Müzeler Şube Müdürlüğü Şb.Md. V. Dilek Yıldız Karakaş, Kent Tarihi Araştırmaları ve Arşiv Şb.Md. Deniz Dalkılınç, Kent Tarihi ve Tanıtımı Dairesi Başkanı Güney Özkılınç, Bursa Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyesi Mehmet Ali Saldız, Sanatçı Ezel Akay, Bursa Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Yıldız, Gazeteci Sibel Bağcı Uz |
Gelen pastanın mumları üflendi. Karneyi de Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Yıldız takdim etti.
Konya mebusu doktor Osman Şevki Uludağ ile bu mevzu etrafında yeni bir mülâkat yaptık
"Son günlerde gazetelerde, mecmualarda ve hatta radyoda bile sık sık yine Karagöz’den bahsediliyor. Hatta, radyoda çocuklara Karagöz oyunu oynatılıyor. Geçenlerde maruf terbiyeci İsmail Hakkı Baltacıoğlu, radyoda Karagöz’e dair bir konferans bile verdi.
Şehrimizde, Çekirge yolu üzerinde bulunan Karagöz’ün mezarını tamir ve ihya etmek isteyenler de var. Zaman zaman tazelenen bu mevzu üzerine, sekiz sene evvel Halkevimizde, ilk defa olarak Karagöz’ün yaşamış bir şahsiyet olmadığını ortaya atan Konya mebusu doktor Osman Şevki Uludağ’a başvurduk. Muhterem doktor, Karagöz’e mezar değil, bir âbide yaptırılmasının daha doğru olacağını bildirerek şunları söyledi:
“Sekiz sene evvel Bursa Halkevi’nde açılan Karagöz bahsinde, ona bir mezar yaptırmak tasavvuru üzerine konuşuluyorken ben şu hakikatleri söylemiştim:
Evvela Karagöz’ün yaşamış bir şahsiyet olup olmadığını anlayalım, mezarın şeklini sonra düşünürüz.
O vakte kadar bazı kitaplarda yazılmış olan bir hakikati ben ilk defa bahse mevzu edince etrafımda bulunanların gözleri açılmış, benim her ne pahasına olursa olsun herkesin sözüne aykırı hareket etmek için bir yol tuttuğuma hükmolunmuştu. Fakat ısrarım üzerine ertesi gece kendi aralarında toplanan Bursa Halkevi’nin tarih kolu, kendilerinden beklediğim şu kararı verdi: Karagöz yaşamış bir şahıs değildir. O Türk edebiyatında en büyük rollerden birini oynamış olan Şeyh Tüsterî’nin ibda ettiği bir tiptir. Meselâ edip Halit Ziya’nın (Aşkı memnu)undaki (Behire) gibi.
Havadis ertesi günü İstanbul gazetelerinde yer bulmuştu. Günün meselesi olmuştu. Evvelâ günlük yazıları için mütenevvi bahisler üzerinde duran muharrirler bahsi kendi görüşlerine göre mütalaa ettiler, hatta birisi (Biz Tahtakale tornalarında odundan adam çektirmek istiyorken, dünyada öyleleri var ki, yaşamış olanları da öldürüyorlar) diyecek kadar millî kültürden, millî tarihten uzak bir dava için bayrak açtı. Sanki Türk milletinin tarihinde adam yokmuş gibi odundan adam istiyordu.
Biz, açtığımız bahiste elbette susmayacaktık. Senedimiz kuvvetli oldukça öne sürdüğümüz davayı kazanmadan geri dönmek yaradılışımızla da tezat teşkil ederdi. Karagöz’ün yaşamış bir şahsiyet olmadığını muhtelif delillerle söyledik, yazdık. Tarih ve kültür bahsinde hakikaten hürmet edilmeğe lâyık âlimlerimiz, üniversite profesörlerimiz de bahse iştirak ettiler ve beni teyit ettiler. Fakat sekiz senedir bahsin bulandırdığı sular hâlâ durulmadı. Karagöz bugün de günün meselesidir. Gazeteler ve radyomuz bununla meşguldür.
Karagöz’ün yaşamış bir şahıs olmadığı hakkındaki eski sözleri tekrar etmeyeceğim. Fakat şu Karagöz hakikaten yaşamış bir adam olsaydı bundan Türk milletinin faydası ne olurdu? Bence şu olacaktı: vaktin birinde (komik Şehir. K. Hasan Ef.) gibi veya ondan üstün alâka uyandıran bir adam çıkmış, herkesi güldürmüş, kendisine göre terbiyevî bir gaye üzerinde de yürümüş. İyi ama, bir millette her devirde bu nevi insanlar yetişebiliyor. Ve bunların ömürleri söndükten sonra bıraktıkları değer nispetinde olarak ayrıca halkın yüreğinde yaşar. Bence bir millet arasında bu neviden bir adamın yetişmiş olması büyük bir sevinç mevzuu değildir. Fakat büyüklük şahsın fani hayatında değil de devrin edebiyatında ise işte büyük olan odur. Bunun aksi de söylenebilir. Meselâ Nasrettin Hoca gibi. O yaşamış bir adamdır, onun da sözlerine gülünür. Fakat onun sözleri bir felsefe kaynağıdır ki Karagöz’le mukayese olunamaz.
Hakikatte hürmet gösterilecek kimse Karagöz değil, onu icat eden Şeyh Tüsteri’dir. O halk arasından bir tip çıkarmış, adına Karagöz demiş, devrin devlet memurları veya allâmeleri arasından da bir tip seçmiş, ona da Haceyvat demiş. Ve bu muhayyel adamları konuşturarak asırlardan beri Çinlerde, Hindistan’da ve Orta Asya’da Türkler arasında yaşayan hayal oyununa yeni bir çeşni vermiş, sevk, neşe içinde herkese edep, terbiye, hayâ telkin etmiş.
Tahtadan, bezden, boyadan, yapılan kuklalar, onu oynatanın elinde ne ise Karagöz ve Hacivat da Şeyh Tüsteri’nin elinde odur ve başka bir şey değildir.
Bu gibi bir bahiste başka milletlerde de misaller vardır. Meselâ İspanyol edibi Servantes’in Don Kişot’u. Dört asırdan beri yaşayan bu tip bütün dünyada meşhurdur ve o tipin maceraları her lisanda yüzlerce defa basılmıştır. Halbuki Don Kişot diye bir adam dünyaya gelmemiştir. Onu Sevantes icad etmiştir. Şimdi bahsin can alacak noktasına gelelim: Ben Karagöz yaşamış bir adam değildir hakikatini söylediğim vakit, sözleri ters ve aykırı anlamak itiyadında bulunanlar bunu Karagöz oyunu aleyhine söylenmiş bir söz saydılar. Halbuki mesele hiç de öyle değildir. Ben şahsen ilk zevkli kahkahayı Karagöz perdesi karşısında attım ve ilk içtimaî dersleri orada aldım. Karagöz oyununun terbiyevî tesirleri vardır. İyi idare olunursa Karagöz perdesi bütün millete hitap eden bir kürsü yerine geçebilir.
Bu kanaatta olan bir adamın sözleri anlaşılmayıp da (Karagöz oyununu kaldırmak cinayettir) diye ömründe fitil pompasiyle sivrisinek bayıltmaktan başka cana kast etmemiş olan bize karşı fazla bir iftira etmiş olurlar. Biz yaşamayan şahıslara mezar değil, yaşayan edebiyata âbide dikmek davasındayız. Yine İspanyollardan aynı misal alayım.
İspanyollar Madrid’te Don Kişot heykeli dikmişlerdir. Bununla Servantes’in namını ebedîleştirmişlerdir. Biz de Karagöz heykeli yapabiliriz ve Şeyh Tüsteri’nin namını ebedîleştirebiliriz. Zannederim ki hurafelerle karışıp parmaklığına bez parçaları bağlayacak bir mezar yerine beş müddetle içtimaî hayatta mühim roller oynamış olan edebiyat namına bir âbide yapmakta daha terbiyevî, daha içtimaî, faydalar vardır.
Şurasını da kaydetmeliyim ki en mezar aleyhinde katiyen değilim. Bir millete hizmet etmiş büyük adamın mezarı onun tezahür etmiş şahsiyetidir. Mazi bir millet üzerinde mutlak bir nüfuzu haizdir. Herkes bir irsiyetin tesiri altındadır. Mezar put değildir, ama, eslâfının kabirlerine hürmet edenler mutlaka ahlâklı insanlardır. O halde fırsat düşmüşken bizi maksadımızı anlamadan mezar aleyhinde zannedenlere bir şey tavsiye edeyim. Eğer Bursa-Çekirge yolunda mutlaka mezar şeklinde bir âbide yapmak isteniyorsa bu mezar yaşamamış olan Karagöz için değil, Türk âleminden harice bile taşıp hürmetle okunan mevlüdün sahibi Süleyman çelebi için olmalıdır. Süleyman Çelebi asırlar görmüş yazılariyle hâlâ bizim ahlâkımıza, ruhumuza nüfuz ediyor. Bin bir meşgale içinde bunalan dimağlar bir an için dahi olsa hırslardan, didinmelerden tecerrüt ederek başka bir âlemde yaşamak ihtiyacı duydukları vakit Süleyman Çelebi’nin mevlüdünden yardım bekliyorlar.
Mezar bu zat için yapılır ve böyle bir mezarı yapmak hisse, dimağa, ruha muvvaffakiyetle hitap eden büyük Türk edibine karşı bizim için borçtur bile."
Karacabey’den sabaha karşı Bursa’ya dönüyoruz. Tan yeri henüz ağarıyor, Uludağ, şehrin üstünde haşmetli bir silonet halinde yükseliyor. Bursa derin bir sessizliğe gömülmüş uyuyor...
Yalnız Merinos fabrikasına giden asfaltın üstünde bu sessizliği bozmayan sessiz bir insan nehri akıp gidiyor. Kadın, erkek genç, ihtiyar yüzlerce ameleden mürekkep karmakarışık bir insan yığını yürüyor... Bunlar fabrika işçileridir.
Kiminin koltuğunda çantası, kiminin nevalesini saklayan bir paketi var. Sabahın ayazında pardesülerinin yakalarını kaldırmış kimseler, alaca karanlık içinde zor seçilen tipler, sabah uykusunun tatlı mamurluğunu bozmaya çalışır gibi ağır ağır ilerliyorlar... Altıparmağı dönüyoruz, Kuruçeşme’ye çıkıyoruz. Elân bu insan nehrinin arkası alınmamış bulunuyor. Evlerinde yavrularını uykuda bırakmış genç analar, belli ki: Onların maişetini kazanmak için uykularını terk etmişler... Fecirle birlikte fabrikaya gidiyorlar. Manzara görülecek haldedir. ;
Merinos fabrikasının, bu memlekete hiç bir şey kazandırmadığını farz etsek, yalnız orada çalışan yüzlerce insanın geçindirdiği binlerce nüfusun bu yüzden mayişetlerini kazanması bile bu muazzam devlet müessesesinin kuruluşunda Bursa lehine kaydedilen hikmeti işarete kâfidir. Kaldı ki: Bursa’dan Çanakkale’ye kadar uzayan engin meralarda yetiştirilen Merinos sürüleri mevcudiyetlerini sadece bu fabrikaya medyun olmasınlar. ;
Büyük sanayide devletle birleşmenin memlekete temin ettiği en büyük kazanç da budur. Çünkü: Böyle milyonluk fabrika kuracak aramızda kaç vatandaş vardır?
Nehir akıyor ve ben bunları düşünüyorum. Bursa, bu manzarasile hakiki bir sanat şehri yaşıyor... Yolunuz düşer ve sabahın o saatinde uyanabilirseniz Merinos asfaltının başında durup bu azametli tabloyu siz de seyredersiniz."
GÖRÜŞLER DÜŞÜNCELER / SABAHLARI ŞEHİR
"Bursa’nın en hareketli ve hummalı faaliyet saati sabahın yedisile sekizi arasıdır. Ve bir yabancı Bursa’yı işte bu saatte görmelidir. Çünkü bu saatte Atatürk caddesinden sağa sola doğru siyah önlüklü mektepli kızlar seli akar. Kaskenli kurdeleli (lohusa kurdeleli), elleri çantalı, küçük büyük binlerce genç, sanki bir karınca kesafetile bu caddeyi kaplar.
Fabrikalarına giden işçiler, işleri başına koşan dükkâncılar ve memurlardan başka şehir haricindeki fabrikalarda çalışanları taşıyan otobüsler, İstanbul’a gidenleri Mudanya’ya götüren diğer otobüslerin hareketleri, yolcularını uğurlayanların kalabalığı şehirde baya canlı bir hareket sahnesi doğurur… Zaten her şeyin sabahı böyle ateşli ve hareketli değil midir ya!;
Gönül ister ki; Bursa’nın akşamı da böyle olsun… Mamafih buna, gayet tabiî olarak imkân yoktur. Akşam, yorgun bir hareketin ifadesidir. Sabahın ceyadetini (Ceyyid’den geliyor olabilir. İyi/Güzel anlamında) akşamda arayıp bulmak mümkün değildir. Tevekkeli değil, eskiler akşamın hayrından sabahın şerri iyidir dememişler…"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder