Köstebek oyununda bir türlü
öldüremediğimiz köstebek, kafasını bir oradan bir buradan çıkartıp adeta
bizimle dalga geçiyor. Bir bakıyorsun bir Anadolu köyünde bir kız çocuğunun
canını alıyor, bir bakıyorsun İstanbul’un göbeğinde onlarca, hatta belki de
yüzlerce, bebeği katlediyor. Tam yakalayıp kafasına vuracakken tokmağın ucundan
kaçıyor, hiç umulmayan bir yerde tekrar baş veriyor.
Köstebek bu kez nereden çıkacak, bu kez ne yapmış olacak, bu kez kimlerin
canını yakacak diye elimizde tokmak, gözlerimiz bir o yana bir bu yana,
paranoyanın sınırlarında geziyoruz.
Her defasında daha küstahlaşmış, daha vahşi, daha duyarsız, daha acımasız, daha
şeytani olarak çıkıyor ortaya. Beslendiği kan ile sırtını
dayadığı dağ onu daha da güçlendiriyor.
Biliyorsunuz; köstebek biz
tepesine çökemeden başını derinlere daldırdığı için (diğerleri gibi) unutulmaya
yüz tutan Narin vakası, yerini süt kokan bebeklerin yoğun bakımlarda katledilme
vakasına bıraktı.
Doktorundan hemşiresine, acil servis telefon görevlisinden ambulans şoförüne
kadar zincirdeki tüm halkalar kir pas içinde bağlanmışlar birbirine. Zincirin
başı ise nerede, kimlerin elinde, bilinmez…
Şehir hastanelerinin şehir
dışında, pıtrak gibi çoğalmış,
neredeyse apartmandan bozma özel hastanelerin şehrin kalbinde
yer aldığı bir politika sayesinde, özellikle de cehaletin yoğunlaştığı
bölgeleri kendilerine üs tutan çeteler, sistemin boşluklarından
faydalanmayı kendilerine şiar edinmiş. Ağı öyle bir germişler ki, düşmemek elde
değil.
Dünyaya yeni getirdiğin can paren için diyorlar ki, “Yoğun bakımda kalmalı!”.
“Olmaz. Ben evimde bakarım…” mı diyeceksin? Tabii ki ne derlerse yapacak, ne
isterlerse vereceksin. Bunun için çok okumuş ya da hiç okumamış olmana gerek
yok.
Can bu, telafisi yok.
Yeni doğanlara ettikleri yetmiyor, yaşlılar için de aynı oyunu oynuyorlar.
Gecesini gündüzüne katarak seni yetiştirmiş anan baban için hesap kitap mı
yapacaksın? Tabii ki yapmayacak, ne söylerlerse dinleyeceksin…
Hem, doktora güvenmeyeceksin de kime güveneceksin? Okumuş koskoca doktor olmuş.
Onu dinlemeyeceksin de kimi dinleyeceksin?
Nihayetinde sen; “Öyle geliştik ki, doktor bile dövüyoruz!” taifesinden
değilsin.
Hemşireye güvenmeyeceksin de kime güveneceksin?
Nihayetinde sen, gecenin bir vakti nöbetten çıkıp evinin yolunu tutan bir
hemşireye “Gecenin bu saatinde ne işi var sokakta?” diyen güruhtan değilsin.
Ambulans şoförüne güvenmeyeceksin de kime güveneceksin?
Nihayetinde sen bir ambulansın yolunu kesen, şoförünü darp edip, hastanın
hastaneye gecikmesine ve dolayısıyla ölümüne sebep olan güruhtan değilsin.
112 telefon servisindeki sese güvenmeyip kime güveneceksin?
Nihayetinde sen 112 acil telefonunu yalan dolan ihbarlarda bulunarak yok yere
meşgul eden güruhtan değilsin.
Meğer sen yoğun bakım kapılarında
inim inim inlerken ve bir umut ışığı için doktorun gözünün çiçeğine bakarken,
insanlıktan nasibini almamış bu yaratıklar, “Para, Para, Para!” nidalarıyla
acımasızlıkta zirve yaparak marifetlerine marifet katıyormuş.
Sistemi köstebek gibi kazıyor, tünellerle birbirine bağlıyor, kendilerine biat
etmeyenleri analarından doğduğuna pişman ediyormuş.
Meğer giydikleri bembeyaz önlükler ile içlerinin karasını saklıyorlarmış.
Meğer ettikleri Hipokrat Yemini ile dalga geçiyor, yeminde söyledikleri her
şeyin tersini yapıyorlarmış.
Mesleğini layıkıyla yapmaya
çalışan, her şartta hizmette kusur etmeyen, vicdanlı, ahlâklı, merhametli ve
sağlam bilgili sağlık çalışanları yüzü suyu hürmetine ayaktayız hâlâ. Ki
kendilerine “Giderlerse gitsinler!” dendi. Birçoğu da gitti…
Kalanlardan hangisinin eğri, hangisinin doğru olduğunu bilmediğimiz bir sağlık
sistemi içinde elimizde kandil ile “doktor” arayacağız çaresizce.
Büyük, karanlık ve kesif bir kara
bulutun içine girmiş bir uçak dolusu insanız biz artık. Pilot bizi neden bu
kara bulutun içine soktu? Bu buluttan sağ salim çıkabilecek miyiz? Yoksa
buluttan çıkar çıkmaz karşımızda dik bir dağ görüp çarpacak ve paramparça mı
olacağız? Hostesler oksijen maskelerimizi takmamıza yardım edecek mi, yoksa
maskelerden oksijen yerine gaz mı verilecek? Emniyet kemerlerimiz sağlam mı,
yoksa hepsi gevşek mi?
Ve bunlar bizi kendi halimize bırakıp paraşütle mi atlayacak?
Yıllarca eğitim şart
dedik, her şeyin başı cehalet dedik.
Cehaleti yok etmek için diploma yeterlidir sandık. İnsanlık
sınavından geçemeyince diğer tüm sınavlardan kalındığını
anlamadık.
Sonunda dönüp dolaşıp: “Ben sana doktor/pilot/avukat ve diğerleri olamazsın
demedim, adam/insan olamazsın dedim!” noktasına vardık.
İnsanlığımızı örseleyerek bizi birer zombiye dönüştüren bu sistemde yine de “eğitim-öğretim şart” diyoruz.
Toplumu oluşturan piksellerden biri olarak her birey önce kendini ölçsün,
biçsin, tartsın. Eğriyse doğrultsun, yamuksa düzeltsin, eksikse tamamlasın.
Sonra yakın çevresinden başlayarak insanlığı halka halka çoğaltsın…
21 Ekim 2024 / C.E.Y.
Eğitim Şart / 1 Mart 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder