28 Ocak 2017 Cumartesi

2016 - 1993 = ?

Bursa Azerbaycan Kültür Derneği Başkanı Handan Askeran Ton (Yazının bundan sonrasında kendisine Handan Abla diyeceğim, çünkü hep öyle hitap etmemi ister) telefonda "Davetimi aldın mı Canancığım?" deyince davetin başka bir Canan'a gittiğini anladım hemen. Çünkü iletilerim arasında kendisinden gelen bir davet yoktu. Telefonda ettiğimiz kısa sohbetin ardından bir kitap imza ve film izleme gününden bahsetti ve etkinliğe katılmamı rica etti.
Bursa Azerbaycan Kültür Derneği tarafından Ördekli Kültür Merkezi'nde düzenlenen, Azerbaycanlı yazar ve televizyoncu Nigar İsmayilqızı'nın ikinci kitabı olan "Bakü'den İstanbulacan ve Dönüş" kitabının imza günüydü bu. 

O gün bir de, yine Nigar İsmayilqızı'nın yazıp rejisini yaptığı, Karabağ savaşlarında şehit düşen Ebdülmecit Ağundova'yı konu alan "Ölsem... Yaşat" isimli filmi izlenecekti.
Sadece iki nesil öncesi savaş yaşamış bir neslin ahfadı olarak savaş anıları hiç yabancı değildi haliyle. Hele de yıllardır gözümüzün önünde verdiğimiz şehitlerle adeta bir gelincik tarlasına dönen Güneydoğu'nun kanayan yaraları ve elan devam eden Fırat Kalkanı Harekâtı...

Azerbaycan da yıllardan beri hep kanıyordu böyle. Duymamak için dünyanın kulaklarını kapattığı acılarını duyurmak için Azeriler ayrı bir savaş veriyorlardı. Dünyaya seslenmenin en etken yolu da sanattı...
Etkinliğin açılış konuşmasını yapan Handan Abla da konuşmasında sanatın gücüne değinerek Nigar İsmayilqızı'nın bu çabasını gönülden desteklediğini dile getirdi.
Daha salona girer girmez almıştım kitabımı ve tanışmıştık Nigar Hanımla. 
Kitaba şöyle bir göz attığımda kitabın içeriğinin yaşanmış olayların aktarıldığı röportajlar olduğunu gördüm.
Nigar Hanım film öncesi izleyicileri kısaca film ile ilgili bilgilendirdi ve sıra film izlenmesine geldi. 

Karabağ savaşlarında şehit düşen Ebdülmecit Ağundova'nın hayatından kesitler vardı filmde.
Annesi, babası, halası, arkadaşları, öğretmenleri, hepsi tek tek anlattılar onu ve savaşta gösterdiği kahramanlığı.
Mezar taşını gösterdi bir ara kamera. Kendisi gibi pırıl pırıl taşında "1993-2016" yazıyordu.
1993... 
Yutkundum...
Durdum...
Takıldım...
Kaldım...
Üşüdüm...
Dondum...
Yandım...
Titredim...
O bir saniye içinde kendi evladımın da doğduğu 1993'ten bugüne yaşadığımız günler geçti gözümün önünden. 
2016'dan 1993 çıkınca kaç kalırdı?
Şehitler ölmez miydi?
****
Ebdülmecit'in, bembeyaz saçlarını arkaya toplamış, çekimler esnasında ağlamayacağına söz vermiş annesi anlatıyordu koca bebeğini sevgiyle. Arkadaki çerçevelerde Ebdülmecit'in çocukluktan delikanlılığa uzanırken çekilmiş fotoğrafları sanki kameraya bakıyorlardı. 
Masanın üzerinde şehit düştükten sonra cebinden çıkanlar göze çarpıyordu. Cüzdanı, cüzdanına sıkıştırılmış madeni parası, kağıt parası, saati, telefonu, madalyası ve üç mermi... 
Onu vuran mermiler miydi bunlar? Bu üç demir parçası mı kopartıp almıştı onu bu dünyadan?
Annesi oğlunu anlatırken ben hep onun yüzüne bakıyordum. Belki de onun yüzünde kendimi arıyordum.
Savaş her şekilde kadını vuruyordu işte. Bunu çok iyi biliyordum...
****
Hatırlarsınız; Bursa Azerbaycan Kültür Derneği'nin Aralık 2015'de düzenlediği "Savaşların yaşayan şehitleri kadınlar ve çocuklar" konulu etkinliğin ardından yazdığım yazıya "Bitmeyen savaş yapmışlar" başlığını uygun bulmuştum. 
Tarih kitaplarının neredeyse sadece savaşlarla ve anlaşmalarla dolu olduğunu hatırlayacak olursak pek de haksız sayılmam bu başlığı koymakta değil mi?
Binlerce yıldır kaç devlet kuruldu, kaç devlet yıkıldı, kaç medeniyet silindi, yerine kaç yeni medeniyet geldi. Bunlar da birbirlerine gül vererek olmadı elbet...
Tarih kitaplarında rakamlardan ibaret olan bu savaşlarda neler yaşandığını hayal etmek çok da zor olmasa gerek.
****
Savaşsız yaşamayı bir türlü beceremeyen dünyada, sinemanın ve edebiyatın gücünü elinde tutan taraf genellikle bu gücü kendi haklılığını dünyaya kanıtlamak için kullanıyor.
Dünyaya kendini kim daha iyi anlatırsa kazanan taraf o oluyor.
Nihayetinde o günleri yaşamamış olanlar (yaşamış olanlar bile) kim ne anlatırsa onu doğru biliyor.
Anlatılanların doğruluğu zaman içinde yitip gidiyor. 
Sen doğrusunu yapmazsan başkası bildiğini yapıyor ve gün geliyor yanlışlar doğru, doğrular yanlış oluyor.

Belgelere dayanarak ve doğruluktan ayrılmayarak hazırlanan samimi projeler ise tarihe ışık tutması bakımından zaman içerisinde gittikçe kıymetleniyor.

Umarım ve dilerim ki Nigar İsmayilqızı'nın bu yürekli çalışması ardından gelenlere bir yol açar ve daha çok ses getirecek projelere vesile olur.
Emeklerine sağlık Nigar...

27 Ocak 2017 Cuma

Hiç kimse işe yaramaz değildir

"Reddediş mi daha samimidir, kabulleniş mi?" diye sordum sosyal medyada. 
Cevabı içindeydi elbette sorunun. 
Cevabın etrafından dolanan da oldu, ortayı bulmaya çalışan da, 'kendince' samimi cevaplayan da.
'Okuyup anlamak lazım' dedi aklıselim. 
Sorunun içinde 'anlamasına rağmen' detayı gizlenmişti oysa.
Detayı gören cevabı vermişti:

"Kabulleniş çaresizliktir. Reddediş için bilinç ve özgür irade gereklidir. Duruş, tavır ve cesaret içerir..." 
****
Anlamayan anlamayışıyla zaten yeterince samimidir. Evet de diyebilir bir öneriye, hayır da. Anladığı kadar cevaplar yani. 
Onu kendi anlayışıyla baş başa bırakıp 'anlayan ve reddedenler' ile 'anlayan ve kabullenenler'i konuşalım biz.

Flörtten evliliğe ve dahi ebeveyn olmaya uzanan duygusal kazanımlar ya da maddi kazanç sağlayan iş ilişkileri, hepsinde fayda sağlamak üzerinedir söylenen tüm 'evet'ler ve tüm 'hayır'lar. 
"Nikâhta keramet vardır" denilerek zorla evlendirilenler hariç kimse kötü olacağını bile bile gönülden bir 'evet' demez nikâh masasında mesela? 
Ya da başına silah dayanmamışsa eğer, batacağını ve tüm servetini ve dahi geleceğini kaybedeceğini bile bile hain bir sözleşmeye imza atmaz iş adamı. 
Ve hayal bile edemeyeceği vaatler edilmemişse eğer kahpelik yapmaz dostuna durduk yerde kimse.
Her şey ya iyi niyetli bir hevesle başlar, ya hain bir tehditleya da kahpe bir vaatle.
Hangisi dedirtir 'evet'i, hangisine inanarak çıkar ağızdan 'hayır', bilinmez...

Günlük hayatta yaşanan bu beşeri hallenmeler, vatan mevzu bahis olduğunda da devam eder. Dayatmalar, tehditler, kandırmalar sürer gider.
Romantik heveslere kapılmayanlar, hain tehditlere pabuç bırakmayanlar ve kahpe vaatlere yan gözle bakmayanlar sahiplenir vatana. 
Reddediş orada ortaya çıkar işte. 
Yanlışın değil doğrunun yanında yer alabilmek için şahlanır yürek. Gücünü akıldan alır, bileğine aktarır.
Karşı çıkan samimidir, kabullenen ise çaresizlikten kabullenmiştir. 
Ah ama o çaresizlikten kabullenen biçarenin içinden neler konuştuğunu bir bilseniz. 
En zayıf anınızda kulağınızın dibinde kulak zarınızı patlatacak kadar yüksek sesle haykırıp gidecektir o sessiz sözlerini
Nereye mi gidecektir? Tabii ki güç o anda kimdeyse, onun yanına.
O bu gel-gitleri yaşarken reddeden ise açık alnı ile fikrinin durduğu yerde dimdik durmaktadır hâlâ...

Bu dimdik duruş yanlışı dayatanlar tarafından sevilmez hiç. Lakin yanlışa karşı duranlar uzanırlar hep geleceğe. İsimleri unutulmayan hep onlardır. 
Ve gün gelir doğrulukları onaylanır
Heyhat!

İşbirlikçiler ve hainler de unutulmaz elbet.
Hani hiç kimse işe yaramaz değildir derler ya; iyi bir 'kötü örnek' olurlar en azından... 

Hepsinden var elimizde şimdi.
Tarih hepsini yazacak bir bir.
Dik duranı da, yamulanı da, yamultanı da...

23 Ocak 2017 Pazartesi

Endülüs'te son raks

Geçmişin şekillendirdiği gelecekte, yani 'şimdi'de yaşarken, bugüne uzanan yolculuğun ayak izlerini sürmek ve o eski günleri görmek, bilmek, anlamak istiyor insan. 
Anlatanları dinleyip bilgililerden bilgilenmek geçmişe gitmenin en zahmetsiz yolu olsa gerek.
Birileri gitmiş, birileri görmüş, birileri araştırıp öğrenmiş ve üstelik gelip hepsini sana aktarmış.
Senin yapacağın sadece dinlemek.
Öncesinde ve sonrasında anlatılacak olan konuya bir göz gezdirdiysen, o da senin kârındır...

Tarihi, adeta o anları yaşamışçasına heyecanla anlatan Talha Uğurluel'in Bilim Teknoloji Merkezi'ne konuk olacağını duyduğumda, kendimde eksik gördüğüm tarih bilgilerime engin bir katkı olur diyerek dinlemeye gittim kendisini.
Konu, Endülüs'te İslam Medeniyeti idi ve Uğurluel 'Altın Çağ'da bilimi ve Endülüs'ü anlattı.
Aynı zamanda kokartlı bir gezi rehberi de olan tarihçi Uğurluel, kendi çektiği fotoğraflar eşliğinde İspanya'nın şehirlerinde gezdirdi bizi.
Oturduğumuz yerde Balaga'dan başlayarak, Granada, Sevilla, Cordoba ve Madrid'i gezerek Türkiye'ye döndük.

İslam, Katolik ve Musevi kültürlerinin 750 yıl boyunca İber Yarımadası’na hükmedişini ve dünya kültür ve bilim mirasında önemli eserlere sahip olan Endülüs’ü anlattı Uğurluel.
Kastilya Kraliçesi Kirli İzabel'den Kanuni'ye uzanan tarihi, Kuzey Afrika'nın Avrupa ile öpüştüğü nokta olan İspanya'ya Cebelitarık Boğazını aşarak gelen Araplar'ın İber Yarımadası'nda yarattıkları medeniyeti ve Hristiyanların bu medeniyetin izlerini silmek için verdikleri savaşı dinledik.
Öyle silmek ki üstelik, müslümana ait bir tek mezar taşı dahi bulamazsınız diyor Uğurluel...
Bir yandan da dev ekranda hayranlık uyandıran İslam sanat eserlerini izledik.
Bu konferansın hepsi kayda değerdi elbette ama ilginç bulduğum bazı başlıkları anlatacağım sadece:

Kirli İzabel neden kirli? 
Isabel I (I. Kastilyalı Isabella), lakabı Katolik İzabel (Eski İspanyolca Ysabel; 22 Nisan 1451 - 26 Kasım 1504) davasına baş koymuş bir kadın. Davası da İspanya'yı birleştirmek ve bunun yolunun da evlilikten geçtiğini düşünüyor. O da gözüne Aragon devletinin kralı Ferdinand (Fernando)'ı kestiriyor ve evleniyor. Kastilya ve Aragon bu sayede birleşip güçleniyor.
Müslümanların çoklukla yaşadığı Granada'yı kuşatan Ferdinand bu işi bir türlü kotaramayınca, Sevilla'daki sarayında oturan İzabel sarayından çıkarak savaş alanına geliyor ve Ferdinand'a, Granada fethedilene dek sarayına dönmeyeceğini, kendisiyle çadırda yaşayacağını söylüyor. 
Endülüs medeniyetini yıkan İzabel, İspanya'da tek bir müslüman kalmayıncaya kadar yıkanmamaya yemin ediyor ve uzun zaman yıkanmıyor. Ki "İzabel Sarısı" da (yıkanmamış çamaşırlarının aldığı renkten ötürü) bu kirlilikten doğmuş...
Kristof Kolomb da o dönemde kendisini Santa Fe'de ziyaret ederek çıkacağı sefer için kendisinden destek alır. Engizisyon da onun dönemindedir.

Flamenko nereden çıkmış?
Granada'nın düşmesinin ardından tüm müslüman halk katledilir, sadece yaşlı kadınların gitmesine izin verilir. Aç biilaç şehir dışına atılan kadınlara şehir dışındaki Sacramento mağaralarında yaşayan çingeneler sahip çıkar. Yaşadıkları acılar ile çırpına çırpına ağlayarak ağıt yakan kadınları gören çingeneler, Sacramento mağaralarında Flamenko dansı doğururlar.
"Kökenleri hakkında birçok soru işareti bulunur ancak genel olarak bölgedeki Latince konuşan asimile olmuş yerli İberik halklar, Berberi-Arap Müslümanlar, İspanya Yahudileri ve Çingeneler tarafından beraberce ortaya çıkarılan bir tür olarak kabul edilmiştir." der Wikipedia.
Sert hareketlerle dolu, acılı sözleri olan, kapalı giysilerle ve yanık ses tonuyla söylenen şarkılar ve aynı sertlikte, topuklar yere vurula vurula oynanan bir danstır Flamenko. Gülünmez o dansta. Tam da yaşandığı gibidir... 
****
Talha Uğurluel yaklaşık iki saati bulan konferansında Endülüs tarihinin derinliklerinde ve mimari güzelliklerinde dolaştırdı bizleri.

Endülüs dendiğinde zil, şal ve gül gelir bizim aklımıza hemen. 
Nesrin Sipahi'nin güçlü sesi ile söylediği Münir Nureddin Selçuk'un "Endülüs'te Raks"şarkısı çalmaya başlar kulağımızda. 

Endülüs'te son raks
Gördüğümüz kadarıyla Endülüs'te son raksı kocası Ferdinand ile İzabel etmiş ve Endülüs'ü İspanya'dan silmiş.
1492'de Granada (Gırnata)'nın düşüşüyle Endülüs'ün bitirilişi, 1453'ün, yani İstanbul'un fethinin rövanşıdır diyor Uğurluel. (Müslümanların İber Yarımadası'ndaki varlığı en son Moriskoların 1609 yılında İspanya'dan sınır dışı edilmesiyle son bulmuştur der Wikipedia)
Hristiyan dünyası Müslümanları İspanya'dan atarken Müslümanlar hep ağladı ve Müslümanlar ilim ve sanatla buluşmayı değil, toprak almayı marifet saydı diyor.
İspanyollar tüm camileri ya yıkmışlar ya da kiliseye ve katedrale çevirmişler. 
Artık İspanyollar Endülüs'ü merak ediyor ve araştırıyorlar. 
Ve İspanyollar artık turizmi keşfetmişler.
****
Yıllardır bitmek bilmeyen dinler savaşı günümüzde de sürmekte. 
Bu savaşı ağlanarak değil de, ancak bilimle, akılla ve sanatla kazanabiliriz. 
Hz. Muhammed: "İlim Çin'de olsa gidip alınız" demiş...
Hz. Ali: "Bana bir harf öğretenin kölesi olurum" demiş...
Mustafa Kemâl Atatürk: "Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır." demiş...

Bu sözlerin ışığında yol almaktır bize düşen...
Eğitim sistemi başta olmak üzere her sistemin yerle bir edilerek "dindarlığın" ön plana atılması ve dinin her konuya malzeme edildiği günümüzde, esas "haçlı seferinin" bu uygulamalar olduğunu unutmamak ve bu oyunu bozmaktır...

Bursa Bilim Teknoloji Merkezi, BTM
"Altın Çağ’da Bilim Sergisi’, Bilim Teknoloji Merkezi BTM Exhibit tarafından tamamen milli sermaye ve yerli imkânlarla üretilen, Müslüman bilim adamlarının 800-1600 yılları arasında hayata geçirdikleri icat ve keşifleri uygulamalı düzeneklerle ziyaretçilere sunuyor.
Kâşifler Alanı içinde yer alan iki farklı interaktif düzenek, bilim meraklılarını yüzyıllar öncesinden geçmişe götürüyor. 
Ziyaretçiler sergide Sahra Altı, Baharat ve İpek Yolu’nu elektronik düzenekte keşfedip, dönemin tekstil ürünlerini de inceliyor. Antik İslami sikkeler, Çin banknotları, deniz kabukları, altın, gümüş, baharat, kahveler, Arap kahve fincanları, halı dokuma tezgâhlarının da sergilendiği Kâşifler Alanı’nda, İslam dünyasında icra edilen sanat ve edebiyata ilişkin materyalleri de görmek mümkün. 
İslami kültürün ticaret ile gelişmesinin onlarca farklı obje ile anlatıldığı sergide dönem içerisinde akıl ve ruh sağlığı hastalıklarının iyileştirilmesinde kullanılan müzikli tedaviye ilişkin bilgiler de mevcut.
'Altın Çağ’da Bilim Sergisi’nde ‘Kâşifler Alanı’nın yanı sıra binlerce obje ve materyalden oluşan Beyt’ül Hikme, optik, mekanik, suyun gücü, tıp, matematik ve mimari, astronomi ve uçuş alanlarından oluşan sekiz farklı kategori var.
Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi’nde izlenime sunulan sergi, Pazartesi günleri hariç, her gün 08:00 - 18:00 saatleri arasında ziyaret edilebilir.

21 Ocak 2017 Cumartesi

Süleyman Hep Başbakan

Sezen Aksu'nun "Gidemem, gitmem" şarkısını bilirsiniz. Hayatımızın neredeyse temel taşı olmuştur şarkıdaki bu sözcükler. Nasıl bir vefaysa artık...

Gidemeyenler arasında en bilineni olan ve Türk siyasetine damga vuran, 6 kere gidip 7 kere gelen 9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel'i hatırlayın mesela. 
"Süleyman hep başbakan" diye şarkısını bile yapmıştı Fikret Kızılok. 
Demirel 7 yıl cumhurbaşkanlığı yapmış, 7 farklı hükümette görev almış ve 10 yıldan fazla başbakanlık yapmıştı.
Kızılok'un dediği kadar vardı kısacası.
Şöyle bir araştırdım da; bu şarkı ve Demirel'in elli yıllık siyasi hayatından karelerin yer aldığı şarkı klibi için hiçbir aykırı söz söylenip, Kızılok için hiçbir dava açılmamış. 
Kendisiyle o kadar barışıktı ki Demirel, güler geçerdi bu tarz eleştirilere. 
Barışıklığı ve aldırmazlığı gidiş-gelişlerin sayısından de belli değil mi zaten?

Gidemeyenler arasında "Bizi ancak ölüm ayırır" diyerek koltuğuna yapışıp da bir türlü ayrılamayan bürokratlar da vardır hep, miadı dolmuş bir ilişkiyi sürdürmeye çalışıp sürünenler de.

Vefalı olmak güzel bir şey elbette ama vakti geldiğinde gitmeyi de bilebilmeli insan.
Hele ki söz konusu 'hizmet' ise yerini yeni gelene devredebilmeyi bilmeli. 
Bunu yenilgi olarak değil de, bir çeşit bayrak yarışı olarak görüp, bayrağı arkadan gelen taze nefese layıkıyla teslim edebilmeli ve tecrübelerini bilgelikle paylaşabilmeli. 
Gitmem de gitmem diyerek ve kalmak için her yolu mubah sayıp direnerek karizmayı çizdirmemeli.
Eninde sonunda gideceksin nasılsa, vakitlice git de bari gidişin muhteşem olsun...

Biz böyleyiz işte,
Gidemiyoruz bir türlü
Ne makamdan, ne kurumdan, ne de dosttan arkadaştan ayrılamıyoruz, kopamıyoruz.
Hele de o kaynaktan besleniyorsak, yani makam ile var olmuşsak, makama değer katmak yerine makamdan değer alıyorsak kat'iyetle o makamı bırakamıyoruz.
Kendi içimizde güçlü olmuş olsak eyvallah deyip gitmeyi de bilirdik ya, hep zayıflıktan işte.
Hep tutunarak yaşamaktan...
****
Demirel gitti gitti geldi demiştim yazının başında. 1965 yılında Türkiye'nin 30. Başbakanı olarak başladığı siyasi koşusuna 1993 yılında kulvar değiştirip 9. Cumhurbaşkanı olarak devam etmiş, görev süresinin bitimine doğru cumhurbaşkanlığı süresinin beş yıl daha uzatılmasını öngören T.C. Anayasası'nın 101. maddesi ilgili değişiklik teklifinin 5 Nisan 2000 tarihinde TBMM Genel Kurulu'nda reddedilmesiyle 2000 yılında Köşk'e (mecburen) veda etmişti.

Bu yıllar arasından ABD'de, Lyndon B. Johnson (1963-1969), Richard Nixon (1969-1974), Gerald Ford (1974-1977), Jimmy Carter (1977-1981), Ronald Reagan (1981-1989), George H. W. Bush (1989-1993), Bill Clinton (1993-2001) olmak üzere 7 adet başkan değişmişti. 
Biri gitmiş, diğeri gelmişti.
Rusya da ABD'den farklı değil.
İngiltere de...  

Onlarda kişiler böyle değişip dururken ve bu değişimlerde sıkıntı yaşanmıyorken bizim aynı kişilere takılıp kalmamız bizden mi kaynaklanıyordu, yoksa kişilerden mi?
Biz mi seçmeyi bilmiyorduk, yoksa seçtiklerimiz mi gitmeyi bilmiyordu?
Israrcı olan biz miydik, yoksa onlar mı?

Üzülerek söylüyorum ki, galiba seçtiklerimizin gidecek başka hayatları yoktu.
Yazık...

20 Ocak 2017 Cuma

Meclis Meydan Muharebesi

Savaş sonunda dağdan bayırdan düze inerek şehirlere, oradan da Meclis'e girdi.
Yakındır ki ceylan derili koltuklarında oturan vekiller artık o koltuklarda oturamayacak, sıralarının ardında mevzilenerek birbirlerini ateşe tutacak. 
Hadi bu kadar insafsız olmayalım, bazılarının ellerine birer Paintball silahı verelim de, "Komen komen komen" diyerek birbirlerine boyalı toplar ateşleyerek dindirsinler hırslarını. 
Kamuflajları giysinler, alçak sürünüşe geçsinler, yakaladıkları yerde indirsinler hasımlarını.
Bazıları beyaz kimonolarını giyerek geleceklerdir Meclis'e. "Hiyaaaaaaa" diyerek dalacaklardır rakiplerine. 
Bir köşeye de boks ringi kurulsun, Balboasıydı, Apollosuydu, eline eldiveni  geçiren karşısındakine Allah ne verdiyse artık...
Savaş alanına elleri boş inmesinler diye arzu edene Meclis kapısında kriket tahtaları ve beyzbol sopaları da dağıtılsın derim ben. Onlar da gayet güzel işe yarar. 
Bir beyzbol sopasının, telefonda konuşurken bile elinde dursa, caydırıcılığı vardır malum. Test edilmiş onaylanmış ne de olsa...
Bizim Meclis de Meclis olmaktan çıktı dövüş sporları kulübü oldu sonunda... 
Bu dövüşlerde dövenlere Gazi madalyası takılacak, dövülenler ise dövüldükleriyle kalacak...

Bknz yaralı kuşlar Aylin Nazlıaka, Şafak Pavey, Pervin Buldan ve kavgada gayet sağlıklı ve heyecanlı görünüp de kavganın ardından boynunda boyunluk ile telefonda gülerek konuşurken görüntülenen "Gazi" Gökçen Enç...
Ne anlatıyordu acaba telefonda?
"Bir atladım üstlerine, bir çektim saçlarını, bir ittim, bir kaktım, oh rahatladım!" diyor olabilir mi? Kim bilir?
Bu arada Enç'in geçmişine biraz bakacak olursak ilk vukuatı da değilmiş bu:
18 Aralık 2014 yılındaki bir habere göre, CHP İstanbul Milletvekili Ali Özgündüz kürsüye 17-25 Aralık haftası yolsuzluk ve rüşvetle mücadele haftası olsun yazan döviz asmak isteyince AK Parti Antalya Milletvekili Gökçen Enç, kırık fön çekilmiş bukleli saçlarını hoplata hoplata hızla kürsüye yürümüş ve bu pankartı kaldırmak istemiş.
Ki kurallar gereği kürsüdeki konuşmacıya kimse müdahale edemez...

Son kavga neden çıkmış derseniz; Ankara bağımsız milletvekili Aylin Nazlıaka yapılan görüşmeleri protesto etmek adına kendini Meclis kürsüsündeki mikrofonlarına kelepçeledi diye çullanmışlar Nazlıaka'nın üzerine. Ondan sonrası saç saça baş başa ciyak ciyak bir mahalle kavgası. Pavey'in yerinden çıkan protez kolu, kopan saçlar, kelepçeden çıkartılmak istenirken incinen bilekler.
Durum vahim kısacası...

Ya bunları izleyen Big Boss ya da Big Brother, her kim ise, o ne düşünüyordur bu durumda? 
Ellerini ovuşturup göbeğini mi kaşıyordur?
"Nihayet reklam arası bitti, film yeniden başladı" mı diyordur?
**** 
Yaklaşık on gündür 'Partili Cumhurbaşkanlığı' sistemini getirecek olan yeni anayasa teklifinin maddeleri birer birer oylanıyor. 
Her oylama bir başka savaşa sebep oluyor ve her oylama sonucunda oylanan yasa kabul edilerek geçiyor.
HDP ve CHP, anayasa değişikliğinin rejim değişikliği getireceği için karşı çıkıyor bu maddelere ve savaş da bu sebeple çıkıyor. 
Anayasa teklifinin referanduma götürülebilmesi için en az 330 milletvekilinin kabul oyu vermesi gerekiyor.
18 maddelik anayasa değişikliği teklifi Meclis’te 316 sandalyesi bulunan AKP ve 39 sandalyeli MHP’nin oylarıyla birer birer kabul ediliyor.
O kadar itiraza ve müdahaleye rağmen daha da edilmeyeni görmedik.
Ha, müdahale edilmesin mi, elbette ki edilsin...
En önemlisi de bu değişikliğin nelere mal olacağını anlatmak için halka inilsin...
****
Bir kişinin tek adam olmasının yolunu açacak olan bu değişiklikler Meclis'te kabul edildikten sonra halkın onayına sunulacak.
Büyük ihtimalle de bu referandum daha öncekiler gibi 'kendi rızası ile' kabul olacak...
Sonra da maestronun elindeki 'çubuk' nereyi işaret ederse artık...

Bir kişinin tüm kararları kendisinin vermesinden ziyade tüm yetkileri elinde toplayacak olması buradaki esas mesele. Tüm kararları tek başına verebilmek için gereken donanım kimsede yok malum.
Ama donanımlı ve hedefe kitlenmiş mecraların istediği kararların altına imza atmak için yetkiden fazlasına da hacet yok. 
Onlar düşünür, tek adam uygular. Bürokrasiydi, kırtasiyeydi, farklı seslerdi, onlarla uğraşmak zaman kaybı.
"Bize ilgili ve bilgili adam değil, yetkili adam lâzım" der gibi.
'Ver kurtul' der gibi yani...
Ya da 'İtaat et rahat et' der gibi yani...
****
Başkanlığa giden yolda verilen savaşlara bakıyorum da, buna değecek kadar ne vaat edilmiş olabilir acaba diyorum.
Bilirsiniz; insan bazen kaybederken kazanır, bazen de kazanırken kaybeder. 
Bu savaşta kazanılan her ne ise, her savaşta olduğu gibi kaybedilen yine insanlık olacaktır.

Açık ve net görülüyor ki; Türkiye hızla irtifa kaybediyor, Türkiye hızla itibar kaybediyor...
Neredeyse yere çakılacak olan itibarsız bir ülkenin vekili ve başkanı olmak ne kadar itibarlı olacak diye kimse düşünmüyor...

Kapak fotoğrafı internetten alıntıdır...

9 Ocak 2017 Pazartesi

Ey inananlar, korkmayın!

İnançlar hep korkulardan doğuyor olmalı ki insanoğlu inanılmaması gereken ne varsa hepsine delice inanıyor. 
Cehennemde yanma korkusundan tut da sosyal medya paylaşımları sebebiyle başının derde girme korkusuna kadar kendince önlem alıyor.
İnsan bu; günaha girmeyeyim demiyor, olur da günaha girersem girdiğim günahtan nasıl sıyırırım diyor.

Derinlere inmeyin; bahsettiğim sosyal medyada dönüp duran "blok mesajlar"
"Resmileşti Dikkat"ten sonra yeni yılın yeni paylaşımı "Yarın teslim tarihi!" 
Sayfanda paylaşmazsan hani cehennemi boylayacaklarından birisi daha. 
(Üstelik bu yeni paylaşım yazım yanlışlarıyla dolu bir metin. Daha doğrusu ne dediği anlaşılmayan bir garip sözcükler topluluğu.)

Korku dağları bekler malum,
İnanmak için böyle etkili bir kavram olduğu sürece beynin devre dışı kalıp bloke olması normal.

Tedirgin günlerden geçtiğimiz bugünlerde, ettiği iki kelamdan ötürü başına gelmeyen kalmayan insanları gördükçe içimize doğan korkularımız da yersiz değil hani.
Lakin bunun çaresi "blok mesaj" paylaşmaktan geçmiyor.
Siz o mesajları sayfanızda paylaşınca her şey yoluna girmiyor. 

Üstelik yarın artık bugündür.
Peki ya o paylaşımın dünü ne gündü?

Neyse, çok düşünmeye gerek yok, nasılsa yapılması gereken şey çok kolay ve zahmetsiz.
"Ctrl+C","Ctrl+V" ve bittiiiii.
Oh, çok şükür, yarın olmadan bu işi de hallettik...

Ya paylaşmazsak ne olurdu? Bir şey olmazdı...
Ya paylaşınca ne oldu? Şu oldu:
Sosyal medya sayfanız sizin aynanızdır malum;
Karşınıza çıkan her paylaşımı paylaştığınızda biz sizin akıntıya kolayca kapılıverdiğinizi, tüm o "cesur" paylaşımlarınıza rağmen için için tedirginliğinizi, genel olarak detaylı ve mantıklı düşünmediğinizi, aslında paylaştıklarınıza göz dahi gezdirmediğinizi ve yazıların başlıklarına kapılıp içine girmediğinizi anladık.
Yani bir çeşit profil tespiti.
****
Diyeceğim odur ki;
Ey inananlar, korkmayın!
Bu korkuyla Roma Tüzüğü'nün ardına saklanıp, Mark Zuckerberg'e atar yapmayın.
İlahi adalete nasıl inanıyorsanız, Emniyet'te Siber Suçlar denilen bir birim var ve siz esas ona inanın. Paylaşımlarınızı ona göre yapın.
Ve "Bilişim Kaçıyor Hukuk Kovalıyor" yazımda anlattığım gibi, bilişim her ne kadar daha hızlı koşsa da, hukukun hep onun peşinde olduğunu hiç unutmayın...

Sosyal Medya ve Dijital Dünya Yazılarım
Teknoloji / 16 Ekim 2010
İnternet Çocukları / 10 Mayıs 2011
Kaset sardı! / 3 Ağustos 2011
Doğuştan Dijitalgillerden misiniz?
 / 7 Nisan 2012
Her çıkışın var inişi / 16 Ekim 2012
Dijital Teşhir Çağı / 19 Ekim 2012
İnternet Çocukları ‘TIK’ladı / 2 Haziran 2013
Star Wars ‘OUT’, Siber Wars ‘IN’ / 28 Eylül 2013
İnterneti değil elektriği yasaklayın, rahatlayın!
 / 17 Ocak 2014
Ey ahali, bir bakın buraya!
 / 30 Ocak 2014
Yasaklara uyalım, uymayanları sallandıralım! / 8 Şubat 2014
Sosyal Medya Çöplüğü / 29 Mart 2015
Örgüden ayakkabı, kumaştan kaporta, ağdan bahçe / 12 Nisan 2015
X, Y ve Z’nin değerlerini bulunuz
 / 24 Mayıs 2015
Facebook Mezarlığı / 22 Temmuz 2015
Duyarsız Duyarlı / 12 Eylül 2015
Takdir alsan ne yazar / 27 Ocak 2016
Like and Share
 / 2 Şubat 2016
Zaytung dükkânı kapatsın! / 3 Mart 2016
Bilişim kaçıyor, hukuk kovalıyor
 / 23 Mart 2016
1. Robot Kaynakları Zirvesi ne zaman abi? / 1 Haziran 2016
Ne çektin be dostum!
 / 3 Haziran 2016
Dış çekim şeysi / 2 Ekim 2016
Çuvaldız Lazım Çuvaldız!
 / 24 Aralık 2016
Ey inananlar, korkmayın!
 / 9 Ocak 2017
İnternetime dokunanı buldum! / 25 Ağustos 2017
Roadster’ı alan Üsküdar’ı geçti / 7 Şubat 2018
Dijitalleşmeye Mecburuz! / 14 Kasım 2018
Bugünün Ötesi Neresi? / 31 Ekim 2018
Öğretmenler, dünya koptu gidiyor! / 22 Kasım 2018
‘Misinformation’larınızı kendinize saklayınız / 2 Aralık 2018
Kozan Demircan ile Geçmişten Geleceğe / 13 Aralık 2018
ZOOM’dan ZONK’a / 13 Mayıs 2020
Eyyy Sosyal Medya! / 2 Temmuz 2020