız mı?
Soru yanlış oldu aslında. Şöyle soralım: 
Hepimizin bir şekilde BEZDİRİ gördüğünü varsayarsak, "Hayatınız boyunca karşılaştığınız Mobbingler ile nasıl başa çıktınız?" ya da "Mobbinglerden nasıl kurtuldunuz?" ya da "Hiç mobbing uyguladınız mı?"

En iyi müdafaa taarruzdur
Mobbing'e uğradığımızı anladığımızda bizim de yapmamız gerekenler var. 
Mobbing uygulayan kişiye bu davranışlarını durdurmasını açıkça söylemek ve bu konuşmayı yaparken gerekirse tanıklık edebilecek bir kişinin tanıklık etmesini sağlamak, (Tanıklık eden Misilleme Yasağı ile korunuyor ve tanıklığından dolayı işten uzaklaştırılmıyor.)
Kurum yetkilileri ile durumu paylaşmak. Yaşadıklarını yazılı olarak kaydetmek. Hatta belgelemek. Bağlı olduğu sendikanın işyeri temsilcisine ya da sendika yönetimine bildirmek. (190 No'lu sözleşmeyi imzalayan Sendikalar: Hak-İş, Sosyal-İş, Tez Koop-İş, Tüm-Tiş, Petrol-İş, Öz Gıda -İş, Hizmet-İş) 
Kanıt oluşturması bakımından tıbbi ve psikolojik rapor almak. Ayrıca mobbingte zaman aşımı yoktur. 5 yıl sonra da fark edebilirsiniz ve dava açabilirsiniz. 
Açıkçası; dava açabilirsiniz ama o davayı lehinize kapatabilir misiniz, orası meçhul...
Böyle endişe taşıyanlar için 2010 yılında kurulan Mobbing ile Mücadele Derneği mobbinge uğrayanlara el uzatıyor. (Bursa İl Temsilciliği FSM Bulvarı üzerinde.)
Bağımsız çalışanlar, gönüllüler, sokaktaki simitçi, evdeki kadın, herkes 190 no'lu sözleşme kapsamı dahilinde...

"Bezdiri" yetersiz, "İşkence" demeli
Mobbing bir insan hakları suçudur. Mobbing bir işkencedir ve Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Sözleşmesi, “yıldırma/sindirmeyi” işkence olarak tanımlar. TCK’nin ilgili maddesi de manevi acı çektirmeyi “işkence” olarak niteler ve hapis cezası yaptırımına bağlar. 
Tabii işkence ortamından kurtulabilirse. Tabii işkenceyi ispat edebilirse...
Bu işkencede insanın ruhu ığıl ığıl acı çeker. Sıkışmışlık, çaresizlik, dışlanmışlık, korku ve endişe bir kurt gibi içten içe yer durur bedenini. Zaman içinde soyut olan o kurt ete kemiğe bürünür ve ya bir kanser hücresi ya da bir kan pıhtısı ile zuhur eder.
Sonuç; İşkence dolayısıyla ölüm...
Katil, YOK!
İşte bu daha da kötüdür. İşkenceci kendi aciz ruhunu tatmin etmek için kendisine yeni kurbanlar arar ve bulur da. 
İşkence gören kan kusup kızılcık şerbeti içtim der, neleri neleri örten çatısının altında sessizliğe bürünüp, her şeyden (tam da olması istendiği gibi) kendisini sorumlu tutar. 
Her şeyi (diğer tarafa göre) doğru yapmaya çalıştıkça daha derinlere çekilir, daha dibe batar. İşkencecinin doğrusu yoktur. O, BAY/BAYAN YANLIŞ'tır... İşkence ettiği kişinin çırpındıkça daha da derinlere batışını zevkle izleyen kan emici bir vampirdir.
Sadece şahıslar değil, kurumlar da çalışanlarına mobbing uyguluyor.
Bknz Sağlık Bakanlığı ve doktor çalışma şartları ile doktorları çileden çıkartan yeni uygulamalar (eziyet yönetmelikleri).
Bknz Millî Eğitim Bakanlığı ve öğretmen atamaları, okulların temizlik ve güvenlik konusu.
En çok da Bknz Maliye Bakanlığı ve halkın azaldıkça azalan alım gücü, barınma gücü, yaşama gücü, dayanma gücü, iflaslar, bunalımlar, intiharlar...
Daha büyük mobbingi olan varsa buyursun gelsin...
İnsanlara sürtük mürtük diye hakaret eden mi dediniz? 
Bakın onu unutmuştum.
Haklısınız. Hem sistematik, hem de 6 ayı aşalı çok oldu...
Erkekler mi, kadınlar mı?
Sistemde erkekler daha çok mobbinge uğruyor görünüyor. Çünkü erkekler mobbinge uğradıklarını dile getirebiliyor. Kadınlar ise konuşamıyor. Konuşursa başına neler geleceğini biliyor. İşini kaybedecek, eşini kaybedecek, hayatını, çocuklarını, geleceğini, itibarını, gelirini, her şeyini kaybedecek. Çünkü karşı taraf önce onun cinsiyetine saldıracak.
İş yerinde yaşadığı bezdirmeyi dile getirirse belki evinde önce kendisi suçlanacak. Hadi suçlanmadı diyelim, bu kez evdeki baba/koca bunu hazmedemeyip iş yerini basacak. 
(Ki geçtiğimiz gün haberlerde; "Adana'da öğretmen arkadaşlarıyla tartışan bir öğretmen hanım durumu ağabeyine anlatınca, sabah saatlerinde okulu basan ağabey, kız kardeşinin tartıştığı öğretmen ve kavgayı ayırmak için araya giren başka bir öğretmene tekme tokat saldırdı!" diye bir haber gördüm.)
Dava açarsa, erkek hakim kadına şüpheyle bakıp, hatta yukarıdan aşağıya şöyle bir süzüp, kim bilir bu da ne yapmıştır diye düşünecek ve bu düşünce kararında etkili olacak. (Adil ve şefkatli hakimlerimizin ellerinden öperiz, o başka.)
Hele bir de avukat da kadınsa...
Oysa bir erkek çalışan için böyle bir önyargıya kapılmayacak. 
Çünkü kendisi de erkek, Çünkü belki evinde ya da işinde kendisi de aynısını uyguluyor ve "Ne var canım bunda!" diyor...

Eşitlik Savaşında Kaybolduk
Erkekler bu kadar ayrıştırıcı olmasa kadınlar bu kadar eşitlikçi olma savaşı vermezdi. Erkeğin ve kadının birbirlerini oldukları gibi kabul etmeleri gerekiyor. İnsan kendi seçmediği bir özellikten dolayı nasıl suçlanabilir ya da nasıl böbürlenebilir, anlamak mümkün değil. Ayrıca, "Kadına fırsat verilse..." gibi iyi mi kötü mü olduğu anlaşılmayan üstenci cümleler de anlamsız. Allah'ın suyunun başına öyle bir oturmuşlar ki, suyun başında bekleşenlere arada sırada bir bardak su uzatmayı çok büyük bir lütuf görüyorlar.
****
Bugünkü etkinlikte izleyici olarak üç erkek arkadaşımız dışında başka erkek yoktu. Yine biz bize, yani kadın kadına konuştuk durduk. Birbirimize hak verdik, birbirimizi onayladık. Sonra da dağıldık...
Bir olay karşısında tepki veren kadınlar için, "Kadınlar ayağa kalktı!" diyorlar ya hani, ben de yerinden kalkmayanlara soruyorum, "Siz neden oturuyorsunuz?"...
Biz ayaktayız ve yoldayız...

5 Aralık 2024 / C.E.Y.

"Kadın" konulu buluşmaların ardından yazdığım birkaç yazım
Hesapta biz de varız! / 5 Aralık 2016
Yasalarımız Var, Evet! / 25 Mart 2019
"Biz Yoksak Siz Yoksunuz" / 5 Aralık 2023

2 Aralık 2024 Pazartesi

Bir İnsanı Kaç Kez Katlayabilirsiniz?

Stefan Zweig'in hayatının Brezilya günleri kısmının anlatıldığı "Stefan Zweig" filminin sonlarında; "Şikâyet etmek için hiçbir nedenimiz yok. İnsan buna nasıl katlanabilir?" diyor Zweig.
İkinci Dünya Savaşı'nın en hararetli yıllarında, 1941'de, Brezilya'nın küçük bir şehri olan Petropolis'te, muhteşem bir doğa içerisinde, huzurlu ve sakin bir ortamda, temiz hava bol gıda bir hayatın ortasında, üzgün bir ses tonu ve gözleri dolarak söylüyor bu cümleleri. 
Sesinde ve bakışlarında Avrupa'nın ortasında, dünyanın gözü önünde uygulanan bir soykırımın çaresizliği var.
Kasım 1941'de söylediği bu sözlerin ardından 22 Şubat 1942'de, Zweig ve eşi Lotte Altmann, yataklarına uzanmış ve birbirlerine sarılmış bir halde sonsuz yolculuğa çıkıyorlar. 
Avusturya-Macaristanlı edebiyatçı ve gazeteci Stefan Zweig'in 28 Kasım 1881'de başlayan ve ardında sayısız eser bırakan hayatı, o gün sessiz bir biçimde sona eriyor. 

Neden Brezilya?
Döneminde en çok tercüme edilen ve en popüler yazarlarından biri olan Zweig, 1920'li ve 1930'lu yıllarda Alman dilinin en çok okunan yazarları arasında sayılıyor ve eserleri elliyi aşkın dile tercüme ediliyor. Ancak 30'lardan sonra Almanya'da yükselen Nazizm ve Nazizm'in 1933 ile 1945 yılları arasında, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) idaresi ve tek parti rejimine dayalı yönetim sistemi "ırk" üzerine kurulu bir sistem yaratınca, Alman ırkı dışında kalan kim varsa günahkâr addediliyor.
1933'te Zweig'in eserleri de diğer Yahudi yazarlara yapıldığı gibi Naziler tarafından yakılıyor. 1934'te Gestapo villasını basıp silah arıyor. Zweig bu olaydan sonra ülkesini terk ederek Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde yaşıyor. Savaş oralara da ulaşınca 1941'de Brezilya'ya yerleşiyor. 
Stefan, zengin bir Yahudi tekstil üreticisi olan Moritz Zweig ile Yahudi bir bankacının kızı olan Ida Brettauer'in oğlu olarak, adeta ağzında gümüş kaşıkla, Viyana'da dünyaya gelmiş ve köklü bir eğitim almıştır. Söylendiğine göre Stefan duyarlılığı yüksek, barışçıl (aslında Birinci Dünya Savaşı sırasında savaş yanlısı ama daha sonra savaşın gerçek yüzü ile karşılaşınca barış yanlısı), biraz içine kapanık, biraz da depresif bir kişiliğe sahiptir. Avrupa'nın içine düştüğü durum ve Hitler rejiminin getirdiği karamsarlık da bu bakış açısına eklenince, Zweig ve Lotte nefes alamaz oluyor. 
Zweig intiharından önce bıraktığı mektubun son satırında: 
"Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum." yazacaktır.
Gitmek mi zor kalmak mı zor derseniz, "Benden artık bu kadar" demez, "Kalmak bir ömür sürer, gitmekse bir dakika" derim...

Sorgu ve Şükür
Tüm felaketlere dayanmak ve hayatta kalabilmek için direnmek, hayata tutunmak bir aldırmazlık göstergesi değilse de, "Nasılsa benim tuzum kuru" diyerek sürekli şükretmek de bir güçlülük göstergesi değil. 
Şimdilerde ülkemizde arsızca bir "Şikâyet etmek için hiçbir nedenimiz yok. Haydi eller havaya!" mantığı hâkim. Tuzu kuru olup da ülkenin gidişatını sorgulayanlara "Sana ne be kardeşim!" dercesine anlaşılmaz gözlerle bakılıyor. Tuzu kuru olanlar da tuzu kokmuş olanların neye ve neden bu kadar "şükrettiğini" anlamıyor. 

İnsanca yaşamak herkesin hakkı değil mi, beş kişinin zirvelerde, doksan beş kişinin yerlerde yaşadığı bir ülke olur mu hiç diye sormaktan dillerde tüy bitiyor.
Birbiri ardına patlayan vakalar, ardı ardına dizilen yolsuzluklar, aleni hırsızlıklar, aleni kaçakçılıklar, aleni cinayetler, aleni hukuksuzluklar, hangi birini saysam...
Adalet tarafı bir başka, ekonomi tarafı bir başka, demografi tarafı bir başka, insan davranışları tarafı deseniz, o bambaşka...

Hızla giden bir trenin penceresinden dışarının hızla akan görüntülerine bakmak gibi.
Tren durmuyor.
Tren hız kesmiyor.
Trenin içindekiler de dışındakiler de artık trenin hızını seyredemiyor...
2009 yılının ekim ayında, arkasında “Beni affedin çok acı var, dayanamıyorum” notu bırakarak Boğaziçi Köprüsü'nden atlayan 37 yaşındaki Dicle Koğacıoğlu'nu unutmadınız değil mi?
O bu trenden inmeyi tercih etti.
Biz kalanlar ise her geçen gün daha da hızlanarak yolculuğumuzu sürdürüyoruz.
Bu hız sebebiyle ne içimizde ne de dışımızda olanları doğru düzgün algılayabiliyoruz.
Her şeyi görüyor, duyuyor ama anlamlandıramıyor, üstelik hemen unutuyoruz...
En yakın zamanın konuları; Narin mesela, yeni doğan çetesi mesela, polatgiller mesela, siyasilere bulaşan altın kaçakçılığı, mafyatik ilişkiler, ihaleler ve unutulanlar unutulanlar unutulanlar...

Boğulur işte...
Bir yandan hayat mücadelesine devam edip, bir yandan en azından kendimi dik tutayım demek, bir yandan gidişatı dibine kadar görmek, anlamak, anlamaya çalışmak, anlamamak...
****
Hep aynı şeyleri okumaktan ve dinlemekten sizin yorulduğunuz gibi, ben de hep aynı şeyleri yazmaktan o kadar yoruldum ki, (yazıdan da anlayacağınız üzere) sarkaç misali bir o yana bir bu yana sallanıp duruyorum.
Güzel günler geleceği düşüncesiyle kendimi kaptırıp koyvermiyorum.
Güzel günleri neşeyle karşılayabilmek için neşemi kaybetmemeye çalışıyorum.
Zweig'in ümitsizliğine kapılmak istemiyorum.
Ki onların ölümünden üç yıl sonra ortada ne savaş ne de Hitler kalmış, dünya derin bir sessizliğe gömülmüş, açılan büyük yaralar sarılmaya başlamıştı.
Malum, hiçbir şey sonsuz değil, kimse ölümsüz değil.
Ama tarih de böyle ilerliyor...

Bazı insanların ağrı eşiği nasıl düşük ya da yüksek olabiliyorsa, duygusal direnç eşikleri de aynı şekilde düşük ya da yüksek olabiliyor.
Bir kâğıdı yedi kereden fazla katlayamazsınız derler.
Ya bir insanı kaç kez katlayabilirsiniz?
İnsan defalarca katlanabilen bir varlık değil mi?
Ama onun da bir haddi var değil mi?
Üstelik herkes için ayrı bir haddi var değil mi?
Çok da katlamamak, çok da katlanmamak lâzım değil mi?

2 Aralık 2024 / C.E.Y.